Fatih Sultan Mehmed, herhalde günümüz Türkiye’sinde en iyi “bilinen” üç sultandan biridir. Tabii ki hepsinden daha iyi “bilinen” Ertuğrul Bey var, lâkin unvanı üstünde, o, sadece bey. Diğerleri, malum, Kanuni Sultan Süleyman ve II. Abdülhamid oluyor. Aralarından hangisinin daha iyi bilindiğini saptamak ise gerçekten güç bir iş gibi görünüyor ve herhalde özel bir kamuoyu yoklama çalışması yapmayı gerektirir ama yakında dizisi gösterime girdiğinde Fatih’in bir atak yaparak diğerlerinin önüne geçmesi ihtimalinin yüksek olduğunu ileri sürebilirim. Bu da bütünüyle dayanaksız bir tahmin değil, henüz “dizisiz” bir sultan olmasına rağmen Fatih, kurgu dünyasının diğer ürünleri sayesinde daha şimdiden başa güreşiyor.
Yazık. Yazık, çünkü popüler kültürün el attığı tarihî şahsiyetler belki bu ilgiye mazhar olamayan diğerlerinin asla ulaşamayacakları bir canlılık ve hatta güncellik kazanıyorlar ama bu canlılığı kazandıkları oranda da tarihî şahsiyetler olmaktan çıkıyorlar. Herhâlde yani, mesele bu değil mi zaten? İyimser meslektaşlarım, bu şekilde bir “bilinme” olgusunun faydadan tamamen ari olmayacağını, bir şekilde ilgisi uyanan çok sayıdaki kişiden hiç olmazsa bazılarının konu hakkında “ciddî” araştırmalar yapmaya yöneleceklerini düşüne dursun, açıkçası ben biraz kötümserim. Çok ileride belki… Ama bugünlerde bu “ciddî” araştırmaların herhangi bir emaresini görmüyoruz. Bilâkis, popüler kültür vasatlarında diriltilerek aramıza bir şekilde katılan ve bariz bir şekilde bugünün tartışmalarının nesnesi hâline getirilen tarihî şahsiyetlerin tuhaf bir dokunulmazlığı oluyor; enikonu tarihsel sorgulama alanının dışına itiliyorlar gibime geliyor.
Tarihçiler genelde, ya bu eşhasla ilgili popüler ve “alengirli” konulara hiç girmiyor, uzak duruyorlar ya da şerbet verecek nabızlardan hangisinin daha güçlü attığını kesinleştirdikten sonra, “Evet, evet Fatih, İtalya’ya gidiyordu, Venedik zehirletti” veya “Kanuni kuyumcuydu. Kendi tacını yapmıştır” türü popüler algıları ve imajları onaylayan ve besleyen çıkışlar yapıyorlar. Remizli rumuzlu yazarak bilimsel tarihçilik yapılabileceğine inanmadığımdan her iki tavra da, tabii ki uğraştığımız bağlam dâhilinde, birer örnek vererek daha müşahhas bir hâle getireyim.
Merhum Halil İnalcık, Franz Babinger’in 1953 tarihli Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı adlı eserine, Speculum dergisinin Temmuz 1960 sayısında tam 20 sayfalık bir eleştiri yazmıştı. İnalcık’a göre akademik dünyanın o zamana kadar ayrıntılı bir eleştiride bulunmamasının nedeni, eserinde gerekli referansları vermeyen ve kaynaklarını göstermeyen Babinger’in, bu konuda bir söz vermesi ve hepsini ikinci bir ciltte yapacağını söylemesiydi. Dönemi çalışan biri için hangi kaynakların kullanıldığını ve hangilerinin kullanılmadığını bulmanın zor olmadığını belirten İnalcık Hoca’nın sabrı taşmış olmalıydı ki bu eleştiriyi yazmıştı. Bir bakıma, eleştirilerini daha fazla geciktirmenin anlamı olmadığını düşünmüş olmalıdır. İlginç olanı şu ki, İnalcık, bu eleştirisinde Babinger’in, Fatih’in, kendi oğlu Bayezid tarafından zehirletilerek öldürüldüğü yolundaki tezine tek bir satır bile ayırmamıştı! İkinci tavra örneği ise Fatih bağlamında zaten yazmış bulunuyorum, tabii ki Sayın İlber Ortaylı’yı kastediyorum.
Safderunca olabilir ama bendeniz ise bir üçüncü yolun mevcut olması gerektiğini ve olduğunu düşünenlerdenim. Gönlüm, tarihî kişilerin ve gerçekliklerin geri dönüşsüz bir şekilde popüler kültürün çenelerine kaptırılmasından yana değil. Başka bir deyişle, tarihsel sorgulama alanının gittikçe daraltılmasına ve popüler kültür vasatlarında diriltilen tarihî kişiliklerin ve gerçekliklerin göz göre göre katledilmesine razı değilim.
Fakat farkındayım, tarihsel sorgulama alanını açık tutmaya çalışmanın belirli bir maliyeti var. Popüler kültürün ve tarihin sansasyon yaratma hassası, “o konulara” girmekten kaçınmadığınızda sizin (bu durumda benim) önünüze bir fatura koyuyor. Son, “Fatih’in Ölümü” başlıklı, yazıma yorum yazan ve iyi niyetli olduğunu varsaydığım, “fatih abbas”, bakın Karar’ın sitesinde ne demiş: “hakan hoca genelde, sansasyonel tarih yazma alıskanlıgına kapılmıs gorunuyor. sosyo ekonomik ortam mali dengeler..sartlar diger kurumlar ve isleyisleri onemsiz kalıyor.” İşte biraz önce söylemeye çalıştığım hususlardan biri tam da bu. Tarihçiler, bunun için fellik fellik kaçıyor, kaçınıyor popüler kültürün pençesine düşen konulardan. Burada 90’dan fazla makale yazdım, “sansasyonel” nitelemesinin Fatih’in son seferi ve ölümü hakkındaki son iki yazıya rastlaması bir tesadüf mü sizce? Ne yapacaktım? “Fatih İtalya’ya sefer ediyordu, Âşıkpaşazâde adlı müverrihin haber vermesiyle papalık Hekim Yakup’a zehirletti ” tezlerine ve muadillerine dikkat mi çekmeyecektim? Bırakalım o hâliyle kalsın mı?
İsmini bağışla(ya)mayan bir başka okur ise aynen şöyle demiş:
“ Bu yazar sanki o gün o olaylar gerçekleşirken oradaymış gibi yansıtmış konuyu. Sana göre başkalarınınki nasıl yanılgıysa şimdi bir çok insana görede senin yazdıkların yanılgıdan ibaret. Peki nasıl bulacağız orta yolu. Nasıl mı çok basit. İşin ehli gerçek ve dürüst araştırmacı ve tarihçilerin ortaya koyacağı belgelerle ve tezlerle. Senin gibilerinin safsatalarıyla zaman kaybetmeye bu toplumun mecali dahi kalmamıştır. Gerçi şu yazılanlara bakınca kime ve kimlere hizmet ettiğiniz açık ve net ortaya çıkıyor. Bari Biraz geniş okuyun objektif olun diyeceğim ama kime size mi? Neyse zamanımızı böylesine tutarsız şeylerle heva etmeyelim. Yinede size kolay gelsin.”
“Cevat Karakalem” adıyla mültefitâne yazan bir başka okuruma ise, şu yukarıdaki alıntının yazarı olduğunu düşündüğüm kişi bu tepkiyi vermiş:
“Yağın kilosu bayağı yüksek. Yalayın biribirinizi. Adına tarih dediğiniz saptırma haberlerle ve gerçeği gizlemeye yönelik bu kör bakış açısıyla körler sağırlar birbirini ağırlar düşüncesiyle yolunuza devam edin.”
Hakaret eden ve edep-adap dışı ifadeler barındıran yorumların siteden kaldırılmasını istemek gibi bir hakkım olduğunu bilmeme rağmen bu yolda bir girişimim olmadı. Sebebi basit, eleştirinin bu mesleğin olmazsa olmazı olduğunu düşünüyorum, en haksız eleştiriden bile sinekten yağ çıkarmak kabilinden bir yarar umuyorum da ondan.
Öyle mi yapıyorum, öyle mi yaptım hakikaten? Tarihçinin, kendi içinde yaşadığı zamanın bir parçası olduğunu iyi bilenlerden olduğumu düşünürüm. Ben mi, “oradaymış gibi” yansıtmışım konuyu? Neyi, neden düşündüğümün kanıtlarını, belgelerini, kaynaklarını paylaşmıyor muyum yazarken? Kendim oradaymış gibi yazıyor isem bu kaynakları, göstermeye, irdelemeye, tartışmaya ve bol bulamaç alıntılar yapmaya ne hacet olur ki? Ama zaman- mekân gibi iki temel dinamik içinde ve yine kaynaklar bazında bazı tezlerin gerçek olamayacağını gösterebildiysem ne mutlu bana. Mesela, “hain, Yahudi dönmesi, padişahın nedimi / sırdaşı (!)” (ve o sırada seksenini aşkın) Âşıkpaşazâde’nin, Fatih’in hepsi bir haftadan az süren bu son seferi sırasında İtalya’ya mektup yazıp papalıktan talimat gelmesini sağlamasında herhangi bir imkânsızlık görmüyorsanız, bunda bir sorun yok mu? Aynı şekilde, Âşıkpaşazâde’nin malum şiirinden yola çıkarak Fatih’in zehirlendiğinin kanıtlandığını (!) düşünüyorsanız, bekleyin de diğer kaynaklarda daha ne şiirler var, görün derim.
Dolayısıyla yok öyle bir görelilik! Efendim ben birilerinin yanılgı içinde olduğunu düşünüyor muşum da, benim düşüncelerim de başkalarına göre yanılgıymış. Tarihçilik, belirli ve iyi tanımlanmış metodolojiler içinde uygulanan bir beşerî ve sosyal bilimdir. Bir tarafa, döneme ait tek bir kaynak, tek bir kanıt, kanıtı bırakın tek bir karine bile göstermeden en aykırı hezeyanları, tez; tezden geçtim, en sorgulanmayacak olgular olarak gösterme uyanıklılığı; diğer tarafa ise eli kolu kaynakla, belgeyle, mevcut bilimsel literatürle, mesleğinin kuralları ve formel bilimsel yöntemle bağlı tarihçiler konup bir “denge” sağlanamaz. Kamuya da “işte size alternatifler sunuyoruz, isteyen istediğini seçsin” mesajı verilemez.
Neyin “orta yolu” bulunacakmış? Neyle neyin sentezini yapmalara çıkılıyor? Kim, kiminle uzlaştırılacak? Depremlerin öküzün kımıldanmasıyla olduğunu ileri süren “görüşle”, tektonik plaka hareketlerinden ileri geldiğini açıklayan görüşün aralarında bir “orta yol”
bulmak kabilinden mi olacak bu gayret? Buralarını hızla geçiyorum da bu işi, “İşin ehli gerçek ve dürüst araştırmacı ve tarihçiler” yapacakmış. Muntazırız efendim birer deux ex machina rolü atfettiğiniz bu mutasavver ve muhayyel tarihçilerin “ortaya koyacağı belgelerle ve tezlerle” bu işi yapmasına. Hatta öyle olmayacak görüşleri harmanlayıp orta yol filan bulmaya uğraşmakla zihinlerini muazzep etmelerine bile gerek yok. Bendeniz de zaten namuslu her bilim insanı ve tarihçi gibi yazdıklarımı sınanmak ve yanlışlanmak için yazıyorum. Buyurun, bekliyorum.
Sonrasında da, ah ah… Benim gibilerin safsatalarıyla zaman kaybetmeye mecali kalmayan toplumumuz faslı geliyor. Aman efendim, bu ne temsiliyet kabiliyeti, bu ne toplum adına konuşma merakıdır böyle? Öyle aykırı, öyle uçuk, öyle zaman kaybettirici, kafa karıştırıcı şeyler söylüyorum ki zavallı toplumun mecali kalmıyor… Kimlere hizmet ettiğim ise vallahi muamma. Ben anlamadım ki mecalsiz kalmış toplum anlasın. İroni yapmaya kalksan, “Ha, iki gondol sefasına 1475’te Venedik Cumhuru’nun hizmetine girmiştim, o mu?” desen, gerçek sanıp, “Yalan söylüyor, kesin daha yaşlıdır bu!” diyecekler çıkabilir.
Ama kabul… Akı kara, karayı ak göstermek bir hünerse bu memlekette var mebzulen bu ehl-i hünerden. Kendisini yine şahsen tanımadığım, hatta onun da bir müstear ad olup olmadığını bilmediğim, “Cevat Karakalem” ile ben, oturmuşuz da adına tarih dediğimiz “saptırma haberlerle ve gerçeği gizlemeye yönelik bu kör bakış açısıyla”, “biribirimizi” ağırlıyormuşuz! Yani, Fatih’in en olmayacak kişilerin gayretleri ile zehirlendiği tezi doğru ve kesinleşmiş bir gerçek, isterseniz yerleşmiş Ortodoks görüş deyin; ama bunu tarihî kaynaklar ışığında sorgulamaya kalkışmak ve şüphenin zerresini duymak dünyanın en uçuk kaçık tezi, isterseniz bir sapkınlık deyin! Biliyoruz gerçeği de saklıyoruz… Hele şahsen ben, beş yüz yıllık kaynaklardan haberler verip saptırıyorum zavallı gerçeği.
Peki, anladım, yazı serisinin sonunu bile beklemek istemiyorsunuz… O zaman gayet açık ve net ifade edeyim ki, son kertede Fatih’in zehirlenerek öldürülüp öldürülmediğini kesin bir gerçek olarak bilmeme elbette ki imkân yok. Ama bu iki görüşten birini baştan kabullenip sadece ona uygun verileri sunup, uygun olmayanları sunmuyorum diye bir şey de hiç yok. Bu, sadece mecalsiz halkımızı polarize etmeye elverişli olduğu anlaşılan bu netameli konu için değil, geçmişin her meselesi için böyle. Tanım gereği objektif olamamam ise aşikâr ama, meslek etiğine aykırı davranmamı gerektirmiyor. Yaptığım gayet basit: Zehirlenme tezini ortaya atanların bunu hangi veriler ışığında yaptığını ve nasıl akıl yürüttüklerini irdelemek. İnsanlar normal olarak, zehirlenerek değil, ecelleriyle ve hastalıktan öldükleri için iki görüşten öncelikli olarak aykırı olanın sorgulanması gerekir. Ulaşabildiğim kaynaklardan iz sürerek tezi ortaya atan Babinger’in yazdıklarını sınamaya çalışacağım. Üstelik bunu ilk kez yapan kişi bile değilim.
Neticetü’l-kelâm, ender de olsa oluyor; başlığımızdaki “Gün”, “Dün’e” ağır basıyor ve onu susturuyor. Meçhul okurumuzun “Neyse zamanımızı böylesine tutarsız şeylerle heva (sic) etmeyelim” ifadesinden anlıyoruz ki kendisi kıymetli vaktini yazdıklarımı okumakla harcamak istemiyor ve herhâlde cümleye de bunu öneriyor. Ancak saygı duyulur, isteyen eğnine yakışanı giysin, midesinin sindirdiğini yesin, ne denir de, bu naçiz tarihçi de bu açıklamalardan ötürü yazamadığı yazısını “heba” etti, bilmem farkında mısınız?