Yedi iklime hükmeden Padişah-ı Rum

Hakan Erdem

Osmanlı İmparatorluğu dâhilinde çekirdek bir bölgeyi işaret eden “Rum” kelimesi siyasî bağlamlarda imparatorluğun bütününü nitelemek için de kullanılıyordu.

Seydi Ali Reis’in, Hindistan’ın Babürlü padişahı Hümayun’un yakın çevresine girdiğinden bahsetmiştim. Kendisi padişahtan hiç ayrılmadığını ve onunla gece gündüz konuştuklarını (mübâhase) söylüyor. Bu yakınlaşmada, imparator ve reisin ortak bir şiir zevkine sahip olmasının ve Seydi Ali’nin, Çağatayca, Osmanlıca ve Farsça şiirler söyleyip sunabilmesinin etkisi herhâlde büyüktür. Hümayun, onun şiirlerini takdirden geri durmazmış. Hatta bir seferinde Çağatayca bir gazelini okuduktan sonra Nevâî’yi kastederek, Seydi’ye, “Mir Ali Şir-i Sânî” (İkinci Ali Şir Bey) diye iltifat etmiş. Seydi Ali ise, Nevâî’ye bir ikincinin olamayacağını, “hûşe-çîni” olmaya yani onun arkasından giderek harmanda bıraktığı başakları toplamaya yeteneği olsa başka bir şey istemeyeceğini söylemiş. Hümayun ise üstelemiş ve bu gidişle bir yıl içinde “Çağatay taifesine Mir Ali Şir’i unutturursun” demiş.

Mübâhasenin bir anlamı şundan bundan bahsederek sohbet etmekse bir anlamı da bahse girişmekti. İkisi arasında kibarâne çekişmelerle dolu pek çok sohbet geçtiği anlaşılıyor. Konular da her zaman aşk, şarap ve şiir üzerine değildi. Bazen, deyim yerindeyse “zülf-i yâre” de dokunuyor, siyaset konuşuyorlardı. Hümayun, belki de, ağzından “diyar-ı Rum” kelimelerini düşürmeyen ve Hindistan’da kalması yönündeki her cazip teklifi reddeden Seydi Ali’yi ikna etmek için ona takılmakta veya hafifçe sataşmaktaydı. Günlerden bir gün, “Vilâyet-i Rum mu köpdür (çoktur, büyüktür), yoksa Hindustan mı köpdür?” diye bir soruyu ortaya atmasını bu bağlamda değerlendirmelidir.

Eğer Hümayun, “Vilâyet-i Rum, buradan daha mı büyük, daha mı zengin, padişahı benden daha mı güçlü? Ne var ki gidiyorsun?” makamında bir soru sormuşsa Seydi Ali de bu imayı kabul ederek bilmezden gelmişe benziyor: “Padişahım, Rum’dan murad nefs-i Rum ise, ol Vilâyet-i Sivas’dır, Hindustan çokdur. Amma Padişah-ı Rum’a tâbi olan memâlik ise Hind anın öşr-i aşirince (onda birince) yoktur.” Hümayun, tabii ki kendisini ve ülkesini Osmanlı’nın, merkezi Sivas olan Rum vilayetiyle karşılaştırmıyordu. Dolayısıyla, “murad cümlesidir” cevabını verdi. Seydi Ali Reis’in “ispat” faaliyeti de o zaman başladı. Nasıl olacaktı da, Hindistan, Rum’un onda biri bile etmeyecekti?

Reisin tarih, coğrafya ve astronomi bilgisine başvurduğu görülüyor… İskender nasıl yedi iklime sahip olup dünyaya hükmetmişse, Padişah-ı Rum da öyleymiş. İskender’in ömrü ve saltanat süresi belli olduğuna göre, onun bütün dünyaya hükmetmesi akla aykırıymış çünkü rub’-i meskûn’un (karalar) yüzölçümü “dört bin kere bin ve altı yüz altmış sekiz bin altı yüz yetmiş fersah” imiş. Seydi Ali’nin verdiği bu rakamın (ve arz ve tul sayılarının) sağlamasını yapmayı benden daha ehil olanlara bırakayım ve söylemek istediğinin, İskender’in kısa saltanatı sırasında dünyayı değil fethetmek, gezip dolaşmaya bile vakit bulamayacağı hususu olduğunu vurgulayayım.

Seydi Ali, tartışmasını şöyle sürdürmüş ve İskender için: “Galiba ‘Her iklimden Padişah-ı Rum gibi hissedar olup anın için yedi iklime hükmetti’ denir” demiş. Hümayun, “Padişah-ı Rum’un yedi iklimde hissesi var mıdır?” deyince de taşı gediğine koymuş:

“Evvela Yemen, iklim-i evvelden ve Mekke-i Şerife, iklim-i sâniden ve Mısır, iklim-i sâlisden ve Halep, iklim-i râbiden ve Dârü’s-Saltana-i Mahruse-i Kostantıniyye, iklim-i hâmisten ve Kefe, iklim-i sâdisten ve Budin ve Peç, iklim-i sâbidendir. Bunların her birinde Padişah-ı Rum’un beğlerbeğileri ve kadıları olup hükm ve hükûmet ederler…”

Hümayun’u ikna etmek için aslında bu kadarı bile yeterli olmalıydı ama Seydi Ali bir de Çin hikâyesi anlatarak savunduğu pozisyonu perçinlemek istemiş. Gücerat’ta, Suret limanında tanıştığı Hace Bahşi ve Kara Hasan adlı “sevdâgerler” den (sevdalı, âşık, tüccar, belki maceraperest?) işittiğine göre Vilayet-i Çin’de bayram olduğunda “sevdâgerler” bayram namazını kılmak istemişler. Her taife kendi padişahları adına hutbe okutmak istemiş. “Rum sevdâgerleri” Çin hakanına giderek “Bizim padişahımız Mekke ve Medine ve kıble padişahıdır’” demişler. “Vilâyet-i Çin’de Padişah-ı Rum adına hutbe” okunduğunu aktaran Seydi, “Bu makule ahvâl kimin hakkında olmuştur?” diye sorunca Hümayun da insaf etmiş ve kendi hanlarına ve sultanlarına hitap ederek; “Hak budur ki, rû-yi zeminde padişahlık namı devletlü hûndigârun (hünkârın) hakkıdır. Özgening değüldür” diye kabul etmiş.

Görsel’in açıklaması: Yazıcızâde Ahmed Bican’ın Envarü’l- Aşıkin adlı eserinden şematik dünya haritası veya iklimler diyagramı.

Saded dışına çok çıkmaksızın, Hümayun’un takılmalarına devam ettiğini not edeyim. Bir gün de Kırım Hanı hakkında sorular sormuş. Seydi Ali, ona da saltanatı kendi padişahının verdiğini söyleyince, Hümayun biraz manidar bir şekilde “Ol, sahib-i hutbedir diye istima olunur” (işitilir)” yorumunda bulunmuş. Söylemeye pek gerek yok ki, hutbe, İslâm dünyasında egemenlik işaretlerinden biriydi ve eğer bir yönetici kendi adına hutbe okutuyorsa bu onun bağımsızlığını göstereceği için Hümayun; “Kendi adına hutbe okutuyorsa nasıl olur da saltanatı Osmanlı padişahı verir?” noktasındaydı. Âl-i Cengiz’den gelen Kırım hanları gerçekten de adlarına hutbe okutup para bastırabiliyorlardı. Öte yandan hanların atamaları ise Giray hanedanı içinden olmak kaydıyla İstanbul’dan yapılıyordu. Kısacası Hümayun haklıydı ama Seydi Ali Reis de haklıydı. Hümayun’a verdiği cevap, sahadaki bu esnekliği yansıtacak bir nitelikteydi: “Padişahım, sair padişahlardan padişahımızın külli imtiyazı oldur ki sahib-i hutbe ve sahib-i sikke padişahlık inayet eder.”

Rum tartışmasına dönersek, yukarıda, Seydi Ali ve Hümayun arasında geçen diyalogdaki “Rum”, belli herhangi bir kara parçasını veya Osmanlı İmparatorluğu içinde belirli bir kültürel coğrafyayı değil Rum Padişahı’nın hükmünün geçtiği yerlerin bütününü işaret ediyordu ve dolayısıyla hem Hümayun hem de Seydi tarafından siyasî bir anlamda kullanılmıştı. Bu, tabii ki Seydi Ali’nin zihnî haritasında “Rum” deyince İmparatorluk sınırları içerisinde ayrıca belli bir bölgenin canlanmadığını göstermez.

Cemal Kafadar’ın da dikkat çektiği üzere, uzun seyahatlerinin sonucunda Bağdat’tan Osmanlı ülkesine giriş yapan Seydi Ali, kendini diyar-ı Rum’a gelmiş saymıyor olmalıydı ki Vali Hızır Paşa ile görüştükten sonra “Diyâr-ı Rum’a azm olundu” (gitmeye niyet edildi) notunu düşmüştür. Aynı şekilde Diyarbekir’den yola çıkarak “âstâne-i saadete yüz sürmek ümidi ile Vilâyet-i Rum’a müteveccih” olur. Demek ki Diyarbekir de hâlâ “Rum vilayeti” dışında bulunuyordu. Gerçi Malatya’dan yola çıkarak da bir vilayet-i Rum’a ulaşır ama bu Malatya’nın Vilayet-i Rum dışında kaldığını göstermez çünkü burada vilayet-i Rum’dan kasti Sivas’tır. “Vilâyet-i Rum’a yani Şehr-i Sivas’a gelinip” diyor…

Şu birkaç örnekten de anlaşılacağı üzere Seydi Ali Reis, “Vilayet-i Rum” nitelemesinin çeşitli dar anlamlarından tabii ki haberdardı. İlginç olanı şu ki, yeni bir isme lüzum görmeksizin aynı kelimeleri Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünü için de kullanmıştır. İlk bakışta bu geniş ve siyasî kullanımın özellikle yabancıların bulunduğu bağlamlarda söz konusu olduğu düşünülebilir. Meselâ, İran’dayken de Şah Tahmasb ile görüşürlerken, Şah, “Vilâyet-i Rum’un beğlerbeğilerinin ve ümerasının dirlikleri ne miktar tümen olur?” diye sormuş. Seydi, artık ona da “Sivas’ı mı kastettiniz yoksa hepsini mi?” tarzında bir retorikle karşılık vermemiş ve doğrudan imparatorluğun bütününü kapsayan bir cevap vermiş; “Diyâr-ı Rum’da padişahımızın beğlerbeğilerinin ve ümerasının dirlikleri kendülere mahsustur. Leşkerin her birisinin padişahtan başka dirlikleri vardır” demiş. Yani, diyar-ı Rum’da, askerlerin padişahtan aldıkları kendi dirlikleri, komutanların dirliklerinden başkaymış. Bu dirliklerin hepsi toplansa tümen (10,000 akça) değil, nice bin lek (bir lek, 10 tümen, 100,000 akça) belki nice yüz külür ( bir külür 100 lek) olacağını söylemiş.

Seydi Ali, burada, Rumeli, Anadolu, Mısır, Budin, Diyarbekir, Bağdad, Yemen ve Cezayir’i hiç çekincesizce “diyar-ı Rum”un parçaları olarak sayıyor. Şaha söylediğine göre, Vilâyet-i Rum’un diğer ülkelere göre çok önemli bir farkı bulunuyormuş:

“Özge vilâyetlerin padişahları, hanları ve sultanları ile nöker (asker) kendülerinin olmağla müdara üzere olup Vilâyet-i Rum’da leşker saadetlü padişahımızın olmağla beğlerbeğileri ve ümerası sair bendelerinden madud olup zerre ve şemme emr-i şeriflerinden tecavüz etmek ihtimâl değildir.”

Yani başka ülkelerde komutanların kendilerine bağlı ve merkezî hükûmetten geliri olmayan askerleri olduğu için padişahlar bunlarla iyi geçinmek veya alttan almak durumundaymışlar. Vilâyet-i Rum’da ise asker padişahınmış ve padişahtan ayrıca gelirleri olurmuş…

Biraz önce söylediğim gibi Seydi Ali’nin, sadece yabancılarla konuşurken kestirmeden gidip bütün Osmanlı İmparatorluğu’nu “Vilayet-i Rum” olarak adlandırdığını düşünebilirdik. Ne var ki, Seydi, tamamı Osmanlılardan oluşan hazırun önünde de aynı geniş ve siyasî Vilâyet-i Rum nitelemesini kullanmaktaydı. Mesela, Diyarbekir valisi İskender Paşa ile görüştükten sonra yeryüzünde “ne Vilâyet-i Rum’a muadil bir vilâyet ve ne padişah-ı âlem-penâh hazretlerine ‘adil olur (kıyaslanabilir) bir padişah vardır” diyor. “Leşker-i Rum’a mukabil olur leşker olmak; cihân içinde bir dahi mutasavver değildir” hükmünü verirken de Osmanlı’nın belli bir bölgesinin askerlerini değil, padişahın tüm askerlerini kastediyor. Başka türlü düşünemeyiz. Yoksa, Hak’tan “Vilâyet-i Rum’u âbâd” etmesini ve padişahın ömür ve devletinin uzun olmasını, askerlerinin her zaman zafer kazanmasını dilediğinde bu dileklerden, mesela bazı bölgelerin askerlerinin istisna edilmesini niyaz ettiği gibi bir sonuç çıkardı!

Seydi Ali’nin geçen yazımda sözünü ettiğim, başından gitmeyen o sevdasına gelince; aslında o da konumuzla ilgili. Reisimiz, Hürmüz limanını ve Gücerat’ı, Rum’a ilhak etmek istiyormuş. Kendi ifadeleri şöyle: “Bender-i Hürmüz ve Memâlik-i Gücerat, Vilâyet-i Rum’a ilhak olmak arzusu hatırdan çıkmayıp…” Hem Osmanlı devlet adamlarından bazılarının hem de Gücerat’ın Rumî elitinin desteklediği bu projenin her şeyden önce siyasî bir nitelik taşıdığı aşikârdır. Gücerat’ın veziri İmadü’l-mülk de gemilerinin Rum padişahının limanlarına gidip gelmesinin kendileri için önemli olduğunu söylediğinde, o dönemde Süveyş Kanalı olmadığına göre, başka bağlamlarda Rum’dan sayılmayan Arabistan ve Mısır limanlarını kastediyordu.

Eğer böyle bir ilhak olsaydı, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerçek anlamda denizaşırı bir vilâyeti olacak, başka bir deyişle Vilâyet-i Rum, siyasî olarak Hint altkıtasına da yayılmış olacaktı. Ama Seydi Ali Reis’in Gücerat’tan dönebileceği bir Vilayet-i Rum da hâlâ olacaktı. Buna, çekirdek kısmına “Rum” denilen bir siyasî teşebbüsün genişlemesi de diyebiliriz. Diyar-ı Rum’un siyaseten kendine bağlı olan taşrasıyla acaba nasıl bir ilişkisi vardı? Bunlar çeşitli tartışmalar üretmeye teşne verimli konular ama bu yazının da sonuna geldik. Vilayet-i Rum’un siyasî sınırlarının coğrafi ve/ya kültürel coğrafî sınırlarla aynı olmadığını dolayısıyla da genişleyip küçülmeye çok daha açık olduğunu söyleyerek sözü bağlayayım.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.