Amerikancı mısın, Rusçu mu?

İbrahim Kiras

Rusya lideri Putin “Üye ülkelere Sovyetlerden ayrılma hakkını vermek birliğin temeline döşenen bir mayındı” dedi geçen gün Ukrayna’ya asker gönderme kararını duyururken. Uzun konuşmasında tarih ve jeopolitik kavramları üzerinden bugünkü dış politikasının esaslarını açıkladı. Ukrayna’nın SSCB liderlerinin hatalı siyasi tercihleri sonucunda yapay olarak oluşturulmuş bir devlet olduğunu iddia etti. Hatta geçmişte Rus imparatorluğunun hegemonyasına girmiş olan diğer devletler için de “bağımsız olmaya hakları yok” demeye getirdi. Rus İmparatorluğunu yeniden inşa etmeye yönelik dış politika hedefini bütün açıklığıyla dünyaya ilan etti.

Bu çerçevede Ortodoks Hristiyan inancını Rus kimliğinin temeli olarak zikretti. Nitekim 2020 referandumunda yapılan değişiklikle anayasaya “Binlerce yıllık geçmişin birleştirdiği Rusya atalarının anısını ve Tanrı’ya inancını koruyor” cümlesi eklenmişti. Devlet başkanlığı yetkilerini ve gücünü daha da artıran düzenlemenin yer aldığı söz konusu değişiklikle Putin’e de 2036’ya kadar iş başında kalma hakkı tanınıyordu. Bu çokça konuşuldu ama asıl önemli kısımlar devletin tanımıyla ilgili olanlardı. Sözgelimi Rusya Federasyonu’nun bin yıllık tarihi olan bir devlet olarak hem Çarlığın hem de SSCB’nin doğal mirasçısı sayılması… Ruslarla ilgili “kurucu halk” ifadesinin kullanılması…

Sovyet devrindeki “halkların kardeşliği” retoriğinin sessizce yürürlükten kaldırılması anlamına gelen bu son değişiklik bile tek başına gösteriyor ki Rusya’nın mevcut yönetimi Deli Petro’nun ve Stalin’in ayak izlerini takip eden bir dış politika benimsemiş bulunuyor. Adım adım bu yolda ilerliyorlar. Ukrayna’nın başına gelenler de bununla ilgili.

***

Buna karşılık… Rusya’nın güç kullanarak komşu ülkelerin egemenliklerini çiğnemesine, “Benim doğal ve tarihî mirasım” diyerek başka milletlerin toprakları üzerinde hak iddia etmesine karşı çıkmayı “Amerikancılık” diye görenler var bizim ülkemizde. Profesyonel amaçla kafa karıştırmaya ve propaganda yapmaya çalışanları bir kenara ayırırsak, bir tür zihin illüzyonu yol açıyor olmalı bu düşünce şekline. “Amerika’ya karşı olduğumuza göre bu ülkenin karşısında olanların da yanında olmalıyız” gibi bir mantık belirliyor bu çarpık yaklaşımı galiba…

İki yüzyılı aşkın süredir Rus yayılmasının tehdidi altında olan bir ülkenin okur yazarları Rusya’nın bugüne kadar hiç değişmeyen ve -coğrafya değişmediği sürece- değişmeyecek olan dış politikası hakkında bu derecede bilgisiz olabilir mi?

Düşünün ki “ABD Ukrayna’ya silah satmak için Rusya’yı tahrik edip savaş çıkarmaya çalışıyor” tespitinde (!) bulunanlar oldu. “Ukrayna’da olan şey ABD’nin Rusya’ya diz çöktürme girişiminin başarısız olmasıdır” dedi bir emekli büyükelçimiz. “Ukrayna’da yaşanan savaşın sorumluları ABD emperyalizmi ve Ukrayna’daki faşist iktidardır” dedi solcularımız, hiçbirimizi şaşırtmadan.

Haydi solcuları bir yana bırakın, milliyetçi veya ulusalcı olma iddiasındaki birilerinin Ukrayna’nın işgali girişimini “Rusya emperyalist Batı’ya haddini bildirdi” diye yorumlaması akılla açıklanabilir mi?

Asgari seviyede tarih, coğrafya ve dış politika malûmatı olan herkes bilir ki -mevcut jeopolitik gereği- bu bölgede Rusya doğal rakibimiz, Ukrayna ise (Azerbaycan ve Gürcistan gibi) doğal müttefikimizdir. Aynı şekilde İran ve Yunanistan çıkarlarımızın çoklukla örtüşmediği komşularımızdır.

Ama elbette bu ülkelerle sürekli çatışma halinde olmamız gerekmiyor. Bilakis bölgesel ticaret başta olmak üzere birçok alanda işbirliği içinde olmak, çatışan çıkarlarımızı geriye itip çakışan çıkarlara odaklanmak zorundayız. Gelgelelim bunun anlamı temkini elden bırakmak, ilişkilerin sınırını gözden kaçırmak, hele hele milli çıkarlarımızı unutmak değil. Güvenliğimizi güvence altına alacak olan savunma politikamızı realist esaslar üzerinde inşa ettikten sonra (yani eşeği sağlam kazığa bağladıktan sonra) bölge ülkeleriyle her türlü işbirliğine açık olmamız rasyonalitenin icabı.

***

İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki “büyük paylaşım” hengamesinde, tarihî ve jeopolitik devamlılık içindeki milli dış politikasının gereği olarak Boğazlarda hak iddiası ve toprak talebiyle karşımıza çıkan Rusya gerçeğini unutup “NATO’da ne işimiz var” diyor bazılarımız bugün.

Batı emperyalizmi tarihi ve aktüel bir realite… Ama eğer -18. yüzyıldan bu yana hep yaptığımız gibi- iki şerden daha ehven olanı seçip Atlantik savunma paktı içinde yer almamış olsaydık, bugün hangi durumda olabileceğimizi tasavvur etmek çok zor değil.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin “Türkiye Sovyet Cumhuriyeti” olmasını o dönemde her türlü çaba ve fedakarlığı göstererek BM ve NATO içinde yer almamızı sağlayan siyasi iradenin engellediğini unutmamalıyız. Bu yolda ileri sürülen çok partili hayata geçmemiz şartını yerine getirmek için kendi iktidarından feragat eden İsmet İnönü’yü -sevsek de sevmesek de- hayırla anmalıyız. “Aynı durumda başkası olsa ne yapardı” diye de düşünmeliyiz arada bir.

Ama pek düşünmüyoruz bunları… Hatta kimilerimizde “Batı karşıtlığı” giderek “Rusya’ya toz kondurmama” ve uluslararası ilişkilerde “realiteye sırt dönme” tutumu olarak tezahür edebiliyor.

Kamuoyu anketlerinde sorulan “Türkiye’nin en büyük düşmanı kim” sorusuna cevap niçin her zaman ABD oluyor, Rusya “dostlar” kategorisinde yer alabiliyor? Güncel açıklama, “Türkiye’yi bölmek için uğraşan terör örgütlerine Washington’un desteği” şeklinde… Oysa bize karşı ASALA’yı ve PKK’yı kurduran ve yönlendiren kuzey komşumuza bu konuda pek öfke duymuyoruz. Washington’un müttefiklikle bağdaşmayacak bir yaklaşımla PKK’nın Suriye kolu olan PYD ile geliştirdiği işbirliğine haklı olarak kızıyoruz ama terör örgütünün Suriye’deki geri kalan kütlesinin Moskova kontrolünde olmasını önemsemiyoruz.

Demek ki meselenin kökleri “güncel”de değil, daha derinde: Yüz yıl önce Osmanlı İmparatorluğunu yıkan rakibimizin Avrupa/Batı olduğunu düşünüyoruz haklı olarak. Rusya’nın bunda dahli görünmüyor. Onlara karşı eziklik kompleksimiz yok. En son savaştığımız ve imparatorluğumuzu yıkılmasına yol açan eski düşmanımız İngiltere ve bu devletin şimdiki varisi ABD ise genetik hafızamızda kötü aktörler olarak kodlu durumdalar.

93 Harbinde Rus ordusunun Yeşilköy’e kadar geldiğini, Avrupa güçlerinin baskısı üzerine başkent İstanbul’u işgal etmekten geri durduklarını hatırlamıyoruz. Osmanlı devletinin ömrünü en az bir asır daha uzatan ilacın Rus yayılmasını kendi çıkarlarına tehdit olarak gören Avrupa devletleriyle yaptığımız ittifaklar olduğunu unutuyoruz.

Bu konuyu biraz da sosyal psikolojinin gereçleriyle daha derin bir analize tabi tutmamız gerekiyor herhalde…

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (158)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.