Bugünlerde sürekli -haklı olarak- yakındığımız “kötü yönetim” probleminin tarihi ve sosyal dayanakları da var. 16.yüzyıldan beri Batı dünyasıyla rekabet edemez hale gelişimizin doğurduğu zincirleme kayıplar ve bunların yol açtığı ümitsizlik bir yanda, öbür yanda ise toplumsal zihniyetimizin şartlar değiştiği halde güncellenememesi. Millet olma duygusunun, vatandaş olma bilincinin zihinlere bir türlü yerleşmemesi. Devletin sahibi olduğumuzu kabullenemeyince, siyaseti bizim dışımızdaki bu güç ve para kaynağını ele geçirme mücadelesinden ibaret saymamız, toplum olarak ortak hedeflerden mahrum kalmamız ve sonuçta içerideki acımasız iktidar savaşlarının aleti olmaktan kurtulamayışımız.
Ekonomik ve siyasi anlamda yarı bağımlı hale gelmiş olan Osmanlı imparatorluğunun sonunu getiren Cihan Harbi yenilgisi müttefikimiz Almanya’yı niye tarih sahnesinden atamadı? Almanlar bir dünya savaşı daha yaptılar ve ikinci büyük hezimetten sonra bile yeniden toparlanmayı başardılar. Evet, Almanya burjuva sınıfının ve kapitalizmin doğduğu, modern bilimin ve teknolojinin üretildiği merkezlerden biri olması itibarıyla; üretken ve eğitimli bir nüfusa, rasyonel esaslar üzerinde işleyen bir bürokrasiye, pozitif hukuk anlayışına, bağımsız yargı sistemine, denetleyici bir sivil toplum geleneğine vs. sahipti. Ama Türkiye de bilhassa Tanzimat’tan itibaren batı kurumlarını ve bunların çalışma prensiplerini taklit yoluyla da olsa alıp kendi ihtiyaçları doğrultusunda yapılandırma çabası içindeydi. Osmanlı maalesef ülkenin geniş toprakları ve katma değer üretemeyen eğitimsiz ve köylü ağırlıklı nüfusu dolayısıyla sanayileşmeyi başaramamış ve ekonomik anlamda iflas etmişti.
Ne var ki cumhuriyetle birlikte yeni bir sayfa açmış, eğitim seferberliği başlatmış, modern üniversite sistemine geçmiş, 1930’larda ağır sanayi yatırımlarına girişmiş, bilahare ikinci dünya savaşı sonrasının küresel imkanlarından yararlanarak fabrikalaşma ve şehirleşme sürecini hızlandırmıştık. Gelgelelim bunlar ne sosyal ve kültürel ne de ekonomik yönden “fırlatıcı” faktörler olamadı. Çünkü insan kalitesine yatırım yapmadık. Nitekim yarışa bizden sonra başlayanlar bile bizi geçtiler bu yüzden.
Tamam, Almanlarla yarışamazdık belki ama -savaşta her şeyleri tahrip olduğundan- 1960’larda henüz arkamızdan gelmekte olan Japonya ile İtalya çok kısa sürede bizi geride bırakmayı başardılar. Güney Kore 1970’lerde yarışa girdi, çok geçmeden ön safta yerini aldı. 1980’lerde İspanya, Yunanistan gibi ülkeler AB üyeliği avantajıyla bizi geçtiler. Yakın zamanda da Romanya ve Bulgaristan bu kervana katıldılar.
Türkiye’de de 1980’lerde Özal iktidarı önemli atılımlar yaptı. Yapısal reformlar başlatıldı, paramıza konvertibilite getirildi, ihracata dayalı sanayi yatırımları teşvik edildi… Ne var ki “serbest piyasa ekonomisine tam manasıyla geçiş” amacıyla kamu işletmelerinin özel sektöre devri gibi uygulamalar memlekete “serbest piyasa” zihniyetini getirmedi, aksine tekelciliği, rantiyeciliği ve bizde zaten mevcut olan yağmacılık kültürünü daha da güçlendirdi. İthalat zengini olduk bu süreçte.
Ekonomik ve siyasi kriz ortamında iş başına gelen AK Parti iktidarlarının başlangıcında da ciddi yapısal reformlar gerçekleştirildi. Yabancı sermaye geldi. Büyüme arttı. Ancak bu dönemde katma değer ve teknoloji üreten sektörlerden ziyade hızlı ve büyük kârlar getiren inşaata kaynak aktarmaktan vaz geçilemedi. Üretimle değil tüketimle (sıcak para ve ithalatla) büyüme sağlandıysa da istenen ölçüde verimlilik yine elde edilemedi.
AK Parti iktidarlarının son döneminde ise ilk dönemiyle ilgili eleştirilerimizi geri aldık! Adım adım otokrasiye yönelen iktidar bu yönelimin gereği olarak rasyonaliteden uzaklaştı, kurumları etkisizleştirdi, toplumsal kutuplaşmayı arttırdı, güven iklimini ortadan kaldırdı, ahbap çavuş siyaseti ahbap çavuş ekonomisinin de önünü açtı. Son dönemde dolar kuru 10 TL seviyesine yaklaştı. Kişi başı milli gelir üst üste son yedi yıl boyunca sürekli azaldı. Enflasyon rakamları her gün rekor üstüne rekor kırıyor…
Bu tablo karşısında, “çözüm olarak” gerçekler hamaset perdesinin arkasında saklanmak isteniyor. İyi yönetim vaadinde bulunulamıyor, ekonomiyi düzeltme ümidi yok. Bunun yerine dini ve milli duygular harekete geçirilerek seçmen tabanındaki erime durdurulmak isteniyor. Çarşıya pazara çıktığında, ay sonunda kirasını veya kredi kartını ödemesi gerektiğinde cebindeki paranın değerinin daha da azaldığını gören vatandaşa Türkiye’nin “dünya lideri” olduğu anlatılıyor.
Bu çerçevede üretilen “yerli savunma sanayii mitolojisi” her geçen gün biraz daha şişiriliyor. “Amerika, Avrupa bizden korkuyor, çünkü bizim ihalarımız sihalarımız var” nutukları atılıyor. İnsansız hava aracı üretimindeki başarı elbette önemli, elbette gurur verici ama maalesef “dünya lideri” olmak için yeterli değil.
“İhalarımızdan, sihalarımızdan korkan” ABD’nin savunma bütçesi 778 milyar dolar, en yakın takipçisi Çin’nin savunma bütçesi 210 milyar dolar. Türkiye’nin 2021 yılı savunma bütçesi bugünkü kurla 6 milyar dolar…
Dünya lideri olmak demek küresel çapta askeri etkinlik yeteneğine sahip olabilmek demek. Bunun şimdiki ölçütleri ise uçak gemilerinin, kıtalararası balistik füze sistemlerinin, caydırıcı nükleer gücün ve uydu sistemleriyle siber harp imkanlarının mevcudiyeti… Sözgelimi, dünyada 7 ülkenin uçak gemisi var (helikopter gemileri hariç). ABD’nin onbir, Çin ve İngiltere’nin iki, Rusya, Hindistan, İtalya ve Fransa’nın birer adet. Türkiye’nin uçak gemisi de yok, helikopter gemisi de. Ama insansız hava araçlarımızla dünyayı fethedeceğimize inanan bir kitle var.
“Üretken bir ekonominiz, eğitimli bir nüfusunuz, vizyoner elitleriniz ve bütün bunlar için de iyi işleyen bir devlet çarkınız yoksa dünyadaki yarışta geri kalırsınız” diyenlere de “vatan haini” diyor bu kitle…