Yaygın bir tarih mütearifesi Osmanlılar’ın kendi ülkelerine hiçbir zaman Türkiye veya benzeri bir adı vermediklerini söyler.
Yazın başlarında Karar’da Bekir Fuat birkaç tane “Türkistan” yazısı yazdı. “A, ne güzel, ben de benim Türkistan’ı yazayım” diyerek esinlendimdi. Yavaş yavaş da oraya doğru gidiyordum, hatta bir iki küçük değinmede bulunmuştum ki 15 / 16 Temmuz gulyabanisi hepimizin omuzlarına çöktü. Aman, yanlış anlaşılmasın, o heyulanın bir yerlere yitip gittiği yok, bindirdiği yük ve menhus ağırlığı hâlâ orada. Memleketteki sert boğuşmanın tozu dumanı da herhalde ayyuka yükselmiştir… Kısaca herkes ne yapıyorsa normale dair, sırtında o yükün bir parçası olduğu hâlde yapıyor. Burası böyle.
“Benim Türkistan”a gelince, tembel her tarihçide olması gerektiği gibi uzun ve güzel gerçek yoculuklarda değil de, kâğıtlar, belgeler, metinler arasında dolaşırken keşfettim onu. Üstelik olabilecek en resmî bir belgede, Osmanlı İmparatorluğu’nun yabancı bir devletle, İngiltere’yle, Afrikalı köle ticaretinin yasaklanması için imzaladığı anlaşma metninde! 1880 tarihli bu belgenin girişinde Sultan II. Abdülhamid kendisinin Türkistan ve kapsadığı yerlerin padişahı olduğunu söylüyordu. Bu dediğim neredeyse otuz sene oluyor, doktoramı yapıyordum. Tabii ki hayretlere garkolduğumu ve işin peşine düştüğümü söylememe gerek yok.
Sonraki yıllarda 1880 tarihli anlaşmanın kitabın orta yeri olduğunu, 1856 Paris Barış Antlaşması’ndan itibaren Osmanlı’nın imzaladığı her antlaşma ve anlaşmada Türkistan kelimesini içeren aynı diplomatik formülün kullanıldığını, benden önce o yollarda yürüyenlerin bazılarının da aynı keşfi yaptığını ve bulduklarını kendilerine göre yorumladıklarını gördüm. Tabii ki çok daha ötesi de vardı. Tanzimat sonrasında çok sayıda Osmanlı devlet adamı, bürokrat ve entelektüel kendi ülkelerinden, bildiğiniz Osmanlı İmparatorluğu’ndan bahsederken gayet alışkın bir şekilde “Türkistan” diyordu. Hemen bir çırpıda aklıma gelenleri sayayım: Koca Reşid Paşa, İngiliz Said Paşa, Ziya Paşa, Cevdet Paşa, Sadullah Paşa, Arap İzzet Paşa, Namık Kemal, Ali Suavi, Hayrullah Efendi…
O zamandan bu günlere, topladığım, not aldığım onlarca hatta yüzlerce referansı dikkate alarak söyleyebilirim ki söz konusu olan yaygın bir kullanımdır, birkaç tecrit edilmiş veya mahdut vak’a değildir. Nitekim Osmanlıcanın en yetkin ve geniş sözlüklerinden birini hazırlayan Sir James Redhouse’ın A Turkish-English Lexicon’ının 1890 baskısına baktığımızda Türkistan kelimesinin 3. karşılığı olarak “The Turkish Empire, Turkey” ( Türk İmparatorluğu, Türkiye) ibarelerinin verildiğini görürüz.
İsterseniz daha fazla ilerlemeden 1980’lerde gördüğüm diplomatik kullanımın en erken örneğine, 1856 Paris Barış Antlaşması’nın tasdiknâmesinde geçen formüle bakalım:
“Biz ki, bi-lûtfihi’l-mevlâ Türkistan ve şâmil olduğu memâlik ve büldânın pâdişahı es-Sultan ibn es-Sultan, es-Sultan el-Gâzi Abdülmecid Hân ibn es-Sultan el-Gazi Mahmud Hân ibn es-Sultan el-Gazi Abdülhamid Hân’ız, işbu tasdiknâme-i hümâyûnumuzla beyân ve ilân ederiz ki…”
Gayet açık. Türkistan ve onun kapsadığı tüm memleketler ve beldelerin padişahı, sultan oğlu sultan, II. Mahmud Han’ın oğlu, I. Abdülhamid’in torunu Abdülmecid tasdiknâmesinde beyan ediyor… O Paris Antlaşması ki Osmanlı’nın o zamanki Avrupa devletler sistemi olan Avrupa Uyumu’nun bir parçası olduğunu tasdik etmiş ve imparatorluğun toprak bütünlüğünü garanti etmişti. İşte böylesi önemli bir belgede, hem de o belgenin Osmanlıcasında, Osmanlı Sultanı, Türkistan ve ona bağlı olan yerlerin padişahı olduğunu söylüyordu.
Farsça yer eki olan “-stan”, gül kelimesine takılırsa gülün durduğu yer, gülistan, hâr (diken) kelimesine takılırsa hâristan olur! Etnik adlara, etnonimlere takıldığı zaman da bölge veya ülke adları oluşuyor. Lehistan’ı unuttuk ama Bulgaristan, Yunanistan, Ermenistan, Kazakistan gibi pek çok ülke adı bugün Türkçe’de hâlâ böyle kullanılıyor. Türkistan da Türklerin ülkesi, Türklerin durduğu, yaşadığı yer demek. 19.Yüzyılın ortalarında “Türkistan” denince ilk akla gelen yer de bugün Orta Asya dediğimiz coğrafya idi muhakkak ama herhalde Sultan Abdülmecid’in kendini uluslararası bir belgede Orta Asya’nın padişahı ilân edecek hâli yoktu. Tabii ki Türkistan deyince Türkiye’yi kastediyordu.
İşte, yıllar önce bir tarih müptedisini şaşırtan tam da buydu. Hani, Osmanlılar, Avrupalıların ta Ortaçağlardan beri kullandıkları “Turchia” ve muadili adlandırmalara hiç itibar etmemiş ve ülkelerine asla Türkiye veya benzeri bir şey dememişlerdi? Hani bu etnonimle birlikte anılan coğrafî veya siyasî bir oluşum TBMM hükûmetinin açılışına veya Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar mevcut değildi? Bütün bir eğitim sistemimiz bize net bir şekilde çokuluslu Osmanlı Devleti’nin yıkıldığını ve yerine, adını Türklerden alan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğunu öğretmemiş miydi? Profesyonel tarihçilerimiz de böyle bilmiyorlar mıydı? Üdebamız böyle dememiş miydi? Meselâ Yahya Kemal ta Mart 1921’de “Mustafa Kemal ve onu milletin timsali gören Türkler Anadolu’da ademden [yokluktan, HE] bir Türkili çıkardılar (…) Bir sene içinde, feleğin bin türlü germ ü serdine rağmen millî hareket birkaç vilayetten bir vatan çıkardı” demiyor muydu? Nasıl olur da henüz imparatorluk döneminde bir Türkistan / Türkiye olur?
İmparatorluğun sonuna kadar uluslararası antlaşmalarda kullanıldığını bildiğimiz şu yukarıdaki diplomatik formülün, dönemin Avrupa diplomasi usullerinden doğrudan bir çeviri olduğunu söyleyebiliriz. Ortaçağlardan gelen Dei Gratia formulü Osmanlıca’ya aynen “bi-lûtfihi’l-mevlâ” olarak çevrilmiştir. Tanrı’nın lûtfuyla demektir ki bugün bile Avrupa hükümdarlarının resmî unvanlarında bu formüle rastlanır, hükümdar nereleri yönetiyorsa bunu Tanrı’nın lûtfuyla yapmaktadır…
Osmanlı diplomasisinin Avrupa usüllerini kabul etmesine veya diplomaside Avrupalılaşmaya iyi bir örnek olan bu formülün siyasi olarak ima ettikleri ise bize Osmanlı döneminde de Türkistan diye bir mevcudiyet olduğunu söylemekten öte, çok önemlidir. Bunu en iyi bu formülün kabul edilmesinden önceki dönemlerde padişahın kendini uluslararası belgelerde nasıl tanıttığına bakarak görebiliriz. Muahedat Mecmuası’nın ikinci cildine uzanıyorum ve orada I. Sultan Mahmud’un 1740’ta Sicilyateyn devletiyle yaptığı barış ve ticaret antlaşmasına bakıyorum. Kendileri “Sultan-ı Selâtin-i İslâm ve burhân-ı havakin-i enâm”, yani İslâm sultanlarının sultanı ve halkın hakanlarının kanıtı oluyor. Mekke ve Medine’nin hadimi ve tek tek saydığı ülkeler ve şehirlerin hükümdarı bulunuyor. Kesinlikle tek bir ülkenin padişahı değil. Türkistan lâfı hiç geçmiyor. Ancak bir yerde, “diyar-ı Anadolu ve memâlik-i Rumili cemian Kürdistan ve Rum ve Türk ve Tataristan ve Çerakise” derken Türk kelimesine bir atıf var. Tüm bu ülkeler ve halkların padişahı, sultanoğlu sultanmış.
1856’da, Islahat Fermanı döneminde gelen formül buna göre çok daha kısa, büyük bir sadeleştirmeyi içeriyor ama bu kadar değil tabii ki. Her şeyden önce, ülke adı olarak sadece Türkistan’ı kullanıp diğerlerini ancak onun içindeki memleketler ve beldeler olarak anmanın, Türkistan’ı çok ayrıcalıklı bir yere koyduğunu rahatça söyleyebiliriz. O kadar ki klasik dönemde Osmanlı sultanlarının meşruiyetlerini sağlamak açısından çok önem verdikleri Mekke ve Medine bile bu yeni formülde belirtik değil ve var iseler ancak Türkistan’ın içinde örtük olarak varlar. Tanım gereği, olmamaları hâli de böyle bir ülkede varoluşsal bir kriz yaratmazdı! Osmanlı İmparatorluğu’nu bu şekilde Türkistan olarak yeniden kurgulamanın, o sıralarda Avrupa devletlerinde bir etnik unsurun, unsur-u aslî olarak görülmesi uygulamasıyla ilgili olduğu da tartışılabilir. Bunu yapanların “bilâ tefrik-i cins ü millet” diyerek “Osmanlıcılık” diye bildiğimiz yeni bir resmî ideoloji icat ettiklerini ve Osmanlılık kavramını geçmişte hiç olmadığı kadar genişletip hukukî olarak tanımladıklarını da bir kenara not edelim.
Osmanlı İmparatorluğu’nu Türkistan / Türkiye olarak görmeye başlayanların başında sanırım Koca Mustafa Reşid Paşa geliyor. 1856’dan da önce, 7 Ağustos 1845 tarihli bir yazısında, bir Fransız diplomatın sözlerini aktarırken ve hiç şüphesiz onun La Turquie’sini çevirirken bakın ne demiş Paşa: “… Rusya devleti meydanı hâli bularak istediği gibi işini yürütmekte ve her türlü icra-yı nüfuz etmekte iken biraz vakitten beri ve hususiyle bin sekiz yüz kırk sene-i iseviyyesinde düvel-i fahimenin Türkistan umûrıyle cidden iştigallerini gördüğünden berü bi’t-tabi kuvve-i politikasına halel gelmekte olduğunu Rusya devleti dahi hissetmekte olmasiyle…”
Buradaki Türkistan’ın Rusya’nın diğer ilgi alanı olan Orta Asya Türkistan’ı olmadığı gayet açık ve bu kullanım benim görebildiğim kadarıyla modern zamanlarda Osmanlı İmparatorluğu’nu Türkistan / Türkiye olarak görmeye en erken tarihli örnek. Dolayısıyla,
“19. Yüzyılın ortasında Osmanlılar da nihayet Avrupalıların ülkeleri için eskiden beri kullandığı Türkiye nitelemesini kabul etmişlerdir” dersek herhalde yanılmış olmayız ama bir şeyler eksik kalır. Reşid Paşa ve diğerleri Avrupalıların Osmanlı İmparatorluğu’na verdikleri ve Türk etnik adından türeyen kelimeleri neden Türkistan kelimesi ile karşılamışlardı dersiniz?