Eğer çağdaşı Osmanlıların dilinde “Türkistan” veya “Türk Eli” kelimelerinin işaret ettiği mücessem yerler vardıysa, 17. Yüzyılın yorulmaz seyyahı, büyük hikâyecisi ve hoşsohbet eğlendiricisi Evliyâ Çelebi’nin yolu oralara uğramamış mıdır?
iç uğramaz olur mu? Ama sorunumuz büyük. Sorun, Evliyâ Çelebi’ye göre cim karnında nokta bile olmayan Koçi Bey’deki tek Türkistan referansına karşılık, onun 10 büyük cildindeki referans bolluğu bile değil. Sonuçta, Yapı Kredi Yayınları’nın yayınladığı ve geniş bir ekibin emeğinin ürünü olan transkripsiyon kullanışlı bir indeks içerdiği için ne kadar “Türkistan” referansı varsa ufak bir çabayla erişmek mümkün. Sorun, Evliyâ Çelebi’deki Türkistan kullanımlarının gösterdiği çeşitlilik ve dolayısıyla zuhur eden yorumlama ihtiyacı.
Bu konuda yapılacak belki ilk gözlem, Evliyâ Çelebi’nin, “Türkistan” adını birden fazla yer için kullanmış olmasıdır. Onun, Batı İran’daki Rûmiyye/Urumiye için “Şehr-i Türkistan-ı Azerbaycan” veya “Türkistan-ı İran” nitelemelerinin kullanıldığını kaydetmesi ilginçtir. Ayrıca, Orta Asya’yı kastederek “Tataristan Türkistan’ı” da diyor. Kelimenin sözlük anlamının basitçe “Türklerin yaşadığı yerler” olduğu düşünülürse, Çelebi de farklı coğrafyalarda nerede Türk nüfus varsa orasını Türkistan olarak görmüş olabilir.
Ne var ki, Evliyâ Çelebi, Osmanlı’nın Avrupa’daki toprakları için hiç Türkistan nitelemesini kullanmıyor. Bu toprakların adı onda Rumeli’dir. Muhakkak ki Rumeli’nde de Türkler vardı ama ülkenin, Türkler geldiğinde, onların dilinde zaten başka bir etnik addan, Rum’dan, türeme bir adı olduğu ve herhalde Türkler de bu yörelerde çoğunluk olmadıkları için o ad öylece kaldı. Dolayısıyla, bir yerin Türkistan sayılması için sadece Türk nüfusa sahip olmasının yetmediğini söyleyebiliriz.
Evliya Çelebi’nin zihninde “Türkistan” denince Rumeli’den farklı, belli bir coğrafyanın canlandığını ise, hem de Rumeli bağlamlarındaki kullanımlarından kolayca anlayabiliyoruz. “Iklık” adlı müzik aletinden bahsederken “Bu saz Arabistan’da ve Türkistan’da çoktur amma Rumeli’nde asla yoktur” diyor. Aynı şekilde, Sofya’yı överken “Bu diyarda ılıcaya ‘bana’ derler. Acem’de germâb, Arab’da humma, Türkistan’da ılıca, Yörükistan’da kaplıca derler” demekte ki mübarek adam başımıza bir de “Yörükistan” sorunsalı açıyor. Hiç girmeyeyim, isteyenler nerelerde “kaplıca” deniyor, onu kıstas alarak bulmaya çalışsın. Yalnız geçerken şunu belirteyim ki Çelebi’nin kendisi “Türkistan” asıllı, yoksa “ılıca” demezdi!
Suyun öte yakasında, Rumeli’nde olduğu için midir nedir, ama Evliyâ, imparatorluğun başkentini de Türkistan’dan saymıyor. İstanbul için Türkistan nitelemesini kullandığını hiç görmedim. Onun Türkistan’ı kesinlikle taşrada bir yerdeydi. Öte yandan Türkistan’a ulaşması için büyük mesafeler katetmek zorunda da değildi. Bakın, payitahtın burnunun dibinde sayılabilecek bir uzaklıkta olan Bursa Yenişehir’i için ne diyor: “Ve bu şehir cümle bin üç yüz kiremit örtülü hâne-i zîbâlardır. Ve âb ü havası ve sahrâ-yı mezraları ve fezâsı latif Türkistan şehirlerinden bir müzeyyen şehirdir.” Anlaşılan Çelebi, Yenişehir’in kiremit kaplı damlarını, süslü evlerini, havasını suyunu, tarlalarını çayırlarını çok beğenmiş ki diğer “Türkistan” şehirleri ve kasabaları için kullandığı küçümseyici dili kullanmamış. İki adım ötedeki İnegöl’den Tavşanlı’ya hareket ettiğinde ise “Türkistan olmakla refikler alıp (…) nehr-i Ilıca’yı atlar ile ubur [geçtik] ettik” dediğine göre, Türklerin ülkesinde bir güvenlik sorunu vardı ve fazladan yoldaşlar almak gereğini duymuştu.
Kendi atalarının toprağı olan Kütahya içinse övgüden başka bir sözü yok ama övgülerini kurgulayışında biraz tuhaflık var: “Gerçi Anadolu’da Türkistan vilayettir, amma ulemâsı ve fuzalâsı ve şu‘arâsı gâyet çokdur. Zirâ halkı safâ ve zevk ile alûdedirler.” Bir Anadolu şehrinde okuryazar kişilerin, oturup kalkmasını, eğlenmesini bilen insanların bulunmasında ne tuhaflık vardı ki Çelebi böyle diyordu?
Evliya Çelebi’nin metni incelendiğinde bu kurgunun sadece Kütahya için değil, diğer Anadolu şehir ve kasabaları için de geçerli olduğunu görürüz. Doğuya doğru ilerleyerek birkaç örnek daha vereyim. Bolu için, “Türkistan’da bu dahi bir şehr-i ganimettir” diyerek bolluğunu övüyor ve “Gerçi Türkistandır amma ayân u eşrafı ve tüccarı çokdur. Gerçekden bir mamûr ve âbâdan şehr-i muazzamdır kim (…) cümle üç bin tahta örtülü hane-i zibalardır” diyor. Bolu’nun zenginlerinin evleri ve hanlar ise kiremit örtülüymüş.
Lâdik (Amasya) için “Gerçi Türkistan şehirlerindendir amma farisü’l- hayl sipahileri ve erbâb-ı maârif yaranları çokdur. Vasatü’l-hâl olanları tüccar ve ehl-i hirefdir. Çuka ferace ve kontuş giyip gûnâ-gûn akça ve gökçe ve pakça esbab giyerler” diyor. Atlı askerlerinin ve okuryazar takımının çokluğu, orta hâlli takımının tüccar ve esnaf oluşu ve insanlarının çeşitli renklerde temiz pak giyinmesi Evliyâ için hoş sürprizler olmuşa benziyor. Çorum da “Gerçi Türkistan şehirlerindendir amma yine erbâb-ı maarifi ve nükte-şinâs çelebileri, ulemâ ve sulehâ”sı olan bir yerdir. Osmanlı’nın Rum vilayetinde olan Tokat ise “Gerçi diyar-ı Rum-ı behçet-rüsûm-ı Sivastan” imiş ama “yine Türkistan add olunup reaya ve berayası gayet koyu Etrak” olan bir yermiş. Son örneğim iyice doğudan, Kemah olsun: “Gerçi Erzene’r-rûm hâkinde Türkistan şehridir, amma garib-dost, sulehâ-yı ümmetten halûk ve selim âdemleri vardır.”
Bu yazıdaki asıl amacım Evliyâ’nın nereleri Türkistan olarak gördüğünü tesbit etmek ama Anadolu kentlerini överken takındığı “Türkistan olmasına rağmen” söylemine de çok kısa değineyim. Öyle görünüyor ki payitahttan yola çıkan bir çelebi, belki de oradaki diğer çelebilerden oluşan çevresinin ve okurlarının beklentileri doğrultusunda taşraya karşı ciddî önyargılar besliyor ve “Türkistan” dendiğinde cehaletin, yoksulluğun, düzensizliğin ve kaba-sabalığın hüküm sürdüğü, pejmürde kılıklı insanların yaşadığı bir yer anlıyordu. Mümkündür, diğer ülkelerde de payitaht/merkezin periferideki küçük kentler ve kasabalar hakkında böylesi önyargıları ve tepeden bakan görüşleri vardı. Tarihsel bağlamda bunun en aşırı örneklerinden biri Roma kentidir ama herhalde Doğu Roma’nın payitahtının da emperyal küstahlık vadilerinde hatırı sayılır bir yeri bulunuyordu.
Evliyâ Çelebi’nin yazdıklarından Anadolu’da olduğu iyice anlaşılan bu Türkistan’ın coğrafî- kültürel sınırları konusuna gelince, şanslıyız ki seyahatnamesi bu konuda da ufuk açıcı bilgiler içeriyor. Osmanlılarca fethinden sonra Ahıska’nın bir eyalet merkezi (Çıldır Eyaleti) yapılmasını Evliyâ: “Gürcistan ve Kürdistan, Türkistan ve Dağıstan ve Acem diyarının hudûdlarında intihâ-yı serhad” yani serhadin sonu olmasına bağlıyor. Buradaki Türkistan’ın Orta Asya Türkistanı olmadığı ve Anadolu olduğu, hiçbir şey değilse Anadolu’nun zikredilmemesinden anlaşılır. Eh, bu da bize “Türkistan”ın Kuzeydoğu sınırını verir. Bugün Gürcistan’da olan Ahıska’nın Türkiye sınırına sadece 15 kilometre mesafede bulunduğunu düşünürsek Evliya Çelebi’nin sınırında da büyük bir sapma olmadığını söyleyebiliriz.
Batı sınırı olan Rumeli’ni zaten gördük. Güneydeki Antakya içinse, bu kez Arabistan üzerinden giderek “hudut” çizmiş: “Meşhur Arabistan’ın ibtida hududu olmakla” diyor. Arabistan hududu Antakya’dan başlıyormuş. Şöyle devam ediyor: “Bu şehrin cânib-i garbı diyâr-ı Rum’dur. Bu şehir diyâr-ı Arabistan’ın ibtidâsıdır kim Irak-ı Arab yani şehr-i Haleb hududundadır.” Antakya, Halep hududundaymış ve batısında Rum ülkeleri varmış ki bundan da Anadolu ve Rumeli’yi birlikte anlamamız gerektiği kanısındayım. Halep’in kuzeyindeki Maraş içinse “Bu şehir Türkistan şehirlerindendir” diyor. O dönemde Halep ve tüm Arabistan’ın Osmanlı yönetiminde olduğu düşünülürse buradaki sınırın siyasî bir karşılığının olmadığını daha çok dil ve kültür ekseninde çizilen bir iç sınır olduğunu söylemeliyiz ki bu, bugünkü Türkçe-Arapça dil sınırlarıyla da uyumludur. Evliyâ Çelebi’nin zihniyet haritasında aynı imparatorluk içinde Arabistan, Türkistan, Rumeli gibi farklı memleketlere muhakkak ki bir yer vardı.
Üç aşağı beş yukarı bugünkü Türkiye sınırlarıyla büyük benzerlik gösteren bir bölgeye Evliya Çelebi’nin Türkistan dediğine dair örnekleri çoğaltmak, onun bu bölgenin adet, görenek, dil ve mimarî özellikleri hakkındaki görüşlerini alıntılamak da mümkün. Vurgulamak istediğim, henüz 17. Yüzyılda bir Osmanlının kafasında bir Türkistan olması ve daha da önemlisi bu coğrafyanın sınırları hakkında da gayet oturmuş görüşleri bulunmasıdır.
Evliyâ Çelebi’nin “Türkistan” dediğinde kesinlikle Orta Asya’yı değil Anadolu’yu kastettiğine dair bir örnekle bitireyim. Olur ya, tarihçiler de bazen bir şeyi kanıtlar. Çelebi, İskenderiye limanı için “Mısır’ın baş iskelesidir ve cümle kâfiristan ve Türkistan gemilerinin ârâmgâhıdır [durağıdır]” diyor. O dönemde denize erişimi olmayan Orta Asya’yı ve henüz bir kanal olmadığı için Kızıldeniz tarafından gemi göndermesi imkânsız olan İran’ı diğer muhtemel adaylar olarak elersek, Anadolu’dan başka bir Türkistan kalıyor mu İskenderiye’ye gemi gönderecek? Osmanlılar son zamanlara kadar Türkiye diye bir mevcudiyetten haberdar değildi mi demiştiniz? “Türkiye” yerine “Türkistan” demelerine bakarak bu yargıya ulaşmamıştınız umarım.