Hep uçlarda dolaşıyoruz toplum olarak. Eski tabirle ya ifrat ya tefrit. Baktığımızda ya siyah görüyoruz ya beyaz. Aydınlarımız da öyle… Gri tonlarda buluşamıyoruz. Görüyorsunuz: Suriye iç savaşı gibi bir konuda bile iki uçta duruyoruz hepimiz. Esadçı, İrancı gibi sıfatlarla anılıyor bir taraf, öbür taraf emperyalizmin işbirlikçisi ilan ediliyor.
Oysa yalnızca iki farkı yaklaşım, iki ayrı değerlendirme var ortada. Hainlik, düşmanlık falan yok. İki farklı bakış açısı var. Bir de bu ikisinin ortası var. Çünkü her iki karşıt yaklaşımın da kendince haklı olduğu yanlar olabilir. Farklı yaklaşımlar hainlik, işbirlikçilik, uşaklık olmak zorunda değil.
Türkiye’nin 2011 hengamesinde Suriye iç savaşına müdahil olma şeklinin hatalı olduğunu düşünenlerdendim. O zaman bu görüşümü çeşitli vesilelerle yazdım, söyledim. Bir kesim bu yüzden beni -ve benim gibi düşünen başka kimi arkadaşları- “Suriye Devrimine” düşmanlık etmekle suçladı. Hatta hükümete bizlerin yazı yazmamızı engellemesi için çağrı yapanlar bile oldu.
Aslında o günkü hükümet de başlangıçta bizden çok farklı düşünmüyordu. Söz gelimi dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Esad’la saatler süren ikna görüşmeleri başka bir anlama geliyor olamaz. Zaten Ankara’nın orijinal politikası komşu ülkenin rejiminin normalleşmesi ve Türkiye üzerinden dünyaya açılması değil miydi?
Ancak Körfez ülkelerinin Ankara üzerindeki şiddetli tazyikleri ve ABD’nin belli belirsiz ümit vermesi sebebiyle bir politika değişikliğine gidildi. Siyasi iktidar bunun gerekçesini “Esad’ın silahsız protestocu grupların üzerine ateş açtırıp kendi vatandaşlarına karşı savaş başlatmış olması” diye açıkladı.
Haksız bir gerekçe değildi bu ama protestoculara ateş açılmasından neredeyse dört ay geçtikten sonra Şam’daki altı saatlik görüşme gerçekleşecekti. Türkiye elbette o tarihe kadar da olup bitenleri kenardan seyretmemiş, süreç boyunca Esad’ı kendi halkıyla savaşmaktan vaz geçirmek için uğraşmıştı. Ne var ki İran ve Rusya, tam aksine, Beşşar’ı “iktidarını ancak şiddet kullanarak koruyabileceğine” inandırmak için çabalıyorlardı.
Davutoğlu, 9 Ağustos görüşmesinde muhatabına sokaklardaki protestocu grupların evlerine dönmesini temin etme yolunun şiddet uygulamak değil, seçim sandığını ortaya koymak olduğunu söyledi. Bunun için Türkiye’nin elinden geleni yapacağını, Suriye’nin demokratikleşme ve dünyaya açılma hamlelerine destek vermeye devam edileceğini bildirdi.
Muhtemelen bunun için artık geç olduğunu düşünen Esad’ın nihai kararını ise iki gelişme belirledi: Davutoğlu daha Şam’a varmadan saatler önce Suudi Arabistan, Kuveyt ve Bahreyn ülkedeki büyükelçilerini geri çağırmıştı. Türk Dışişleri Bakanı Şam’daki cumhurbaşkanlığı sarayından çıkarken İran Büyükelçisi Esad’ın ofisine giriyordu.
Körfez’in mesajı dolaylı savaş ilanıydı. Suriye’nin demokratikleşmesi gibi bir arzuları bulunmayan bu ülkelerin doğrudan müdahalesiyle silahlı eylemcilere dönüşmüş bulunan “sokaktaki protestocuların” evlerine dönmelerini sağlamak artık çok zordu.
Ankara ne yapacağına karar verecekti şimdi. İç savaşa engel olma çabası sonuç vermemişti. Bu durumda ya taraflardan birinin yanında yer alması ya da çatışmanın tamamen dışında kalması gerekiyordu. “Nusayri azınlığın baskısı altında ezilen Sünni çoğunluğun haklı davası” yanında yer almak tercih edildi. Siyasi iktidar bunu ahlaki bir tercih olarak savundu. Onlara göre zaten işin dışında kalmak milli çıkarlarımızın riske atılması olurdu. Oysa buradaki asıl motivasyon savaşın çok kısa sürede sona ereceği ve Esad rejiminin geleceğinin olmadığı öngörüsüydü. Bu sefer Libya’da olduğu gibi denklem dışında kalmak istenmiyordu. Ayrıca Körfezdeki “dostlarımız” müthiş bir baskı uyguluyordu üzerimizde. ABD ise “Siz başlayın, ben arkadan geliyorum” mesajı verip duruyordu.
Bütün bu faktörlerin etkisi sonucunda Suriye’deki kanlı iç savaşa biz de dahil olduk. Buna mukabil, Türkiye’nin bu işin dışında kalmasının hem daha ahlaki bir tutum olacağını hem de bu şekilde davranmakla komşu ülke ve bölge üzerinde daha fazla etki sahibi olabileceğimizi düşünüyordum ben. Benden farklı düşünenleri emperyalizmin maşası olarak da görmüyordum. Bugün gelinen noktada o günlere bakarak “Kim haklı çıktı” değerlendirmesi yapmaya da çalışmıyorum.
Gelgelelim o günlerde Suriye’nin bir iç savaşa sürüklenmesiyle sınırımızın öbür yanında bir “PKK devletinin” oluşması, bunun Türkiye’nin güvenliğine, iç barışına, toplumsal huzuruna etkileri vs. hiç hesaplanmamış ihtimallerdi.
Bize başlangıçta “Ne duruyorsun, Esad’ı devirsene” diyen Körfez monarşileri yalnızca muhaliflere para yardımı yapmakla yetinirken, bizim sahada Rusya ile karşı karşıya gelmemiz de hesaplanmamış bir sonuçtu. Akabinde Rusya ile aramızı düzelteceğiz diye S-400 satın almak gibi tuhaflıkların hem güvenliğimizi riske atacak sonuçlarını hem de ekonomik maliyetini hesaplayan da olmamıştı muhtemelen.
O günlerdeki -sonradan göçmen politikasızlığına dönüşecek olan- göçmen politikası da hatalıydı bence. Savaştan kaçıp bize sığınan o insanlar sınır bölgesinde teşkil edilecek kamplarda barındırılmış olsalar kısa bir süre içinde evlerine dönmelerini de mümkün kılacak bir siyasi çözümün bulunması belki kolaylaşabilirdi. Bunun yerine Suriyeli sığınmacıları başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanındaki şehirlere yerleştirmek “hükümetin amacının üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğu” kuşkusunu uyandırdı bazı kesimlerde. Asıl amacın demografik yapıyı dönüştürmek olduğu iddialarının önü açıldı.
O dönemde bir başka kesim de Suriye’deki iç karışıklıklara Türkiye’nin müdahil olmasına karşı çıkıyordu ama onların gerekçesi Esad rejimini “İran ve Rusya tarafından temsil edilen anti-emperyalist direniş cephesi”nin bir unsuru olarak ayakta tutma ihtiyacıydı. (Konudan bağımsız olarak, Rus emperyalizminin tehditkâr yayılmacı politikaları sebebiyle zor bela Batı güvenlik sistemine dahil olmuş bir ülkenin aydınlarıydı bu görüşü savunanlar.)
Oysa 13 yıl sonra Esad rejimini ortadan kaldıran ölümcül darbe Moskova’dan geldi. Himayesi altındaki diktatörlüğü savunmadı çünkü. Peki, isteseydi Esad’ın devrilmesini önleyebilir miydi? Kısa cevap: Önleyemezdi ve istemedi. İstememesinin sebeplerinden biri Trump dönemine hazır olma gereğiydi. Ukrayna Savaşını bitirme sözü veren Trump işgal ettiği toprakların Rusya’nın elinde kalması gerektiğine hükmetmişti!
Suriye operasyonu her ne kadar “Trump öncesi ABD’nin” son dış politika hamleleri arasında yer alsa da buna gösterilecek reaksiyon yeni dönemin gidişatına da etki edebilirdi. Daha açıkçası, Suriye’de rejimi korumaya kalkışmak Moskova’nın eline geçen bir fırsatı kaybetmesine yol açabilirdi. Bir anlamda Kırım’ı elde tutabilmek için Suriye’yi verdi Putin. Bir başka açıdan bakılırsa, “vuruşarak çekilmek” yerine Suriye’nin gelecekteki yönetimleriyle de işbirliği imkanını koruyan bir hamle tercih edildi. Demek ki ortada bizimkilerin sandığı gibi “anti emperyalist mücadele” değil, pragmatist bir dış politika stratejisi var.
Neticede Esad gitti, HTŞ geldi. Ama ülke yönetiminin uzun süre bu örgütün elinde kalacağı öngörülebilir mi? Galiba hayal kurmamak lazım…
Bugün HTŞ’den gelen “Dini ve etnik farklılıkları bir yana bırakıp eşit yurttaşlık bilinciyle barış içinde yaşama” mesajları elbette çok olumlu ve çok önemli. Ancak içtenlikle söylendiği kabul edilse dahi nihayetinde ideali ifade eden bu sözleri hayata geçirebilmek kolay olmasa gerek. Türk toplumu bile 200 yıldır sürdürülen bunca modernleşme çabalarına rağmen böyle bir bilinç seviyesine ulaşabilmiş değil. Şöyle bir bakın etrafınıza, AK Partililer ile CHP’liler birbirilerini aynı milletin çocukları gibi görüyorlar mı?
Dolayısıyla geçtiğimiz 13 yıl boyunca birbirini boğazlayan Suriyelilerin bir gün içinde kardeş olduklarını, eşit haklara sahip vatandaşlar olduklarını anlayıp buna göre bir siyasete destek vereceklerini düşünmek mantıklı görünmüyor. Ülkede kalıcı bir “iç barış” sağlanamadığı takdirde ise bugün HTŞ’ye destek veren güçler başka seçenekleri denemek de isteyebilirler.
Türkiye’nin de bütün bu ihtimalleri göz önünde tutarak yoğurdu bu sefer üfleyerek yemesinde fayda var.