III. Selim’in sadrazamlarından Koca Yusuf Paşa, vakanüvis Âsım’a göre kalyonlardan yetişme cahil bir leventti…
Yusuf Paşa iki defa sadrazamlık yaptı. Sonradan koruyucusu olan ve aynı hizip içinde bulunacağı Cezayirli Gazi Hasan Paşa gibi köle kökenliydi ve aynen onun gibi özel bir şahsın kölesi olup devlet hizmetine sonradan geçmişti. Kaynaklar, “Gürcü” kökenli olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Cezayirli için böyle bir görüş birliği yoktur ama o da “Kafkasyalı” kabul edildiği için onun da Gürcü olması ihtimali vardır.
Aslında, Osmanlı kaynaklarının “Gürcü” nitelemesi bir kişinin etnik aidiyetinin gerçekte ne olduğu konusunda çok aydınlatıcı değildir. Osmanlılar da İranlılar, Ruslar ve hatta Batılılar gibi bölgeye “Gürcistan”, oradan gelenlere de Gürcü demekle yetinmiş, Kartuli Ena, Mingrel, Svan gibi çeşitli dil farklılıklarını dikkate almamışlardır. Sadece yine bir Kartvel dili olan Çan veya Laz dilini konuşanları ayrı tuttuklarını ve onlara asla Gürcü demediklerini not edelim.
İşte bu kayıtla söylemek gerekiyor ki 18.Yüzyılın sonlarında ve 19.Yüzyılın hemen başlarında Osmanlı İmparatorluğu yöneticileri arasında ciddî bir “Gürcü” yoğunlaşması dikkati çekiyor. Koca Yusuf Paşa’nın selefi Şahin Ali Paşa da bir Gürcü’ydü ve kölelikten yetişmeydi. Aynı şekilde onun haleflerinden olup 1798-1805 arasında, III. Selim’in en uzun süreyle başta kalan sadrazamı olan Yusuf Ziya Paşa da Benli Hacı Mustafa Ağa (sonra bir ara Kaptan-ı Derya ve Paşa) adlı birinin Gürcü asıllı kölesiydi. Listeyi daha uzatabiliriz, bu kölelikten yetişen Gürcü vezirler arasında II. Mahmud’un ilk yıllarında sadrazamlık yapan Hurşid Ahmed Paşa da vardır. Bunun tabii ki bir de harem ayağı vardı. Hiç uzağa gitmeye gerek yok, III. Selim’in annesi Mihrişah Sultan da Gürcü asıllı bir cariye idi.
Kendilerine “Gürcü” denen bu kişiler arasında, sevgili hocamız Metin Kunt’un anlattığı türden bir “cins” dayanışması var mıydı? Daha önemlisi, bu dayanışma başka bir etnik gruba, diyelim ki, yine onun teşhis ettiği gibi Balkan kökenlilere veya bu devirde Osmanlı seçkinleri arasında daha bir sıklıkla görülmeye başlayan Anadolu Türklerine karşı mıydı, bu noktaların daha fazla araştırılmaya ihtiyacı vardır. Yalnız, bir ara çok moda olmuş gibi görünen bu Gürcü (veya geniş anlamda Kafkasyalı) kölelerin artık çoktan bırakılmış olan “devşirme” yöntemiyle edinilmediğini veya savaşlarda doğrudan esir edilen kişiler olmadığını not etmek gerekir. Bunların, ticaret yoluyla, devlet hizmetinde olan veya olmayan özel şahıslarca edinilmeleri ve onlar tarafından eğitildikten sonra bir şekilde devlet hizmetine geçmeleri gibi bir kalıptan söz edebiliriz sanırım.
Koca Yusuf Paşa’ya dönersek, Yusuf, 1748’de, tersane liman reisi Hasan Kaptan tarafından satın alınmış ve zamanla onun hazinedarı olmuş. Hazinedarlık yaptığına göre vakanüvis Âsım Efendi’nin, onun, halk tabakasından ümmî bir kalyoncu levent olduğu yolundaki sözlerini ihtiyatla karşılamak gerekir. Yusuf, pek çok kölenin durumunda olduğu gibi azat edildikten sonra da efendisinin yanında çalışmış. Onun ölümünden sonraysa kışları Kasımpaşa’da kahvehane işletmeye başlamış. Yazları ise, başkalarının da koyduğu sermayeyi alır ve donanmayla sefere çıkar, ticaret yaparmış. Burada bu tür ortaklıklara “müdarabe” dendiğini ve Osmanlı devlet donanmasıyla ticaret yapmanın hiç tuhaf bir şey olmadığını, hatta bunun III. Selim zamanında özellikle teşvik edildiği hususlarını kaydedelim.
Yusuf’a sermaye verenlerden biri Cezayirli Hasan Kaptan’mış. 1770’te kaptan-ı derya olunca da Yusuf’u önce hazinedarı yapmış, sonra da devletten “kapıcıbaşı” rütbesi alarak kendisinin kapı kethüdası, yani İstanbul’daki temsilcisi olarak atanmasını sağlamış. Âsım, Yusuf’un bu sayede Saray’a ve Babıali’ye gidip gelmeye başladığını ve devlet adamları tarafından tanındığını söylüyor. Cezayirli Hasan Paşa’nın rakibi olan Halil Hamid Paşa’nın, I. Abdülhamid’i tahttan indirerek Şehzade Selim’i çıkarmaya çalıştığı gerekçesiyle Nisan 1785’te idamından sonra Yusuf Ağa’nın önü birden açıldı. 1774’deki dört beş aylık bir ara hâricinde 1770’ten beri kaptan-ı deryalık makamında olan Cezayirli, kendisi geri planda durarak adamı Yusuf’u, Şahin Ali Paşa’nın yerine sadrazam yapmak istedi. Yusuf’a önce vezaret verilerek Mora valisi yapıldı. Yusuf Paşa görev yerinde bir yılı bile doldurmamıştı ki Cezayirli’nin bastırmasıyla, 24 Ocak 1786’da sadrazamlığa getirildi.
Yusuf Paşa, Osmanlı kaynaklarında, felaketle biten 1787-1792 Rus seferinin açılmasının baş sorumlusu olarak gösterilir. Devlet hizmetindeki tecrübesizliğinden dolayı Osmanlı devletini tanımadığı gibi yabancı devletlerle olan ilişkiler hakkında da bir fikri olmadığı söylenir. Mesela Âsım, “Devlet-i ‘aliyye neden ibaret” ve “düvel-i saireden” kimin dost, kimin düşman olduğunu bilmediğini, dahası vezaretin ve sadrazamlığın ne anlama geldiğinden de bihaber olduğunu söylüyor. Kısacası, “umur-ı hâriciyye ve dâhiliyeden” külliyen habersiz “sâde-dil” bir kişi ve “uralım alalım yoldaşım, arkadaşım” demekten başka söz söylemeyi beceremeyen, hünersiz ve irfansız biriymiş.
Bu tür eleştirilerin, Koca Yusuf Paşa iktidardan düştükten çok sonra, hatta vefatından da sonra yapıldığını dikkate almak gerekir. Âsım’ın onu gereğinden fazla teçhil ettiği açık bir şekilde görülüyor. Hâl böyleyse, Koca Yusuf Paşa’nın, çağdaşı ve devlet hizmetinde kendisinden kat kat daha eski olan paşalara göre neden daha dirayetli bir sadrazam ve komutan olduğu sorusu cevapsız kalır. Şöyle ki Yusuf Paşa, savaşın başlarında özellikle Avusturya cephesinde büyük başarılar sağlamış, ancak O, Rus cephesinde işlerin sıkışması üzerine Doğu Balkanlara yönelince Avusturyalılar da Belgrad’ı işgal etmek dâhil bazı başarılar kazanabilmiştir. Bu konuda söylenecek bir şey varsa, Yusuf Paşa’nın, Kırım’ın ilhakından dolayı Rusya ile bir an önce savaşmak isteyen İstanbul’daki savaş lobisine, üstelik Sultan I. Abdülhamid de savaş taraflısı olmadığı hâlde gereği gibi direnememiş olmasıdır. Ayrıca, savaş açıldığı sırada Mısır’da olan Cezayirli apar topar İstanbul’a döndüğünde, Âsım’ın dediği gibi, sadrazamı sefer açılması konusundaki tehalük ve acelesinden dolayı kabahatli bulup ayıpladıysa, bu savaşın açılmasında onun da tereddütleri olduğu anlaşılır. Dolayısıyla Yusuf Paşa’nın da hamisine rağmen ne kadar savaş taraftarı olabileceği tartışılır. Ayrıca, bu savaşın başlamasında Rus Çariçesi II. Katerina’nın da herhâlde bir sorumluluğu bulunuyordu…
III. Selim’in ise amcasının halledilerek kendisinin tahta çıkarılmasını engelledikleri için hem Cezayirli’yi hem de Koca Yusuf’u sevmediği söylenir. Bununla birlikte, tahta çıktığında sadrazam olan Yusuf Paşa’yı yerinde tutmuş, daha sonra Cezayirli Hasan Paşa’yı da ilk kez olmak üzere sadrazamlığa getirmiştir. Dahası, III. Selim, Cezayirli’nin ölümünden sonra kura çekerek sadrazam yaptığı Rusçuk âyanı Süleyman Ağa’nın oğlu Şerif Hasan Paşa’yı tüfekli bir suikast ile öldürttükten sonra 27 Şubat 1791’de, Koca Yusuf Paşa’yı bir kez daha sadrazam yapmıştı. Yusuf Paşa bu ikinci sadaretinde Ruslar ile güç bela bir mütareke yapmış, İstanbul’a dönmüş fakat 4 Mayıs 1792’de, henüz Yaş Antlaşması imzalanmadan görevden alınmıştır. Koca Yusuf Paşa’nın daha sonra kısa süreli bir Anapa valiliği vardır. Oradan da kendi isteğiyle Cidde Valiliği’ni istemiş ve 1800 yılında vefat etmiştir.
İşte, Asım’ın “kalyonlarda perverde (yetişmiş) merd-i gafil” diye nitelediği Koca Yusuf Paşa’nın bir lâyiha yazarak Osmanlı devletinde ne yapılması gerektiğine dair tartışmaya katılması bu ikinci sadrazamlığı sırasındadır. Bugün bu lâyihanın hem tam metnine hem de askerî konulardaki özetine sahibiz. Yusuf Paşa’nın lâyihası, Elhac İbrahim Efendi ve belki Tatarcık Abdullah Molla’dan sonra, halkın durumunu en çok dikkate alan, oldukça iyi yazılmış, askerlik konusunda somut önerilere sahip bir metin olmasına rağmen, Cevdet Paşa’dan başlayarak tarihçiler tarafından en az anlaşılmış lâyihadır dersek pek abartmış olmayız.
Koca Yusuf Paşa, lâyihasına orduya “bir nev‘i- cedid rabıta ve nizam” ve devletin her işine intizam vermenin bir farz olduğunu söyleyerek başlıyor ve yazdıklarının bu konuda ancak bir başlangıç olduğunu belirtiyor. Her şeyden öncelikli ve önemli olanın şeriata tutunmak olduğunu söylüyor. Reaya fukarasına çıkarılan vergilerin ve yapılan zulmün tahammülden hâriç olduğunu, devletin refah ve imarı için, “vediatullah” olan reayanın korunması amacıyla, derebeyleri, âyan, diğer yöneticiler ve mubayaacıların yaptığı zulümlerin önlenmesini istiyor. Vezirler için söyledikleri de yine Hacı İbrahim’in fikirlerine benziyor. Âyan ve zorba takımına fırsat vermemek için vezaret unvanının merkezî devletin adamlarına verilmesini öneriyor. “Devlet anı bile ve ol dahi Devlet-i ‘aliyye ne olduğunu fehm eyleye” diyor.
Yusuf Paşa daha sonra, ancak II. Mahmud zamanında uygulamaya geçirilecek olan asker toplama amaçlı bir nüfus sayımı yapılmasını teklif ediyor. Valiler, kendi vilâyetlerinde ve kadılar aracılığıyla erkek nüfusu sayacak ve her haneden ancak bir tüfekçi yazacaklarmış. Bunlar her türlü vergiden muaf tutulacak ve haftada iki gün subayları gözetiminde eğitime çıkacakmış. Paşa’nın, bir bakıma âyan ve vezirlerin zaten yaptığı şekilde köylülerden ateşli silah kullanan birlikler oluşturmayı daha örgütlü bir şekilde yapmak ve Osmanlı ordusunun belkemiği olacak bu askerleri vilâyetlerde, bulundukları yerlerde tutmak düşüncesinde olduğu anlaşılıyor. Yusuf Paşa, vezir ordularının tamamen bu tüfekçilerden ve kendi iç ağalarından oluşmasını istiyor ve bundan böyle deli / delil denilen askerlerin vezir kapılarında istihdam edilmemesini ve levent ocağı nasıl ortadan kaldırıldıysa bunların da kaldırılmasını öneriyor.
Yusuf Paşa’nın taşradaki yeniçerilerin sayısını azaltmak konusunda da bir planı vardır. Buna göre vilâyetlerde kim yeniçerilik iddiasındaysa İstanbul’a çağrılmalarını söylüyor. Asıl amacının binlerce kişiyi İstanbul’a getirtmek olmadığını, bu iddiada bulunanların “çift ü çubuk ve hars u ziraatlerini” bırakarak İstanbul’a gelmelerinin beklenemeyeceğini, maksadın, gelmeyi reddedenlerin yeniçerilik iddiasını bırakarak reaya olmalarını sağlamak olduğunu açıklıyor. Ama az miktarda gelen olursa onların da eski acemi ocağı askerleri gibi haftada iki gün eğitime tabi tutulmaları gerektiğini söylüyor. Dahası, devlet bunlar için masraf yapmayacak, hangi ortaya kayıtlıysalar masrafları o orta tarafından karşılanacakmış.
Paşa’nın yeniçeri maaş belgelerinin (esami) alınıp satılmasından dolayı devletin verdiği asker maaşlarının yerine gitmediği konusunda herhangi bir şüphesi yoktur. Kısacası, Ocaklarda bilfiil asker olan çok azdır. Kendilerinden asker istenildiğinde “Müceddeden tashih edelim, dalkılıç yazalım” gibi cevaplar alındığını söylüyor. İstanbul’da uygun yerlere top ve humbara talimhaneleri yapılmasını ve buralara “Bu ocakların semtine uğramamış, Anadolu ve Rumeli caniblerinden evailde olduğu misüllü genç uşaklardan evvel emirde on- on iki bin neferat-ı cedide” getirilmesini öneriyor.
Yusuf Paşa’nın ifade şeklinden bu askerlerin sadece topçu ve humbaracı olacakları gibi bir izlenim edinmek mümkündür. Gelenlere “az vaktin içinde fenn-i top ve humbarayı kemaliyle talim ve tahsil” ettirilmesinden söz ediyor. Yalnız, bu rakam sadece topçu ve humbaracılar için çok fazladır ve Paşa, biraz muğlak da olsa “sair ocakların dahi neferat-ı cedide tedarüküyle” harp sanatları hususunda her yerde eğitilmelerini ve hep hazır bulundurulmalarını söylüyor. Dolayısıyla, açıkça telaffuz etmemesine rağmen bu iki sınıftan başka asker sınıfları, mesela, yeniçeriler için de yeni askerler getirilmesini ima ettiğini söyleyebiliriz. Bunun da, taşradaki tüfekçilere ilaveten, Paşa’nın kafasındaki yeni merkezî orduyu oluşturacak askerler olduğu anlaşılıyor.
Evet, Koca Yusuf Paşa, “delil ocağı” hâriç eski asker ocaklarının, yani kapıkulu ocaklarının ve hele hele yeniçerilerin kaldırılması gibi bir konuyu ağzına bile almıyor. Fakat önerdikleri de ortadadır. Taşrada, mevcut âyan ve vüzera kapılarındaki askerlere benzeyen tüfekçiler olacaktır. Merkezde ise yeni yapılacak kışlalarda eğitilecek olan ve aslında İstanbul kapıkulu ocaklarını devre dışı bırakacak olan “neferat-ı cedide” olacaktır. Belki de, topçu veya humbaracı diyerek, o gerekçeyle, on veya on iki bin kişilik yeni bir ordu kurmayı öneriyordu. Sonuçta, nizam-ı cedid ordusu kurulduğunda da bunun yeni bir ordu olduğu söylenmemiş, bilâkis, kapıkulu ocaklarından Bostancı ocağına bağlı oldukları ilân edilmişti. Bu arada, tarihçilerin Yusuf Paşa’yı nasıl yanlış anladıkları konusuna hiç giremedik.