Ahlakın tabiri caizse giriş katını oluşturan temel mantık -bazı kaynaklarımızda hadis olarak gösterilen ama nerdeyse bütün dinlerde ve kadim kültürlerde benzer sözlerle ifade edilen- şu evrensel ilkede saklı: “Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma.” Bu kadar basit... Öyle değil mi?
Öyle. Ama yalnızca teoride. Uygulamada konu bir hayli karmaşıklaşıyor. Çünkü konu “başkaları” olduğunda devreye savunma mekanizmaları giriyor. Başkası yapınca yanlış olan şeyler birtakım mazeretlerle meşrulaştırılıyor. “Tamam ama ben yapmasam başkası yapacak” diyoruz mesela…
Bireysel olduğu kadar toplumsal psikolojide de “Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma” kuralını işletmeyi zorlaştıran faktörler var. Sözgelimi bizim gibi toplumlarda ahlak kuralları her zaman her yerde herkes için geçerli olmayabilir. Biraz görelidir. “Tamam ama bu bizim dostumuz” veya “Tamam ama bu bizim düşmanımız” diyerek uyguladığımız çifte standardın temelinde biz ve diğerleri ayrımı var.
Toplumsal ayrışmaların ve kutuplaşmaların hâkim olduğu yerlerde “ortak ahlak normları” da olmuyor. Böylece kendimiz için geçerli ahlak kuralları ile başkaları için geçerli ahlak kuralları zihnimizde iki ayrı kategori olarak yer alıyor.
Sosyolojik anlamda millet olma aşamasına ulaşamamış topluluk zihniyetinden söz ediyoruz. Ama yalnızca belirli bir partinin taraftarlarına veya belirli bir toplum kesiminin mensuplarına has olmayan, Türk toplumunun büyük çoğunluğunun paylaştığı bir zihniyet bu.
***
Bu arızalı zihniyetin onarılması için öncelikle mevcut toplumsal hercümercin aşılıp taşların yerine oturması gerekiyor tabii. Ama insan olmak hasebiyle sahip olduğumuz akıl, vicdan ve adalet duygusu da bizi şimdiden harekete geçirebilmeli.
Bu ülkede ortak ahlak normlarımız olursa mesela “şiir okuduğu için” hapse giren Tayyip Erdoğan’ın uğradığı haksızlığa itiraz edenler şimdi Erdoğan’ın muhaliflerinin “tweet attığı için” hapse girmesine de karşı çıkacaklardır.
CHP İstanbul İl Başkanı bundan yedi yıl önce -Gezi Parkı olayları sırasında- attığı tweetler için yargılanıyor biliyorsunuz. Yedi çarpı üçyüzaltmışbeş gün. Demek ki o zaman Canan Kaftancıoğlu’nun yazdıklarında bir sakınca görülmemiş ama aradan onca zaman geçip ana muhalefet partisinin il başkanı olunca, üstelik biraz da aktif bir il başkanlığı yapınca akla gelmiş o tweetlerin suç teşkil edebileceği.
Kaftancıoğlu’na bu tweetler için 9 yıl 8 ay 20 hapis cezası verilmişti. Hüküm son olarak bir üst mahkeme tarafından onandı. Yargıtay’dan da onama çıkarsa CHP İstanbul İl Başkanı 10 yıl hapis yatacak. Tweet attığı için…
***
Bu arada, onamanın İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerinin yıl dönümüne denk gelmesi de doğal olarak herkesin dikkatini çekti. Böyle bir şeyin bilerek yapılmadığını düşünmek istiyor insan ama ortaya çıkan tablo “İstanbul belediye seçiminin intikamı alınıyor” gibi nahoş yorumlara yol açıyor. Türkiye bunu hak etmiyor.
“Yargının ve hukukun siyasallaştırıldığı” eleştirilerine muhatap olan bir hükümetin izin vermemesi gereken hadiseler oluyor Türkiye’de.
İktidarın “çoklu baro” hazırlıklarına karşı çıkan 56 baro başkanının bizzat katıldığı yürüyüşe polis müdahalesi… Yaşlı başlı adamların tartaklanması, itilip kakılması... Binlerce hukukçunun temsilcisi olan bu kişilerin 27 saat boyunca dağ başındaki otoyol kenarında tutulup Ankara’ya girmelerinin engellenmesi…
Ülkenin başkentine girişleri hukuksuz şekilde engellenen hukukçuların fotoğrafı -bu insanların talepleri ve amaçları ne olursa olsun- hiç kimsenin övünebileceği bir fotoğraf değil.
Kaftancıoğlu hadisesi bir yanda, baro başkanlarına yapılan muamele öbür yanda… Sadece son birkaç günde hukuk adına, yani bizi bir arada yaşatacak ortak zemin adına ümitlerimizi karartan olaylar… Türkiye’yi yönetme sorumluluğu verilmiş kadrolara da “adaletin mülkün temeli olduğunu” hatırlatmalı… Bu temelin sarsılması üzerindeki herkes için tehlike demektir.