Kapitalizmin temeli nedir diye sorarsanız ‘çıkar maksimizasyonu’ derim. Herkes kendi çıkar ve menfaati peşinde koşarak, imkanlarını en yükseğe taşımaya çalışırlar.
Böylece kapitalist sistem oluşur.
Çıkar ile hile ve hırsızlık aynı şey değildir.
Çıkar peşinde koşmak, verimliliğin de merkezini oluşturur. Örneğin tüketicinin düşük fiyat isteği sayesinde üretici baskı altında kalarak daha verimli üretime gider.
İstekler sınırsız ama kaynaklar sınırlı ise bu istek ve kaynakların optimizasyonu iktisat biliminin ana konusu olur.
Ama bütün bu işler buraya kadar.
Şimdi yukarıda yazıklarımın hepsini unutun.
Yani insanların kendi çıkarlarını en üste taşıma isteğinin kaybolduğunu düşünün. Nasıl olur? mu diyorsunuz?
Bakınız Venezuela örneğine.
Orada insanlar kendi çıkarları yerine fakirliği tercih ettiler. Orta sınıf olacakları anlatmaya çalıştı ama olmadı. Orta sınıf ülkeyi terk etti, kalanlar da fakir-yoksul ve aç bir şekilde kala kaldı.
Bir toplum fakirliği gerçekten ister mi?
Fakir ve aç kalmayı, evlatlarının geleceğinin karanlık kalmasını...
Arjantin 1900’lü yıllarda dünyanın en müreffeh ülkelerinden biriydi. Şimdilerde ise sıkça borçlarını ödeyemeyen bir yolsuzluk ülkesi durumunda.
Ya Brezilya?
Bolsonaro ile adeta yeni bir maceraya atılmış durumda. Lula sonrası zaten hiç de iyi olmamıştı.
***
Bir toplum nasıl fakirlik isteyebilir?
Mesela 1991 seçimleri aslında toplumsal fakirliğe açılan bir kapıydı. Erken emeklilik ile kişisel olarak kazanç olsa bile toplumsal olarak fakirleşmiş bir ülke yoluna girmiştik.
Toplumların refahı için tıpkı bireylerin refahında olduğu gibi kaynakların verimli kullanılması esastır. Sofrada yemek yokken lüks avize yatırımı ne kadar makul olabilir?
Toplumlar da tıpkı bireyler gibi ihtiyaç halinde yabancı kaynaklara başvurabilirler. Burada da aslolan güvendir tabii.
Mesela güven sağlanamadığında yabancı kaynağın maliyeti de oldukça yükselebiliyor. Hatta bazı noktalarda maliyete bile bakmadan “Size zırnık yok” diyebiliyorlar.
Çünkü güven tamamen bitmiş oluyor da o yüzden.
***
Bir hesap yapmamız gerekiyor. Çok basit aslında.
Şubat 2018-Şubat 2020 karşılaştırması.
15-64 yaş nüfus 1 milyon 46 bin kişi artış gösteriyor.
2018 Şubat’ında çalışabilir yaş aralığındaki her 100 kişiden 57,3 kişi iş gücüne katılım sağlıyor. Yani 1 milyon 46 bin artan nüfusun 600 bin kişisi iş gücü piyasasında çalışmaya çıkmış olmalıydı.
Eğer bu şekilde olsaydı bu kişiler iş bulamayacak ve işsizler hanesine yazılacaktı. Çünkü 2018 Şubat - 2020 Şubat arasında çalışan sayısı 27 milyon 330 bin kişiden 25 milyon 993 bin kişiye gerilemiş durumda.
Tam 1 milyon 337 bin kişinin mevcut işini kaybettiği ve 600 bin kişinin de nüfus artığında işsiz kaldığı bir durum oluşacaktı. Zaten Şubat 2018’de 15-64 yaş aralığında 3 milyon 328 bin işsiz vardı. Böylece işini kaybedenler ve artan nüfustan işsiz kalanlar sonucu işsiz sayısı şöyle olacaktı:
Şubat 2018 İşsizler: 3 milyon 328 bin
Mevcut işini kaybedenler: 1 milyon 337 bin kişi
Nüfus artışından dolayı iş arayanlar: 600 bin kişi
Toplam işsiz: 5 milyon 265 bin
Ve böylece 15-64 yaş grubunun işsizlik oranı %16,8 olacaktı. Oysa TÜİK bu işsizlik oranını %13,9 olarak açıkladı.
İyi ama önceki gece FSM Köprüsünden intihar amacı ile atlayan vatandaşımızın da dertlerini böyle çözebiliyor muyuz?
Ne dersiniz?
***
Bu hesabı neden yaptık?
Çünkü bir hafıza sorunumuz var. Ne olduğunu ve olacağını ya görmüyoruz ya da görmek istemiyoruz.
Sahi IMF Lobileri ile görüşen mi IMF’ci olur, yoksa IMF ile en büyük ve ağır programı imzalayıp Kemal Derviş’i Türkiye’ye çağıran mı?
Ya da bir başka soru ile bitirelim: Bir toplum fakirliğe razı olabilir ve zenginliği istemeyebilir mi?