Türkiye'de ekonomiyi anlamak, gerçek zeminde tartışmak zor bir iş. Ana akım olarak oluşan ekonomi tartışmalarından sıyrılmak ve bakış açısını farklılaştırmak hiç kolay değil...
Mesela bu yıl ülkemizin döviz ihtiyacı varken neden DEVLET HAZİNESİ dışarıdan döviz getirmek yerine, dışarıya borç ödeyerek ülkeden döviz çıkarır; rezervleri eksiltir.
Bakın, Hazine Müsteşarlığının "Hazine Nakit Gerçekleşmeleri" verisinden aynen aktarıyorum;
2013 yılında
Dış Borç Kullanım: 13,504 milyon$
Dış Borç Ödeme: 8,647 milyon$
Hazinenin ülkeye net getirdiği döviz: 4.857 milyon$
2014 yılında
Dış Borç Kullanım: 17,656 milyon$
Dış Borç Ödeme: 12,379 milyon$
Hazinenin ülkeye net getirdiği döviz: 5.277 milyon$
2015 yılı (Ocak-Eylül)
Dış Borç Kullanım: 7,486 milyon$
Dış Borç Ödeme: 11,201 milyon$
Hazinenin ülkeden çıkardığı net döviz: -3.15 milyon$
Tablo açık: 2013 yılında 4,857 milyon dolar, 2014 yılında 5,277 milyon dolar net döviz getiren Hazine, 2015 yılında (ilk 9 ay) dışarıya net -3,715 milyon dolar çıkarıyor. Dolar her gün rekor kırarken evin reisi konumundaki Devlet Hazinesi içeriye dolar getireceğine, evden dolarları alıp dışarı taşıyor.
2013 yılında döviz sepeti %28 yükseliyor; Hazine 4.857 milyon$ getiriyor
2014 yılında döviz sepeti %-2,3 düşüyor; Hazine 5.277 milyon$ getiriyor
2015 yılında döviz sepeti %23,6 yükseliyor; Hazine ülkeden -3.715 milyon$ çıkarıyor
(Döviz sepeti: 0,5 dolar+0,5 euro ortalamasından oluşuyor)
Şimdi gelelim ikinci basit meseleye;
Enflasyon faiz sorununa bakalım:
Herkes Merkez Bankasını tartışıyor. Faizi artıracak mı? Enflasyon niye yükseliyor? Doların önü nasıl kesilecek?
Bu çerçevede geçen yıl gıda fiyatlarını günah keçisi ilan edip olaydan sıyrılmaya çalıştık. Bu yıl ise yaz ortalarından sonra yükselen döviz kurlarına günahlarımızı yükledik. Merkez Bankasını da bu eksik tespitlerle baş başa bıraktık.
Oysa, Türkiye'nin ana sorunu "para politikası" değil. Veya şöyle ifade edelim: Türkiye'de enflasyon- döviz-faiz dengesinde Merkez Bankasının yapabileceği daha fazla iş yok. Sorunumuz makro ekonominin ana omurgası olan MALİYE POLİTİKASInda da aranmalıdır.
Bizler neden maliye politikasını hiç tartışımıyoruz? Aslında bir çok sorunun merkezi orası...
Üç yıldır büyüme oranı yerinde sayan bir ülkede aşırı talep enflasyonu nasıl oluşuyor? Sıkı maliye ve sıkı para politikası sürerken iç talep nasıl patlıyor?
Şimdi bir grafik vereceğim; olayları özetleyen bir grafik
Grafik şunu söylüyor. Gıda fiyatları geçmişte de genel enflasyonun (manşet enflasyon) üzerine çıkıyordu (mevsim şartları çok etkili).Fakat, geçmişte çekirdek enflasyon genel enflasyonun hep altındaydı.
Oysa, 2014 yılı Temmuz ayından sonra çekirdek enflasyon (-I- endeksi) manşet enflasyonun üzerinde seyrediyor.
Çekirdek enflasyon -I- endeksi Merkez Bankasının para politikası ile kontrol edebildiği ürünleri kapsıyor.
Diyelim ki piyasada 100 çeşit mal var. Merkez Bankası enerji gibi (fiyatı dünya piyasalarında belirleniyor,) gıda gibi (fiyatlar hava durumuna göre değişiyor), tütün gibi (fiyatı vergi ile belirleniyor) ürünleri çıkartarak sadece 52 ürünle oluşan sepeti, yani tamamen kontrol edebildiği ürünleri alarak en çekirdek çekirdek enflasyonu oluşturuyor.
Ve son bir yıldan uzun süredir çekirdek enflasyon manşet enflasyonun üzerinde.
O zaman şunu sormak gerekmez mi? "Merkez Bankasının nerede ise bire bir kontrol ettiği enflasyon bile toplam enflasyonun üzerine çıkmış ise sorunu nasıl sadece para politikasında arayabiliriz?"
Bunları defalarca izah etmeye çalıştık. Defalarca kaleme aldık ama konuların anlaşılması için ana akım sistemi bir türlü kıramadık.
Şimdi gelelim büyük meselemiz: "ORTA GELİR TUZAĞI"
MUSİAD, 2012 yılında ekonomi raporu açıkladı ve "ORTA GELİR TUZAĞI" kavramını kamuoyunun dikkatine sundu.
Aslında "Orta Gelir Tuzağını" ilk işleyen kurum TEPAV'dı, ama onlar konuyu kamuoyuna oturtamadı. Ne zaman ki MUSİAD raporunu yayınladı, herkes "orta gelir tuzağını" konuşmaya başladı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ekonomide son yıllarda "patinaj" yaptığımızı açıkladığında da herkes "işte orta gelir tuzağı" demeye başladı.
İyi ama "Türkiye Orta gelir tuzağında değil" diye kimsenin sesi çıkmadı- çıkamadı.
Bakın bazı rakamlar vereceğim:
Yıl 2000;
GSYH: 265 milyar $
(Sabit fiyatlarla 67 milyar 841 milyon TL)
Nüfus: 64 milyon 729 bin kişi
Kişi başına gelir $: 4,094 dolar
Kişi başına gelir sabit fiyat TL: 1,048 TL
Yıl 2010;
GSYH: 732 milyar $
(Sabit fiyatlarla 101 milyar 922 milyon TL)
Nüfus: 73 milyon 723 bin kişi
Kişi başına gelir $: 9,930 dolar
Kişi başına gelir sabit fiyat TL: 1,382 TL
Yıl 2013;
GSYH: 823 milyar $
(Sabit fiyatlarla 126 milyar 128 milyon TL)
Nüfus: 76 milyon 668 bin kişi
Kişi başına gelir $: 10,734 dolar
Kişi başına gelir sabit fiyat TL: 1,645 TL
Not: hesaplar basit ortalama alındığı için küçük sapmalar vardır.
Şimdi duruma yeniden bakalım: Olaya orta gelir tuzağı ile bakanlar için GSYH'la 2000 yılından 2013 yılına %210 artıyor. (265 milyar dolardan 823 milyar dolara yükseliyor)
Yine aynı pencereden bakanlar için kişi başına gelir 4,1 bin dolardan 10,7 bin dolara yükselerek yüzde 160 artıyor.
Tablo muhteşem.
Kişi başına gelir 10 bin doların üzerine çıktı!
"Orta Gelir Tuzağının" içindeyiz diye analizler başladı.
Ama iş öyle değil...
Bakın nasıl?
Türkiye'de GSYH gerçek büyümesi (2000-2013) % 210 değil, sabit fiyatlarla sadece %86,0'dır. Kişi başına gelir artışı da %160 değil %57,0'dir.
O zaman 2000 yılında 4 bin 94 dolar olan kişi başına gelir, şimdilerde sadece 6,500 dolar etmektedir. Bunun üzeri çalışılmış ve değer oluşturulmuş milli gelir olmamalı. Kişi başına gerçek gelirimiz 6500 dolar civarıdır ve biz ancak bu gelirin içini doldurduk.
Gerisi şişme gelirdir.
Yani, kişi başına 10-12 bin dolarla ifade edilen orta gelir tuzağı bölgesine karşılık Türkiye "orta gelir tuzağı düzeyine" gerçekte çıkmamıştır.
Görüntüde çıkmıştır ama bu çıkış bir üretim değeri ile değil; finansal makyaj ile görülmüştür; gerçek değildir. Ve nitekim makyajlar yavaş yavaş akmaktadır.
Ama bizim anlatacağımız asıl konu bu değildir. Bizim konumuz Türkiye'nin tuzak değil fırsat penceresidir.
Orta Yaş Fırsat Penceresi
Gelin Türkiye'nin aslında "Orta Gelir Tuzağında" olmadığına; tam tersine "Orta Yaş Fırsatında" bir ülke olduğuna daha yakından bakalım:
Aslında ülkeler de insanlar gibidir.
İlk evre (1)
Çocukluk ve gençlik yılları yatırım yıllarıdır. İlk yaşlar eğer bir eğitim yatırımı alınıyorsa büyük gideri olan, ama hiç geliri olmayan bir evredir. İşte ülkeler de az gelişmiş dönemlerde bu özellikleri taşırlar. Nüfusları hızla artar ve gelirleri azdır. Gelirlerini bir türlü büyük altyapı yatırımlarına ve eğitime ayıramazlar. Eğer bir lider gelip bu kısır döngüyü kırmak isterse iki temel yatırıma öncelik verilir. Kamu alt yapı yatırımları ve eğitim yatırımları en önemli öncelik olur.
İkinci evre (2)
İkinci evre ise olgunluk çağıdır: Genç insan iyi bir eğitim almışsa meslek hayatına atılır. Artık gideri azdır ama geliri her yıl artan trend içindedir. Bir insan için 20-65 yaş arası dönem, hayatının birikimini yaptığı dönemdir.
İşte ülkeler de öyledir. Orta yaş yığılmasının olduğu dönemlerde büyük ekonomik patlamalar yaşarlar.
Üçüncü evre (3)
Üçüncü evre ise yaşlılık çağıdır. Yaş artık ilerlemiştir, gelirden ziyade giderler yeniden artar. Japonya'yı hafızanıza getirin. Bir türlü enflasyonu artıramıyorlar. Bir türlü büyümeyi yükseltemiyorlar.
Şimdi geri dönelim ve Türkiye'ye bakalım:
Tarihler 1980'leri gösterdiğinde Türkiye'de Anavatan Partisi ile Rahmetli Turgut Özal iktidara geliyor. Aslında Özal darbe Hükümetinde de ekonomiden sorumludur. Dolayısı ile 80'lere Özal damgası vurmuştur diyebiliriz.
Şimdi 80'lerin maliye politikasına bakalım;
Milletten toplanan vergiler GSYH'nın yüzde 11,0-12,0 düzeyindedir. Yani, vergi olarak toplumun ödediği pek bir şey yoktur. Mesela 1986, yılında GSYH'nın yüzde 11,7'si vergi olarak devlete giderken 2006 yılında GSYH'nın yüzde 23,9'u vergi olarak devlete gidiyordu.
80'li yıllar düşük vergi ve yüksek kamu yatırım oranı ile geçiriliyor. Özellikle 1984-85-86-87 yılları vergi oranının düşük olmasına karşılık kamu yatırımının çok yüksek olduğu yıllardır.
Adeta devlet sermaye toplamıyor ama yatırımlarda öncü olarak yerini muhafaza ediyor. Bir toplum için belki de en güzel yıllar denilebilecek yıllar o dönemlerde yaşanıyor.
Aradan geçen yirmi yıldan sonra vatandaşın ödediği vergi, gelirin tam iki katına çıkmıştır ama alınan hizmet 1/3 oranına inmiştir.
1986 vergi oranı %11,7; Kamu yatırım oranı %27,2
2006 vergi oranı %23,9; Kamu yatırım oranı %8,4
1986 yılında toplanan her 100 liralık verginin 27,2 lirası yol-su-elektrik olarak kamu alt yapı yatırımlarına giderken, 2006 yılında vergiler iki kattan fazla artmasına rağmen kamu yatırımları toplanan vergilerin yüzde 8,4'üne düşmüştür.
Gelelim diğer gelişmelere...
80'li yıllarda Türkiye'de çalışma çağındaki nüfus (15-65 yaş) oranı yüzde 55,9'dur. 0-14 yaş arası nüfus ise yüzde 39,0 ile çok yüksektir.
Aradan geçen 34 yılan sonra orta yaş nüfus yüzde 55,9'dan yüzde 67,8'e yükselmiştir. 0-14 yaşa arası genç nüfus ise yüzde 39,0'dan yüzde 24,3'e düşmüştür. Ki bu 34 yılda ülkemiz nüfusu 44,7 milyon kişiden 77,7 milyon kişiye yükselmiştir.
Nüfusun demografik özelliklerine bakınca Türkiye'de nüfusun eskisi gibi artmadığını, orta yaş nüfusun yığıldığını, yaşlılık oranının sadece yüzde 8,0'de olduğunu görüyoruz. Bu arada yaşlı nüfus artışının da dikkate değer oranlara ulaşmaya başladığını gözden kaçırmayalım.
1985 yılında yüzde 2,6 olan nüfus artış hızı 2014 yılında yarı yarıya gerileyerek yüzde 1,3 oranına gerilemiştir.
Bu tablo bize hem genç nüfusa yatırım oranının azalabileceğini (eğitim gibi) hem de yaşlı nüfusa ödeneğin minimum kalacağını gösteriyor. Bir hane halkını düşünün; masraf yapılacaklar çok az ama çalışma yaşındakiler çok fazla. Tam da ekonomik kazancın pik yapacağı yıllar gelmiştir.
Tabii ki salt nüfus artışı ve vergi politikası büyümeyi etkilemiyor. Aslında sayılamayacak kadar çok etken var.
Son 25 yılda nüfus artışı yavaşlıyor ama çalışma çağındaki nüfus artıyor.
Bu müthiş bir fırsat.
Çalışacak durumda insanımız arttıkça, bakıma muhtaç çocuk ve yaşlı nüfus hızla azalıyor. Ama maalesef istihdamda ki gelişmeler bu tabloyu yansıtmıyor.
1981-1991 arasında 15 yaş üstü nüfus miktarımız 29 milyon 866 bin ortalamaya sahiptir. 15+ yaş üstü nüfusta 10 yıllık artış yüzde 29,3'e ulaşıyor, ama istihdam artışı yüzde 17,0 oranında gerçekleşiyor . İstihdamdaki bu artış bile aslında son 35 yılın en yüksek artışı oluyor.
1991-2001 arasında istihdam artışı bu sefer yüzde 17,0'den yüzde 11,9'a düşüyor. Çalışma çağındaki nüfus artışı (15+ yaş üstü) yüzde 25,3 ama istihdam artışı yüzde 11,9.
Son on yılda ise (2001-2010) istihdam artış oranı biraz yükselse bile (%15,5) hala 15 yaş üstü nüfus artışına (%17,3) ulaşılamıyor.
Bu tablo şu anlama geliyor: Türkiye'nin istihdam çağındaki nüfus ve nüfus oranı çok hızlı artıyor. Ama 80'li yıllardan sonra çalışmaya hazır nüfusu iş hayatına aktaramadığımızı görüyoruz. İstihdama katılım oranındaki düşüşle beraber ele alındığında demografik fırsatı ne derece kullandığımızı bir kez daha sormamız gerekiyor.
Özetle, 1981'den 2010 yılına 15 yaş üstü nüfusa düşen çalışan sayısı 1,82'den 2,4'e çıkıyor. Çok daha fazla çalışan olması gerekirken, çalışanın oran olarak azaldığı bir ülke oluyoruz. Yani fırsatı kaçıran ülke konumundayız...
Eğitim arttıkça iş gücüne katılımın ve istihdamın artması gereken bir ülke hayali kurarken karşımıza çıkan bir başka tablo bizi adeta şok ediyor.
1990 yılında eğitim durumu ve işsizlik dağılımına bakınca işsizlik oranının en düşük olduğu kesimin okur-yazar olmayanlar olduğu görülüyor(%4,4). Ama asıl şok edici veri yüksek öğretim sisteminde ortaya çıkıyor. 1990 yılından 2013 yılına işsizlik oranının en fazla arttığı kesim yüksek öğretim mezunlarında yaşanıyor.
1990 yılında yüksek öğretim görenlerin işsizlik oranı yüzde 6,9 iken 2013 yılında bu oran yüzde 10,3'e yükseliyor. Son 23 yılda yüksek öğretimde işsizlik oranındaki olumsuz değişim %49,3 oluyor. Aynı dönemde lise ve dengi okulda okuyanların işsizlik oranı yüzde 16,4'den yüzde 12,0'ye düşerek adete herkesi şaşırtıyor.
Son 23 yıl bize az okuyan ile çok okuyanın kaybettiği bir ülke tablosu gösteriyor. Ve maalesef bu tablo gelecek açısından hiçte hoş olmayan bir görüş ortaya çıkarıyor.
Eğitim ve istihdam tablosu Türkiye'nin büyüme ve kalkınma yolunda çok önemli bir başka sorununun yüksek öğretim sistemi olduğunu gösteriyor. Eğitimde sayısal artışın iş hayatına yansıması maalesef istenen sonuçları vermediği tablolardan ilk bakış olarak öne çıkmaktadır.
Oysa eğitim sadece ekonomik büyümenin değil asıl ekonomik kalkınmanın ana motoru olarak görülmelidir. 1980 yılında toplumun yüzde 32,5'luk kesimi daha okuma yazma bile bilmezken 2013 yılında okuma yazma bilmeyenlerin oranı yüzde 4,0'e düşüyor.
Ama asıl hızlı artış okullaşma oranında yaşanıyor. Nerede ise tüm eğitim sisteminde okullaşma oranı çok hızlı artarak genç ve eğitimli bir toplum haline geliyoruz.
Kısaca "en azından okuyoruz" diyebiliriz...
Orta öğretim görenlerin oranı 1991'de yüzde 11,0 iken 2011 yılında yüzde 18,0'e yükseliyor. Yüksek öğretim görenlerin de oranı 1991'den 2011 yılında yüzde 6,0'dan yüzde 14,0'e yükseliyor. Türkiye için yeterli olur mu bilmeyiz ama halen ulaşılan seviye 90'lı yıllara göre oldukça iyi bir noktaya işaret ediyor.
Eğitim sektörüne yapılan yatırımlar bütçeden de izlenebiliyor. Eğitim kesiminin kamu bütçesinden aldığı pay özellikle 2001 yılından sonra hızla artıyor ve yüzde 2,3'den yüzde 4,2'ye yükseliyor.
Biliyoruz ki nüfus artışının yavaşlamaya başladığı dönemlerde artık yeni okul ve yeni sınıf yatırımları azalacak ve hatta bir noktada bu yatırımlara gerek bile kalmayacak. İşte o zaman dilimleri ülkeler için eğitimin kalitesi açısından en güzel fırsat dönemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Tıpkı Türkiye'nin son yıllarda yavaş yavaş geldiği nokta gibi...
Demografik fırsat eşiğinin eğitim sistemi ile birleştirilmesi halinde Türkiye'nin önünde tarihi bir pencere açılacağı net olarak görülmektedir.
Benzer gelişme sağlık harcamalarında da ortaya çıkıyor. Sağlık sektöründe harcamalar yüzde 3,6 olan GSYH payını yüzde 4,4'e artırıyor.
Eğitim ve sağlık en fazla yatırım yapılan iki alan olarak son yıllara damgasını vuruyor. Örneğin 1980-1990 arasında 114 bin olan hastane yatak sayısı yüzde 20,5 artışla 137,6 bine ulaşırken 1990-2000 yılları arasında sadece yüzde 14,3 artışla 137,7 bine ulaşıyor Oysa 2000-2010 arasında hastane yatak sayısı yeniden hızla artıyor ve 200 bine ulaşıyor (artış %32,5)
Sağlık harcamaları için asıl büyük tehlike yaşlı nüfusa geçildiğinde ortaya çıkacaktır. Yaşlılık oranındaki artış ile sağlık giderleri arasında bağ sıkılaşacak ve gelecekte en fazla gider yazılan sektörlerin belki de başında sağlık sektörü yer alacak.
Genç yaşta emeklilik ne anlama geliyor?
Orta yaş fırsat eşiğinin bir başka bileşeni de çalışanlar ve emeklilerin dağılımıdır. Genç nüfusa sahip ülkelerde çalışan sayısı çok fazla olacağından tıpkı 0-15 yaş nüfusun azlığı gibi emeklilerinde azlığı çok önemli fırsattır.
Sosyal güvenlik giderlerinin ve emeklilik giderlerinin çok az olacağı bu toplumlarda nerede ise bütün sermaye orta yaş aralığına harcanmak durumundadır.
Türkiye'ye baktığımızda ise maalesef karşımıza çok iç açıcı bir tablo çıkmıyor.
1980'li yıllarda 4,7 milyon çalışana karşılık 1,2 milyon emekli sayısı olan ülkemizde 3,8 çalışan 1 emekliye bakıyordu.
Oysa bugün geldiğimiz nokta çalışanların miktarının çok daha fazla artması gerekirken emeklilerin oranı çok daha artıyor.
Aradan geçen 33 yıldan sonra sigortalı çalışan sayısı 4,7 milyon kişiden 17,3 milyon kişiye yükselirken emeklilerin sayısı 1,2 milyon kişiden 10,7 milyon kişiye çıkıyor.
Geldiğimiz noktada Türkiye'de +65 yaş üstü nüfus toplumun sadece yüzde 8,0'ini oluştururken, emeklilerin sigortalı çalışanlara oranı maalesef yüzde 55,1'e ulaşmış oluyor.
1980 yılında 3,8 çalışan 1 emekliye bakarken artık 1,6 çalışan 1 emekliye bakar duruma gelmiştir. Bu nedenledir ki 2014 yılı itibari ile emekli ve memur giderleri GSYH'nın yüzde 15'ine ulaşmıştır. Bu tablo gerçekten vahimdir...
Gelişmelerin bir başka boyutu da devlet hizmetleri oluyor. Toplanan vergilerin nereye gittiği anlamında kamu kadrosu da fırsat penceresinin diğer ayağını oluşturmaktadır.
Kamu, özü itibari ile verimsiz kabul edilen ve hızla özelleştirmelerin yapıldığı bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır.
Oysa son yıllara baktığımızda kamu personel sayısı ve bütçe yükü bize tam tersi bir durum ifade ediyor. Toplam nüfusa orantıladığımızda kamu personel sayısı yüzde 4,1 ağırlıktan yüzde 4,4 ağırlığa yükseliyor. Son 13 yılda 70 milyar dolardan daha fazla kamu malı özelleştirilmesine rağmen kamu personel sayısı nüfusa oranı azalmak yerine artış yaşıyor.
2006 yılında GSYH'nın yüzde 5,0'i kamu personeline maaş olarak ödenirken 2014 yılında bu oran yüzde 6,3'e yükseliyor. Ve sonuçta emekli ve personel maaşları olarak devlet GSYH'nın yüzde 15'ini dağıtmak durumuna geliyor.
Sonuç: Türkiye "orta gelir tuzağı" olarak tabir edilen bir konumda değil, tersine tarihi bir fırsat eşiğindedir. "Orta Yaş Fırsatı" olarak tabir edilen bu aralığa TUSİAD 1999 yılında "Türkiye'nin Fırsat Penceresi - Demografik Dönüşüm ve İzdüşümleri" raporu ile değiniyor. Ama çalışma sadece nüfus alanında yoğunlaşıyor ve ekonomik alanı eksik bırakıyor.
Sonrasında yapılan çalışmalar da işi ya "eğitim ve kalkınma" boyutunda ele alıyor ya da "nüfus ve eğitimin ekonomik büyümeye etkisi" penceresi ile yetiniyor.
Bize göre "Orta Yaş Fırsatı" çok daha kapsamlı ele alınarak fırsat noktaları daha geniş açıdan kullanılması gerekiyor.
Örneğin ekonomiye "Orta Gelir Tuzağı" penceresinden bakıldığında bugün yıllık yüzde 3-4 büyüme oranlarını yeterli görebilecek noktaya gelebiliyoruz. Ama eğer ekonomiye "Orta Yaş Fırsat Eşiği" penceresinden bakacak olursak yıllık büyüme oranlarımızın yüzde 6-7 aralığının üzerinde olması zaruretini anlıyoruz.
Bugün kaçırdığımız bu fırsatlar bizi 20-30 yıl sonra fakir ve yaşlı bir ülke ile karşı karşıya bırakacaktır. Ve işte o zaman bugün kaçırdığımız yıllara çok fazla "keşke" demek zorunda kalacağız.
Bugün bütçe ve para politikası ağırlıklı olarak bakılan ekonomiye "Orta Yaş Fırsat" penceresinden bakıldığında belki de ne kadar dar bir pencereye sıkışmış olduğumuzu daha iyi anlayacağız. Ve ekonomide hızla anlayış değişikliği gerektiğini kavramış olacağız.
Dünya'da bir çok ülke aynı ekonomik hızda büyümüyor. Son 20 yılda seçilen ülkelerin ortalama ağırlıklı büyüme oranları yüzde 146,1 (basit ortalama büyüme oranı yüzde 251,3) iken örneğin Endonezya yüzde 602,1 büyüme oranı yakalıyor. Ama 30 yıl önce Güney Kore'den daha büyük ekonomiye sahip olan Türkiye ve Endonezya artık daha küçük bir ekonomiye sahiptir.
Veya 30 yıl önce Türkiye'den de büyük bir ekonomiye sahip olan Arjantin artık Türkiye'nin yarı ekonomik büyüklüğü etmektedir.
1970'de nerede ise Arjantin'in 1/3'ü oranında ekonomik büyüklüğe sahip olan Güney Kore artık Arjantin'in 3 katı ekonomik büyüklüğe ulaşmış duruma geliyor.
Fırsat eşiğini kullanabilen ülkeler hızla yol alırken fırsat eşiğini yanlış kullanan ülkeler ise uzun süreli duraklama dönemleri ve fakirlik bataklığına saplanıp kalabiliyor.
Ekonomiye bu pencereden bakıldığında 1991 sonrası Türkiye'de uygulamaya alınan erken emeklilik sisteminin aslında Türkiye'nin uzun vadeli fırsat eşiğine vurulan bir darbe olduğunu anlayabiliyoruz. Veya bugün dahi emeklilik sistemini ve eğitim sistemini düzeltmeden fırsat eşiğini kullanmakta ne kadar zorlanacağımızı bir kez daha analiz etmemiz gerekiyor.
Not: Çalışmada yer alan veriler Kalkınma Bakanlığı sitesinden toparlanmıştır.
Bu çaışmaya ek olarak önerilen çalışmalar-raporlar:
1-TUSİAD Türkiye'nin Fırsat penceresi Demografik Dönüşüm ve İzdüşümleri
2-İktisadi kalkınmada eğitimin rolü - Namık Öztürk
3-Türkiye'de eğitim ve iktisadi büyüme arasındaki ilişkinin VAR modeli ile analizi -Ceyda Özsoy
4-TÜrkiye'de eğitimin kalkınma üzerindeki rolü ve eğitim yatırımlarının geri dönüş oranı - Umut Taş&üsun Yenilmez
5-Nüfus ve eğitimin ekonomik büyümeye etkisi: Türkiye üzerine bir inceleme - Osman Murat Telatar&Harun Terzi
6-Üst orta gelirli ülkelerde sağlık harcamaları ve ekonomik büyüme ilişkisi -Pınar Hayaloğlu&Hasan Çebi Bal