İnsan bu ödevini yerine getirip getirmemesi ile de sınanmaktadır. Bu ödevin yerine getirilmesi, İslami terimlerle: emr bil-ma’ruf ve nehy anil-münker ile olur. Ne var ki neyin iyi neyin kötü olduğunu ayıramayan bir kimse, bu ödevini yerine getirdiği zannıyla iyiye çağırma ve kötüden sakındırma ödevini yerine getiremez. İyiyi kötü olduğu zannıyla yasaklar, kötüyü de iyi olduğu zannıyla emr eder. Kötüyü iyiden ayırabilmemiz için, önce “iyi” ve “kötü” ayırımının izafi (relatif) olmadığını bilmek ve buna inanmak gerekir. Bu bilince ulaşamayanlar çelişkili davranıştan, çifte ölçülülükten kurtulamazlar. “İki çok değerli emanet” bize bunun için verilmiştir. Çifte ölçütlü davranış örneklerine tarih boyunca çok rastlanmıştır; bugün de çok rastlanmaktadır. Kasden kötüyü seçenler de havayı dumanlandırma çabasıyla hareket ederler. Uyarmaya çalışanlara da basmakalıp sözleri hazırdır: -Hiç üzülmeyin, bu millet öyle bir millettir ki asla aldanmaz. Yöneticileri de eleştirmeyin. Onların “devlet aklı” denetiminde yaptıkları işleri de eleştirme yetkiniz yoktur!
Bu zokayı yutmayanlara da başka bir öğüt verilir: Ulül-emr zalim olsa da eleştirme ve karşı koyma hakkınız yoktur, zalim yönetici, günahlarımız dolayısıyla bize gönderilen musibettir. Karşı koyarsanız Allah’a karşı gelmiş olursunuz. Sadece günahlarınızın afvı için gözyaşı döküp tövbe etmekle yükümlüsünüz!
Hukuk Devleti (Hakk Devleti), Adalet Devleti, Sevgi Devleti; çoğunluğu gaflette olan bir toplumla kurulamaz. Allah aşkı olmazsa Hakk Devleti meşkı de olmaz.
Moğol istilasından sonra Anadolu halkı benzer bir durumda idi. Bugün maalesef “hani Taun’a da züldür bu rezil istila!” mısra’ına tam uygun bir istilanın baskısı altındayız. İslam ülkelerinin biribirine yaklaşıp dost olmaması için elden gelen yapılmaktadır. Bir toplumun perişan edilmesine başka bir sözde-islam ülkesi alkış tutmakta, bazıları da “bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” demekte, sırası gelen bir başka toplumun çektiği musibete de sırasını geçirmiş veya sırasını bekleyen ülke halkı çoğunluğu alkış tutmaktadır.
Teşhis koymak kolaydır, çetin olan tedavisidir. Sağlığı koruma tedbirlerini anlatmak için Yaratıcı tarafından gönderilen elçi ve rehberlerin karşılaştığı ihanetleri düşünürsek işin zorluğu büsbütün ortaya çıkar.
Arpacı kumrusu gibi düşünmek kolaydır, fitne doğurmamaya dikkat ederek toplumu uyandırmaya çalışmak imandan doğan cesaret gerektirir.Bizim toplumumuzdaki ürkütücü görünümlerden biri de şudur: Aslında imanı olmayan bir münafık sahtekar ortaya çıkarak peygamberlik veya rehberlik iddiasında bulunduğunda, derhal bir müridler güruhu çevresini sarmakta ve böylece bu sahtekar servet yığma ve sapmış içgüdülerini tatmin imkanı bulmaktadır.
Merhum Ikbal; 20. yüzyılın birinci yarısında ve İkinci Dünya Savaşı öncesinde “Pes çi bayed kerd ey akvam-i şark?” (Şu halde ne yapmalıyız ey Doğu milletleri?) sorusunun cevabını arıyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da bir Tabii Hukuk özlemi belirdiyse de savaşın galiplerinin böyle bir özlemi yoktu. Milletler cemiyeti de iki yüzlülükle kurulmuştu. Merhum Ikbal “Bir kaç kefen hırsızı, soyulacak kabirleri paylaşmak için bir cemiyet kurdular.” teşhisini koymuştu. Birleşmiş Milletler de çok daha ustalıkla ve çok daha kötü niyetle kuruldu. Hiç şüphesiz, bu kötü niyet maskeden ibaret bir iyi niyet çehresi takınılarak gizlendi. Birleşmiş Milletler ustalıkla insafsız canavarın, emperyalist ve ırkçı bir odağın vesayeti altına alındı. Merhum Ikbal’in sorusunu aynı şekilde soramıyoruz. “Şark Milletleri”nin çoğunluğu da zulümden kurtulup zalim olma ülküsünü benimsediler. Yine Merhum Ikbal’in sözüyle: “Mustaf’a (sa) ez ka’be hicret kerd ba ümmülkitab!” (Resulullah Kur’anı da alarak Mekke’den hicret etti.) Biz ne yapmalıyız? Herkes kendine sorsun! Kendine sor, kendin cevapla vesselam! Sevgiyle!