15/16 Temmuz gecesi belki de bir değil, iki plan söz konusuydu.
Merhum Halil İnalcık hocamızın naaşının toprağa verildiği esnada, çok değerli bir dostumla, tabii karşılıklı başsağlığı dileklerinden sonra, kısa bir konuşmamız oldu. “Tarihte neye benziyor bu hâl?” diye sordu. Hiç duraksamadan “Hiçbir şeye” dedim. Hâlâ da aynı görüşteyim. Geçmiş bütün darbeler ve darbe girişimlerinde darbecilerin en büyük önceliklerinden biri, yaptıklarını halk nezdinde meşru göstermeye çalışmak olmuş, halkın desteğini alabilmek için uğraşmışlardır. Kamuoyunun ne diyeceği, planlama aşamasında da kafalarındaki en büyük sabitelerden biri olmuştur. Peki, silahsız insanları katletmek ve halk egemenliğinin tecelligâhı Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni savaş uçaklarıyla bombardıman etmek gibi yöntemlerle herhangi bir halk desteği alamayacaklarını bilmiyorlar mıydı?
Salt bu kadarını zikretmek bile 15/16 Temmuz gecesi yaşananların yabancılığını gösterebilir sanırım. Bu tabii ki sorular sormayacağız ve anlamaya uğraşmayacağız anlamına gelmiyor. Hızla yeni görüntüler, belgeler, ifadeler, tanıklıklar ortaya çıkıyor. Bazı konular aydınlanıyor, bazıları ise iyice karanlıklara gömülüyor.
Herkes gibi benim kafamı da irili ufaklı sorular kurcalıyor. Dikkat edebildiğim kadarıyla kimsenin henüz bir açıklama getirmediği birini burada anayım: Vak’a gecesi, saat yaklaşık 22.00’den itibaren köprülerin neden yalnız Anadolu-Avrupa yakası yönü kapatılmıştı? Şimdilerde ortalıkta dolaşan anlatımlarda pek çok kişi epey bir özensizlikle ve basitçe “köprülerin trafiğe kapatılması” deyip geçiyor ama gerçek öyle değildi. Görüntülere dikkat edilince, ateş açıldığı sırada bile Avrupa yakasından Anadolu tarafına araçların engellenmeksizin geçmekte olduğu görülüyor. Bunu gördüğümde ilk aklıma gelen Anadolu yönünden istenmeyen bir geçişi engellemek istedikleriydi. İstanbul’un iki havalimanının da kontrol altına alındığını düşünürsek, belki de İstanbul’dan bir muhtemel çıkışı önlemek istiyorlardı. Böyle başlayıp sonra neden bir katliam çılgınlığına geçtiler?
Aynı şekilde, hemen tüm ifadelerde bulanık noktalar var. Mesela Marmaris’teki menfur operasyonu yöneten Tuğgeneral Sönmezateş, 15 Temmuz akşamı saat 22.00 civarında Çiğli’den Özel Kuvvetlerin helikopterlere bindiğini beyan etmiş. 22.30 civarında da emir astsubayı gelerek kendisine TSK’nin ülke bütününde yönetime el koyduğunu ve bunun da Genelkurmay sitesinde açıklandığını söylemiş. O da “işlerin doğal seyrinde gittiğini düşünmeye” başlamış. O doğal seyrin ne olduğu konusunda bir varsayımım var, birazdan göreceğiz ama çok tuhaf değil mi? TSK sitesine konan sahte açıklamadan 1 saat kadar önce, TRT’de darbe bildirisinin okutulmasından ise 1.5 saat önce, 22.30 çok erken olmuyor mu?
Olaylar henüz sıcak. Sanırım çok da uzak olmayan bir gelecekte bazı netleşmeler olacaktır. Peki, tarihçilerin güvenli limanı olan geçmişten bize kalan malzemede bugünü biraz daha iyi anlamaya yarayacak bazı ipuçları var mı? Böyle düşünerek Nokta dergisinin 29 Mart-4 Nisan 2007 tarihli o meşhur sayısına gittim. Muhakkak hatırlayacaksınız, hani Sarıkız ve Ayışığı adlı iki adet darbeye kadar gitmeyen müdahale ve bir de Yakamoz adlı tam darbe planlamasından bahseden sayı.
Bu noktada, önemli bir hususu açıklığa kavuşturmam gerekiyor: Bu planlamaların belgesel gerçekliğiyle ve bunların tarihsel gerçeklikle olan muhtemel ilişkileriyle ilgilenmiyorum. Bu “belgeler” TSK içinde gerçekten de müdahale/darbe planlayan bir grup tarafından mı üretilmişti, yoksa başka birileri tarafından üretilip diğer kişilere mi atfedilmişti, bununla da ilgilenmiyorum. Hele işin hukukî boyutuyla ilgili tek kelime bile etmek istemem. Sonuçta 2004 veya 2007’de bir darbe olmadığı gibi 15 Temmuz’a kadar bir kalkışma da olmadı. Kâğıt üzerinde kalan bir veya daha fazla darbe teşebbüsünün olup olmadığı da bu yazının sorunsalı değil.
Nedir o zaman bu yazılı malzemeye bakmanın esbab-ı mucibesi? Buradan 15/16 Temmuz’a nasıl bir ışık huzmesi düşebilir ki? Düşünce tarzım basit: İster TSK içinde başka ideolojik yönelimleri olan birileri bunları üretmiş olsun; isterse kanlı imzasını bugünkü vahşete en görünür bir şekilde atarak gözlerimize sokan grup hazırlamış olsun, bu planlamalar belirli bir kurumsal kültür içinde, o kültürün zihniyetini sergileyerek, o kültürün yıllar boyunca geliştirdiği jargonlar kullanılarak üretildi. Her hâlükârda bir ikna ediciliklerinin olması gerekirdi. Bugün de profesyonel askerlere bile “işlerin doğal seyrinde gittiğini” (aslında olabilecek en anormal seyir) düşündürecek kadar bir ikna gücünü hedeflemediler mi?
Ayışığı planı basitçe şöyleydi: Ordu, kamuoyunun beklentileri doğrultusunda “bekasal duyarlılık” gösterip harekete geçecekti. Genelkurmay Başkanı “istirahate” çekilecek, mümkün olduğunca milletvekili AK Parti’den istifa edecek ve dönemin cumhurbaşkanı da görev süresi dolmasına rağmen makamını boşaltmayacaktı. Tam bir darbe olmayan bu müdahaleden beklenenler arasında AK Parti iktidarını zayıflatmak, dönemin genelkurmay başkanınca ordunun etkinliğine yöneltilen tehdidi bertaraf etmek, ABD ve AB dayatmalarına caydırıcı darbe vurmak, genelkurmay başkanının adamlarını tasfiye ederek ordunun geleceğini teminat altına almak ve tabii ki bu işlerin olmazsa olmazı olarak vatanı kurtarmak varmış.
Her temel amacı gerçekleştirmek için yapılacakları listelemişler, muhtemel tepkileri ve tepkilere karşı alınacak tedbirleri sıralamışlar. Meselâ, kendisi için düşünülen istirahate çekilmesi planı hazırlık aşamasında deşifre olursa, “yetim” dedikleri Genelkurmay Başkanı cunta üyelerini çağırabilir, görüşebilir, görev yerlerini değiştirerek onları dağıtabilirmiş. Medya devreye girebilir ve orduda birliğin olmadığı yolunda yayınlar yapabilirmiş. “Yetim”, Ayışığı’nı reddeden açıklamalar yapabilirmiş, Başbakan ile işbirliği yaparak Askerî Şura’yı erkene alabilir ve karşısındakileri istirahate sevk edebilirmiş ve Özel Kuvvetler kullanılarak cunta dağıtılabilirmiş. Bu ihtimallere karşı alınacak önlemlerden birkaçını da zikredeyim. Çok sınırlı bir grupla hazırlık yapılması, “hücre şeklinde yapılanmak”, medya nezdinde kampanyalar sürdürülmesi ve cunta dağıtılsa bile Ayışığı’nı sürdürecek “idharın” yapılması. (Not edeyim, orduda “idhar” diye yanlış bilinen kelimenin doğrusu “iddihâr” ve biriktirme, saklama demek ve cunta dağıtılsa bile eylemi sürdürecek yığınağı yapmak anlamına geliyor).
Yakamoz ise işler ters gider ve Ayışığı başarılamazsa devreye girecek olan bir üst plan. Bildiğiniz total darbe. Orduda, yasamada, yürütmede, yargıda ve toplumun genelinde yeniden yapılanma olacakmış. Faydaları Ayışığı gibi olmakla birlikte bir de önemli “bonusu” var: Şifreli olarak “Gemi Aslanı’nın eğitim hayatı bitirilir” diyor, dönemin başbakanının siyasî hayatının sona erdirileceğini söylüyor. Birinci sıradaki mahzuru ise bu darbeye kamuoyu desteği sağlanamayabilirmiş! Tabii Başbakan ve Genelkurmay Başkanı karşılık verebilir, MİT, Emniyet, Yargı direnebilirmiş. Uluslararası tepki de düşünülmüş: “Sırtlan, Ay ışığına karşı yarattığı fırtınayı tırmandırarak çiyan, gemi aslanı ve yetim işbirliği ile Nalân ve anasını kullanarak derse girebilir”. Bildiğiniz dile çevirisi şöyle: “ABD, Ayışığı’na karşı verdiği tepkileri artırarak AB, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı işbirliği ile NATO ve BM’i kullanarak müdahale edebilir”. Bir de basitçe “çığ düşebilir” demişler ki o zaman ciddice meşhur olmuştu.
Konu uzun. “Buradan ne ahkâm çıkıyor?” diye sorulacak olursa; hiç… Sadece, müthiş bir zihniyet benzerliği… Ayrıca, Genelkurmay Başkanı’ndan destek alamama… Başlarına neler gelebileceğini doğru olarak tahmin etme… Kendilerine kim direnebilir, orasını kestirme. Hâlihazırda gerçekleştiğini gördüğümüz, Şurâ’nın erkene alınması gibi bazı olaylar ve kamuoyu desteğinin olmayacağını doğru olarak tahmin etme… Dış müdahale ihtimalini bile düşünmüşler.
Bu tarihsel bakıştan ilham alarak şunu da ileri sürebilirim sanıyorum: 15/16 Temmuz gecesi bir değil, iki plan söz konusuydu. Birincisi Yakamoz’a çok benzeyen bir “düzenli” askerî darbeydi. Saat 21: 00’den kabaca geceyarısına kadar bu planın yürümesi için uğraştılar. Bazılarının “işlerin normal seyrinde gitmesi” dediği buydu. Hatta daha fazlası böyle sansın diye o bildiri TRT’de okutuldu. Bu plan her şeyden önce komuta kademesinin kendilerine katılmasını gerektiriyordu. Buna galiba “Yurtta Sulh Harekâtı” diyorlar. Eğer yürüseydi adını henüz bilmediğimiz ikinci aşamaya hiç geçilmeyecekti. Ama yürümedi. İşte o zaman onlar da Türkiye’nin darbeler ve kalkışmalar geçmişinde daha önce hiç çiğnenmemiş patikalara girdiler. Türkiye’nin kendi savunmasını Türkiye’ye karşı kullandılar, başkentini bombaladılar, halkını katlettiler. Hiçbir şeye benzetemediğimiz, hâlâ anlamaya çalıştığımız işte bu ikinci aşamadır. Eğer bir dış müdahale boyutu düşünmüşlerse bu kez onu da kendilerine müzahir olarak düşünmüş olmaları mümkündür. Bilmem ki çok hızlı bir şekilde aynı gün devreye soktukları bu ikinci aşamanın adı ne olacaktı? Türkiye’nin darbeler tarihi ile gayet uyumlu olan birincisine “Yurtta Sulh” dediklerine göre buna da “Yurtta Savaş” mı diyeceklerdi?