Bu açıklama öz olarak 30. Sure’nin (Rûm) 30. Ayetindedir: Tabiî Hukuk fıtrat dinidir. Dîn-i kayyımdır, everensel ve temel ilkeleri değişmez. Fakat insanların çoğu bilmezler. İmkân bulamadığı veya aklı olmadığı için kabul etmeyenler bağışlanabilir. Aklı başında olan işine gelmediği için kabul etmiyorsa sorumludur.
Din tersine çevrilerek giyilen giysi gibi olunca, bu gerçeği reddedenler “Dîn-i kayyım”ı şekli dindarlık olarak tanıttılar. Tabiî Hukuk’un değişmez ilkeleri demek olan Şeriat’i tersine çevirdiler. Zamanla Şeriat’i bertaraf etmenin başka yolları da bulundu: Temel ilkeler doğru bir pozitif kurmaya yeterli iken, emanetleri ehline verme ilkesi terk edildi. Ulül-emr sultan oldu. Temel ilkelere uygun töre kurallarını kaynak kabul edecek yerde “örf” kelimesi, Sultan’ın iradesiyle konan kanunlar anlamına getirildi. “Nass’a muhalif içtihad”a cevaz verilmezken, hükümdarın iradesiyle konan kanunlar “örf ile tayin nass ile tayin gibidir” dokunulmazlık zırhına büründü. Temel ve değişmez ilkeleri hatırlatan “umûr-i saltanata müdahale edenler” konumunda sayıldı. Resûl-i Ekrem (s.a.) “Ehl-i kitaba zulmedenlere karşı hasım benim ve Din gününde hasımlığımı güderim” buyurduğu halde Mümtahine Suresinin 8-9. âyetlerine tamamen aykırı olarak bu emir de dinlenmedi. Bugünkü durumumuza bu sapmalar dolayısıyla düştük. Batı ülkelerinde de durum iç açıcı değildi. Toplumsal adalet ülküsü oralarda da İncil’de kalmıştı. Ancak müsbet ilimlere ve tekniğe önem verdikleri için gerçek medeniyete erişmediler ise de bu açıdan ilerlediler ve güç kazanılınca İncil unutuldu, bencil olundu.
İçinde bulunduğumuz durumdan elbirliği ile kurtulmamız gerekirken temel ilkeleri unutup Tagut’a (Mammon) kapıldık. Hristiyan yöneticiler de böyle oldu. “Uluslararası Hukuk’da dostluk değil, çıkar söz konusudur”, “İnsanlık tarihi, yaşama alanı savaşı demektir”, gibi şeytâni sloganlar, düşünmeyi unutturdu.
“İman’ı salih ameli, Hakk ve sabr ile öğütleşme” ödevimizi de unuttuk. Oysa bize dünya sınavımızda iki ağır ödev verilmiştir. Birincisi hukuk ve siyaset alanında insan onurunu eşitlik adaletiyle herkese tanımak, ikincisi de sosyal adaleti sağlamaktı. (Beled Suresi, 90/10-16). Bu surede, merhamet ile öğütleşme de vardır.
Oysa öyle bir durumdayız ki merhameti zayıflık ve sulu gözlülük olarak görüyoruz. Mağdurlar bir yana, fayton atlarını bile kurtaramıyoruz. “Sevginin adaleti” diyorum, derhal alaycılar devreye giriyorlar. Sevgiyi çağırana karşı “Ferisîler” ve “Sadukîler” ittifak ediyorlar.
Toplumbilimin laboratuvarı hükmünde olan tarihi incelerken gördüğümüz geri kalma sebeplerini açıklarken, yine bu ittifak karşımıza çıkıyor. Bizans’ın “mavi” ve “yeşil”leri gibi bölünmüş durumda kalmaktan kurtulmalıyız. Tarihin işimize gelmeyen sahifelerini yırtıp atacak yerde ibret almalıyız. Aklımızı, kalbimizi vermeliyiz. Dindarlık adına aklını kullanmayıp dumura uğratmak bedbahtlıktır.
Devlet yönetiminde liyakat ve ahlâka önem vermeli, Şûra ilkesini unutmamalı, icrada da, Meclis’te de, yargıda da liyakat ve ahlâkı aramalıyız. Bunu yapabilirsek Fasid daireden kurtuluruz:
- Meclis icraya, icra Meclis’e karışmamalıdır.
- Denetim nasıl olacak?
- Denetim yargının işidir.
- Şu halde hakim ve savcıları icra (yürütme gücü) mı seçecek, Meclis mi?
- Yargının içinden bir üst kurul seçecek!
- Şu halde hakimler hükümeti mi doğacak? vs. vs.
Hukuk devleti bilinci ve özlemi olmadıkça, Hukuk devleti için gerekli şekli düzenlemeleri de yapamayız. Aşk olmadıkça meşk olmaz.
Sorumu tekrarlıyorum: Ne yapmalıyız?
Sevgiyle!