Anadolu Ahiliğini meydana getiren temel dinamik bu topraklara yönelik ikinci büyük “Türk göçü”ydü. 9. yüzyıldan itibaren Küçük Asya bölgesine akın akın gelen Türkmen toplulukları esas olarak göçebe ve hayvancılıkla meşgul insanlardan oluşuyordu. Bunlar çoğunlukla kırsal alanlara yerleşmiş, esas olarak hayvancılıkla ve kısmen tarımla uğraşıyorlardı.
13. yüzyıldaki Cengiz istilası sırasında ise Türkistan ve İran şehirlerindeki esnaf ve zanaatkâr zümreleri de Moğol ordularının önünden kaçıp Anadolu’ya sığındılar. Böylece daha önce “lingua franca”sı Rumca -ve kısmen Farsça- olan Anadolu şehirlerinin Türkleşmesi de hızlandı. Yani göçebe Türkmen nüfusun yanına ticaret ve zanaatle geçinen şehirli bir sınıf da eklenmiş oldu.
Kasaba ve şehirlerde yeni bir sosyal sınıf olarak teşekkül eden nispeten daha eğitimli zümrenin düzenini ve güvenliğini temin ihtiyacının Ahiliği ortaya çıkardığını düşünmek makul görünüyor. Ancak Anadolu ahiliğinin hudayinabit bir oluşum olmadığı, arkasında asırlar öncesinden gelen ve farklı toplumlarda farklı adlarla anılan fütüvvet geleneğinin yer aldığını söylemek lazım.
Gerek eski Türklerde ve İranlılarda gerekse İslam öncesi Arap toplumunda yiğitlik, cömertlik, yardımseverlik ülküleri etrafında bir araya gelen birtakım idealist insanların oluşturduğu “kardeşlik örgütlenmesi” örneklerine rastlıyoruz. Risalet’ten önce Mekke’de mazlumlara, kimsesiz yabancılara ve haksızlığa uğrayanlara sahip çıkmak amacıyla oluşturulan ve bizzat Hz. Peygamberin de üyesi olduğu Hılf’ul-Fudul (Erdemliler Sözleşmesi) böyle bir cemiyettir. Hemen hemen bütün kültürlerde benzer kurumlar vardır.
Bu tür kuruluşların Avrupa’daki muadili olarak ortaçağdaki şövalye örgütlerinden söz edilebilir. Anlaşıldığı kadarıyla başlangıçta eli kılıç tutan aristokratların “kardeşlik teşkilatı” durumundaki şövalye örgütleri belirli bir süreçte bazı sebeplerle -belki de yeni oluşan burjuva sınıfı mensuplarını da bu yapıya dahil etmek için- dini/felsefi karakteri daha belirgin başka organizasyonlara dönüştü. Bunlardan biri de aslında duvarcı esnafının meslek birliği olan mason localarıydı.
Konumuzla ilgisi bakımından, yukarıda sözünü ettiğimiz dönüşümün Haçlı seferleri sonrasında yaşandığını vurgulamak zorundayız.
Masonlukla Ahilik arasındaki benzerlikler -modern komplo teorilerinin merkezindeki masonluğun uyandırdığı ilgi yüzünden- aynı zamanda popüler bir merak konusu. Popüler alana ayak basmanın cazibesine kapılmaksızın konuşacak olursak, Haçlı seferleri sırasında İslam dünyasındaki gençlik ve meslek örgütlerinden olduğu kadar mistik dini cereyanlardan da ilham alan bazı şövalyelerin Avrupa’ya döndükten sonra bazı yeni tarikatların kuruluşunu gerçekleştirdikleri ve bu arada bunlardan bir bölümünün de bazı meslek loncaları içinde örgütlenmeyi tercih ettikleri söylenebilir.
Duvarcılar loncası içinde örgütlenen bir grubun önce Ortadoğu’da gördükleri mimari eserlerden ilhamla inşa ettikleri binalarla “amelî” yani operatif masonluğu, ardından buralardan aldıkları yeni fikirleri işleyip yayarak ise “fikrî” yani spekülatif masonluğu oluşturup geliştirdiği söylenir.
Gerçekten de tarikata kabul usulleri başta olmak üzere iki teşkilat arasındaki benzerlikler ve hatta ortak özellikler yok sayılamayacak kadar belirgindir. Ne var Avrupa’daki masonluk ve benzeri yapıların oluşumunda Anadolu Ahiliğinden ziyade Haçlıların daha fazla içli dışlı oldukları, yerel güçlerle ittifak ilişkileri geliştirdikleri, hatta kısa ömürlü devletler kurdukları Levant/Suriye bölgesindeki Fütüvvet teşkilatlarının ve buradaki çoğunlukla İsmailî/Batıni karakterdeki bazı tarikatların ilham kaynağı olmuş olabileceğini söylemek daha doğru olur. (Bu çerçevede Ahi teşkilatlarıyla sufi tarikatları arasındaki “erkan” benzerliklerinin de tek yanlı değil karşılıklı etkilerle açıklanması gerekir.)
Gerçi Anadolu Ahiliğinin de teşekkülünde Halife Nasır’ın muhtemelen kendi iktidarına destek olacak bir milis gücü ihtiyacıyla kurmuş olduğu -daha doğrusu devletin bünyesine kattığı- “resmi” fütüvvet teşkilatının doğrudan etkisini biliyoruz. Halife o günkü bütün Müslüman devlet başkanlarına davette bulunduğunda Anadolu Selçuklu Hükümdarı I. Alaaddin Keykubad Halife Nasır’dan fütüvvet şalvarı alarak bu teşkilata girdi. Halife’nin bu işlerdeki danışmanlığını üstlenmiş olan Şihabüddin Suhreverdi (filozof olan değil, sufi olan) bunun üzerine Anadolu’ya gelerek buradaki örgütlenme çalışmalarına katıldı.
Ancak ahiliğin veya fütüvvetin bu şekilde siyasi bir karar neticesinde Anadolu topraklarına dışarıdan ithal edildiğini düşünmek son derecede hatalı bir yaklaşım olur. Türklerin Orta Asya’dan bu yana yaşattıkları bir fütüvvet felsefesi ve bunun kurumları vardı zaten. İkinci olarak Arap coğrafyasındaki fütüvvet anlayışının ve teşkilat yapısı ile erkanının Türkler tarafından tanınması ve buradan ilham ve etkilerin alınması çok daha erken tarihlerin olayıdır.
Halife Nasır’ın “resmi” teşkilatının bir şubesinin Anadolu’da ihdası gibi görülen hadise gerçekte birtakım siyasi maksatlara matuf güncel bir gelişme olarak değerlendirilmeli. Fütüvvet geleneğinin Türk toplumunda karşılığı bulunmamış olsa bu kurumun sosyal hayatta kök salacak kapsamda ve nitelikte olmayacağı kabul edilmeli. Resmi fütüvvet teşkilatıyla Anadolu Ahiliği arasındaki ilişki, ortaklık ve benzerlikler konusu gibi meselenin mahiyetini anlamamızı zorlaştıran iki hatalı yaklaşım da var. Hatta bunlar daha da önemli.
Geçen haftaki “Cumartesi Yazısı”nda da işaret etmeye çalıştım, Ahilik kurumunun veya fütüvvet teşkilatlarının tasavvufi anlayışlarla veya hareketlerle ilgisi veya ilişkisi yok sayılamaz ama tarikat olarak tanımlanması doğru değil.
Bu hususta içine düşülen hatalar ve yanılgılar cümlesinden olarak Ahiliğin yalnızca bir meslek örgütlenmesi olarak görülmesi de var.
Fütüvvet veya ahilik prensipleri etrafında bir araya gelen kişilerin oluşturduğu bu yapının şehirlerde ve kasabalarda daha ziyade esnaf içinde örgütlenmiş olması, hatta bu prensiplerin zaman içinde mesleki kuralların belirlenmesinde de işlev görmesi ahiliği meslek örgütü olarak tanımlamaya yetmiyor. Elbette ki Osmanlı merkezi sisteminin tahkim edildiği 15. asırdan sonra ahi birliklerinin yalnızca meslek örgütlerinden ibaret hale geldiği bir gerçek. Ancak Osmanlı düzeninin teşekkülünde etkilerinden söz edilen ahiler bu ahiler değil.
Nitekim Köprülü’ye göre Âşıkpaşazâde’nin “dört taife” arasında saydığı Gaziyân-ı Rûm ile Ahiyân-ı Rûm aslında aynı zümreye verilen iki farklı isimdir. Ahiler gazilerden ayrı bir zümre değildir: “Çok iptidai, bilgisiz bir adam olan Âşıkpaşazâde, bu teşekkül ile Gaziler’i birbirinden ayrı olarak zikretmek suretiyle tamamile kelimelere aldanmıştı.” (Köprülü, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu”, Ötüken, 1981, sh. 154)
Tam da bu noktada hatırlatalım: Köprülü “gençlik eseri” olan 1919 tarihli İlk Mutasavvıflar’da ahilik konusunda söylediklerinin çoğunu bilahare -1934 yılında Sorbonne Üniversitesinde verdiği konferansların kitaplaşmasıyla oluşan- Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu adlı eserinde tashih etmiştir.
Anadolu Ahiliği konusundaki problemler üzerinde düşünmeye Selçuklu dönemi Anadolu tarihi sahasının dikkate değer uzmanlarından Prof. Mikail Bayram’ın bazı tartışmalı görüşleri üzerinden devam edelim…