Hem sağ hem de sol yorumculara ve takipçilere sahip olmak yalnızca Hegel gibi filozoflara mahsus değil. Bir hadise tarihe mal olduktan sonra herkes kendi bakış açısına göre aynı hadiseyi başka türlü yorumlayıp anlatabilir. Biz de öyle yapıyoruz.
Bilhassa yakın tarihimiz bugünkü siyasi pozisyonlarımızı meşrulaştırma atölyesi olarak işlev görüyor öteden beri. Mesela Atatürk yakın zamana kadar paylaşılamayan, çünkü meşrulaştırma gücüne ihtiyaç duyulan bir figürdü.
Bazılarına göre Cumhuriyetimizin kurucusu katıksız bir devrimciydi; bazıları için Batıcı-liberal… Başka bazıları için ise milliyetçi ve anti-komünist... Rahmetli Erbakan da “hayatta olsaydı Refah Partisi’ne oy verirdi” diyerek sahip çıkmıştı Mustafa Kemal’e.
Aslında kendilerince hepsi tezlerini kanıtlayacak gerekçelere sahipti. Çünkü Atatürk kısa sayılabilecek politik hayatı boyunca karşılaştığı farklı problemlere karşı farklı zamanlarda farklı tutumlar sergilemiş olduğu için her meşrebe uygun malzeme bulunabiliyor. Ama bu bize mahsus bir tuhaflık. Fransa’da bildiğim kadarıyla sol degolcülük yok. Şili’de Allendeci sağcılık var mıdır, bilmiyorum. Galiba bizim kültürel yapımızın icabı olarak liderlerin karizması temsil ettikleri fikirlerin önüne geçebiliyor. Ne de olsa binlerce yıllık monarşi geleneğini terk edip demokrasi deneyimine girişmemiz daha dünkü hadise.
***
Dolayısıyla “sağcı Atatürkçüler”le “solcu Atatürkçüler”in karşı karşıya geldiği tuhaf tabloya çok da şaşırmamak lazım. Gerçi bugün Atatürk adının meşrulaştırıcı gücü eskisine nispetle epeyce azaldı ama toplumun devlete ve siyasete bakışı pek değişmedi. Bakarsınız, belki yarın tıpkı Atatürk gibi Tayyip Erdoğan’ın da sağcı, solcu, liberal vs. yorumcuları çıkar; onu da kendi istedikleri bir çerçevenin içine oturtmaya çalışırlar. Zira kabul etmek lazım ki Erdoğan’ın kimi politikaları itibarıyla milliyetçi, kimi politikaları itibarıyla liberal ve kimi politikaları itibarıyla İslamcı diye nitelenmesi pekâlâ mümkün. Erdoğancılık siyasi meşruiyet kaynağı haline geldiği takdirde olur mu olur.
***
Bugün Abdülhamid tartışılıyor ya, oradan aklıma geldi bütün bunlar aslında… Sultan Hamid’in de çok yönlü veya çok boyutlu bir siyasi kişiliği var. Söz gelimi Abdülhamid yönetimine dönemin İslamcılarının “gayrıislami” olduğu gerekçesiyle muhalif olduklarını bilenler için bugün bu padişahın “İslamcı” olarak görülmesi tuhaf sayılabilir ama bütünüyle anlamsız değil bu. Dış politikada “Panislamizm” enstrümanını etkin şekilde kullanması, hatta hilafet unvanını en fazla öne çıkaran padişah olması da ayrı bir gerçek çünkü.
Daha doğrusu, Abdülhamid o kadar çok yönlü bir kişilik ki 33 yıllık saltanatında kim ne ararsa bulabiliyor. Bazıları Meclis’i açan padişah olarak, bazıları da aynı Meclis’i kapatan padişah olarak niteleyebiliyorlar ki her ikisi de haksız değil sonuçta. Hatta Sultan Hamid’i “Türkçü bir padişah” olarak gören Türkçüler de haksız sayılmaz. Çünkü biliyoruz ki özellikle 93 Harbi’nden sonra oluşan atmosfer içinde belirli bir Türklük duygusu yönetici elit arasında rağbet görmeye başlamıştı. Bizzat padişah da bundan azade değildi. Sultan Hamid de özellikle bazı jestlerle bu yeni kimlik vurgusunu benimsediğini göstermeye çalışmıştır.
***
Uzun sözün kısası, tarihte ne ararsak bulabiliyoruz. Hatta yakın tarihte bile. Çünkü her şey tarihi kimin nasıl yazdığına bakıyor. Bu gerçeği değiştirmek kolay değil. Ama Lichtenberg’in -galiba Enis Batur çevirisiyle- dediği gibi, “eski deliklerden yeni bakışlar” her zaman mümkün.