Çok eski tarihlerden hatırlarım ama yılını inanın bilmiyorum. Bir televizyon konuşmasında seyretmiştim rahmetli Turgut Özal’ı...
“Futbolcular hayatlarının sadece kısa bir bölümünde kazanç elde edebiliyorlar. O nedenle kısa süre için vergi almaya gerek yok” demişti.
O günlerde beraber okuduğumuz bir yakınım futbola merak sarmış ve okumayı bırakmıştı. Hatta hiçbir başka işle de ilgilenmiyordu. Gerçekten çok büyük risk aldı diye düşünmüştüm. Ya başaramazsa ne olacaktı?
Oysa işin renginin hiç öyle olmadığını dünya örneklerinden görebiliyoruz. Okuyarak, çalışarak asıl meslekler icra edilebiliyor.
Bugün asgari ücretli biri 2020 lira aylık üzerinden yılda 24 bin 240 lira kazanabiliyor. Bu değer üzerinden 35 yıl çalışsa alabileceği ücret tutarı 850 bin lira oluyor. Hadi brüt ücret üzerinden gidersek o da ediyor 1 milyon 75 bin lira.
Asgari ücretli bu 35 yıl içinde sabit fiyattan bakıldığında 137 milyon lira gelir vergisi ödemiş oluyor. Ama bugün sadece bir sezonda bırakın 1 milyonu, onun katlarını kazanan futbolcular vergi vermiyor. Aslında kulüpler kaynakta maksimum yüzde 15 stopaj ödüyor; veya öyle gözüküyor.
Bugün ülkemizde bir yılda 3-5 milyon kazanan, 15-20 yılda çok daha büyük milyonlar kazanan oyuncular var. Ama vergileri sıfır...
Zaten zora düşen kulüpleri de kamu bankaları aracılığı ile kurtarıyor ve nefes aldırıyoruz. Sanayide çalışıyorsan, madende çalışıyorsan vergini ödemek zorundasın. Yeşil sahalarda oynuyorsan üst mertebede hürmet görür ve vergi vermezsin.
Üst mertebe hürmetin yargı uzantısı kararlarını da elbette görebiliriz. Kamu gücünü arkasında hisseden bir ayrıcalıklı dünyaya hep beraber kapı açabiliriz.
Oysa bugün Soma madencileri yasal haklarını almak için yolda bile yürüyemiyorlar. Şehirlere girmeleri yasak olabiliyor ama vergileri alınabiliyor.
Neyse...
Asıl mesele kamu bankaları eliyle yürütülen eko-siyaset politikalar.
Parayı kullanan düdüğü çalıyor işte.
Bakın küçük yaşta okumayı bırakıp futbola merak saran yakınım aslında başarı elde edemedi. Ama ülke olarak kamu kaynaklarını futbolun emrine amade ediyoruz. Futbol kulüplerini kurtarıyor ve kredilerini kolaylaştırıyoruz.
Oysa iş okumaya gelince...
Oysa iş üniversiteye gelince...
Kamu bankaları birden aslan kesiliverebiliyor. Üniversiteye haciz yollayıp yönetimi değiştirecek yolu açabiliyor. Yok efendim 6 kat garanti varmış, yok efendim üniversite büyüyormuş ve ödeme gücü artıyormuş vs hikaye.
Toplum olarak ABD’nin Halkbankası’na ceza kesmesine karşı milli duruş sergilediğimiz bugünlerde meğerse Halkbankası Şehir Üniversitesi’nin peşine düşüyormuş.
Oysa ‘Milli Birlik’ günlerinde para derdinde olması gereken TİM (Türkiye İhracatçıları Meclisi) bile sınıra giderek destek gösterisi yaparken, işe göre Halkbank para hesabı yapabiliyor.
Bugün TİM’in ülke ülke dolaşıp siyasetin dışında kalarak ticaret kapılarının kapanmaması için çalışması gerekiyor.
Bundan 2 yıl önce (Mayıs 2017) siyaset perde arkası ilişkilerini düzenlemek için TİM heyetini hem de eşleri ile İsrail’e ziyarete göndermişti. Aynı tarihlerde İSO heyeti de İsrail kapılarında ziyaretini gerçekleştirmişti.
Bugün İsrail’e perde önünde çok bağırıp, perde arkasında heyetler yollamanın bir dönüşümünü yaşıyoruz. Ama perde önünde kimseye külahı da bırakmıyoruz.
Neyse...
Diyeceğim o ki, şehir içlerindeki fabrikaları arsa rantları uğruna kapattık veya şehir dışına taşıdık. Şehir içlerinde kalan askeri alanları da 15 Temmuz hain girişimi sonrası boşalttık. Hatta şehir içlerinde kalan üniversitelerinin değerli arsa ve binalarını alarak onları da şehir dışına yolladık ve yolluyoruz.
Arsa uğruna, bina uğruna üretmeyi-okumayı değersizleştirirken, konuşmalarımızda katma değerli üretimi artıracağız cümlelerini dilimizden düşürmüyoruz.
Acaba gerçek amacımız nedir diye soran var mı? Acaba üniversiteye banka kredisi yolu ile el koymaya gitmenin anlamı nedir?
Sahi, biz ne konuşuyoruz, ne yapıyoruz?
Bilen var mı?