ABD’de 1845 yılından bu yana seçimler her dört yılda bir, Kasım ayının ilk gününden sonraki Salı günü yapılıyor. Demokratik sistemin istikrarı açısından önemli bir gösterge bu. Ancak dün bir çok Amerikalı belki de hayatlarında ilk kez ülkelerinin demokratik geleceği konusunda kaygılandı. 2000 yılından bu yana yakından izlediğim tüm başkanlık seçimleri arasında hiç şüphesiz tansiyonu en yüksek olanıydı. Bunun en önemli nedeni, bir önceki seçimleri delege sayısıyla kazanan Donald Trump’ın, son dört yıldır izlediği ve seçim sürecinde dozajını artırdığı kutuplaştırma siyasetiydi.
Bütün anketlerin Demokrat aday Joe Biden’ın açık ara zaferini tahmin etmesine rağmen, Trump herkesi şaşırtan oranda oy aldı. Adaylar favori oldukları eyaletleri rahat kazansalar da kritik eyaletlerdeki sonuçlar bütün ülkedeki seçimin kaderini belirleyecek. Özellikle Arizona’nın Biden, Ohio’nun Trump tarafından kazanılmasından sonra, gözler Pensilvanya, Wisconsin ve Michigan’a çevrildi. Bir çok Demokrat seçmenin oylarını posta ile kullanmaları, sayımı geciktirdi ve Trump’a muhtemel mağlubiyetine karşı uzun bir itiraz süreci için fırsat sundu.
Seçimin sonucu ne olursa olsun kesin olan bir şey var: Amerikan toplumu çok keskin bir şekilde kutuplaşmış ve tam ortadan ikiye bölünmüş durumda. Bir tarafta taşralı, beyaz, orta direk nüfus, diğer tarafta şehirli, iyi eğitimli, yüksek gelirli, etnik olarak çeşitlilik arz eden bambaşka bir toplum. Adeta modernite ile postmodernite iç içe geçmiş durumda.
Bu ilk grup, küreselleşme sürecinde fabrikaların başta Çin olmak üzere ülke dışına taşınmasından dolayı işlerini kaybettiler ve giderek yoksullaştılar. Geriye kalan işleri de sayıları her yıl artan göçmenlerin ellerinden aldığını düşünüyorlar. “Designed in California, Made in China” şeklinde ifade edilebilecek küresel ekonomik model ve dönüşüm bu kesimin şartlarını olumsuzlaştırdı. Zira hem işlerini kaybettiler, hem de yüksek eğitim gerektiren enformasyon teknolojisi gibi alanlardaki sınırlı istihdam imkanlarının dışına itildiler. Yine de şanslı olup da bir iş bulsalar da, nesiller boyunca ülkede yaşamalarına rağmen, ülkeye sonradan gelen Asyalı bir mühendisin dörtte biri kadar bile maaş alamıyorlar.
Bölgelerindeki prestijli ve pahalı üniversiteleri ve liberal arts kolejlerini uluslararası öğrenciler doldururken, çocuklarını ucuz halk kolejlerine yazdırmak zorunda kalıyorlar. Küreselleşmenin alışageldikleri hayat tarzlarını bozduğunu düşünüyorlar; eskinin rahat kırsal yaşamını arıyorlar. Büyük motorlu araçlarını sınırlamak ve silahlarını ellerinden almak isteyen çevreci liberallerden nefret ediyorlar. Ünlü Amerikan markalarının etiketini taşıyan giyim eşyalarının, Asya’da, Latin Amerika’da değil, kendi ülkelerinde imal edildiği bir geçmişin özlemi içindeler.
Normalde bu seçmen Bernie Sanders gibi ücretsiz sağlık hizmeti ve üniversite eğitimi vadeden bir siyasetçiye de yönelebilirdi. Ancak Amerikan orta direğini oluşturan muhafazakarlar Sanders’ın sol ajandasını kültürel değerlerine tehdit olarak görüyorlar. Onlar için bir kiliseye mensup olmak özellikle içinde bulundukları ekonomik şartlarda önemli sosyal avantajlar sağlıyor.
Kendisi muhafazakar olmasa da Cumhuriyetçi çizgide siyaset yapan Trump, 2016’da bu kesimin anti-establishment öfkesini doğru okudu. “Yeniden Büyük Amerika” sloganıyla, Çin ve göçmen karşıtı bir söylemle bu tepki dalgasının desteğiyle başkan seçildi. Trump’ın yönetiminde pandemi öncesine kadar işsizlik oranları düşmüştü ve iyi gidiyordu. Bu nedenle Trump’ın süreci kötü yönetmesi bu kesimden aldığı desteği etkilemedi, belki de daha da artırdı. Trump’ın “herşey iyi giderken Çin vebası yüzünden bu hale geldik; hesap sormalıyız” şeklindeki savunmasını kabul ettiler.
Tek blok halindeki Cumhuriyetçi tabanın aksine, Demokrat seçmenler hem eğitim ve ekonomik altyapı, hem de etnik ve dini kimlikler açısından çeşitlilik ve dağınıklık arzediyor. Bu grubun içinde yüksek eğitim ve gelir grubundaki beyazların yanısıra, siyahlar, Hispanikler, Asyalılar ve diğer göçmenler de var. Özellikle Siyahların ve Hispaniklerin seçimlerde arzu edildiği kadar motive edilemedikleri iddia ediliyor. Bill Clinton ya da Barack Obama gibi dinamik ve genç bir aday çıkarması durumunda sonuç belki daha farklı olabilirdi. Ancak sorun sadece lider faktörü değil; ekonomik ve sosyal yapının dönüşümü ile ilgili etkenlerin de Demokratlar tarafından doğru analiz edilmesi gerekiyor.
Seçim anketlerinin ne Cumhuriyetçi ne de Demokrat seçmenin nabzını doğru tutamadığı ortada. Sonuçlar sadece anket şirketlerini değil akademik sosyal bilim analizinde metod tartışmalarını da tetikleyebilir. Siyaset Bilimi sosyoloji ve psikoloji gibi alanlarla entegrasyona daha fazla açık olmak zorunda. Kimliğin ve algıların rasyonaliteden daha etkili olduğu bir dünyada, ne kadar gelişmiş olursa olsunlar sadece istatistiki metodlarla sosyal gerçekliği anlamak ve yorumlamak her zaman doğru sonuçlara ulaştırmıyor.