Türkiye toplumu, Gülenci hareketin 15/16 Temmuz’da yarattığı terör ve vahşetin yanı sıra, dünkü ve bugünkü zihniyetini ve yarına ait niyetlerini de anlamaya çalışıyor. Sosyal bilimciler ve ilahiyatçıların derli-toplu tahlilleri ortaya çıkmaya başladı.
Oryantalist seyahat edebiyatının en tanınan örneklerinden biri İngiliz Alexander W. Kinglake’ın 1844 tarihli Eothen adlı eseridir. Bu kitabın baş taraflarında mizah dolu bir pasaj vardır. Bir İngiliz soylusu olan seyyah ile “Karagholookoldour” adlı hayalî bir yerin valisi bulunan bir Osmanlı paşası güya sohbet ederler. Arada bir dragoman olduğu için söylenenler yarım yamalak çevrilir veya hiç çevrilmez. Kinglake, İngiliz soylusu ve Osmanlı paşasıyla dalga geçmekten kendini alıkoymaz ama asıl hedefi doğulularla yaptığı konuşmaları ve onların Britanya hakkındaki övücü fikirlerini okurlara aktarma iddiasında olan seyyahlardır.
İngiliz seyyah, parlamentonun toplandığının ve taht makamından yapılan bir konuşmada, İngiltere’nin, Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü sağlayacağının söylendiğinin paşaya aktarılmasını ister. Dragomanın dilinde parlamento, “konuşan evler” ve taht, “kadife sandalye” olur. Paşa buna “Harika sandalye! Harika evler! Vırr… Vırr… Tamamen tekerleklerle! Vızz… Vızz… Tamamen buharla!” cevabını verir. Seyyah, paşanın bu vızıldamayla ne kastettiğini, yoksa kendi hükümetinin sultanı yüzüstü bırakacağını mı ima ettiğini sorar. Dragoman, “Hayır ekselansları ama İngilizlerin tekerlekler ve buhar ile konuştuğunu söylüyor” diye açıklar.
Seyyah gururlanmıştır. Bunun biraz abartı olduğunu ama İngilizlerin makinelerini gerçekten de mükemmel hâle getirdiklerinin ve Londra’dan birkaç yüz mil mesafedeki ayaklanmaların olduğu yerlere bile birkaç saat içinde asker gönderebildiklerinin paşaya aktarılmasını ister. Dragoman da bire bin katarak, İrlandalılar, Fransızlar veya Hintliler isyan ettiğinde Euston Square [Tren istasyonu, H.E.] adlı müthiş çukura doldurulan birliklerin göz açıp kapayıncaya kadar Manchester, Dublin, Paris veya Delhi’de ortaya çıktıklarını söyler. Paşa da şöyle der:
“Biliyorum, hepsini biliyorum, ayrıntılar bana tamamıyla aktarıldı, aklım da lokomotiflere eriyor. İngiliz orduları kaynayan kazanların buharları üzerinde gider ve atları da alevli kömürlerdir—Vırr… Vırr… Tamamen tekerlekle! Vızz… Vızz! Hepsi buharla!”
İşin tuhafı, günümüzdeki birtakım ciddî akademik eserlerde bu pasajın orijinal ve tabii ki kurgusal bağlamından koparılarak bir Osmanlı paşasının (geri kalmış bir ülkenin evladı olarak) Batı’nın üstün teknolojisine duyduğu hayranlığın kanıtı olarak alıntılanmasıdır. Ne yalan söyleyeyim ben de bunu oryantalizmin kendini yeniden üretmesi olarak görür, bir miktar da kızardım. Hani, Batılıların icad ettiği öyle bir topos vardır ya… Batı’nın “sihirli” teknolojisinin Batılı olmayanlar üzerindeki etkisi üzerine… İşte kaynayan kazanın içinde, başı belada olan safari kılıklı beyaz adam çakmağını çakıp ateş üreterek eli mızraklı ilkelleri etkilemek istiyor… Onun gibi bir şey gelirdi bana.
Geçmiş zaman kiplerinde yazmamdan anlaşılıyor olsa gerek bu görüşlerimi biraz tadil etmek lüzumunu hissediyorum artık. Yok, Batı düşüncesindeki o yaygın damarın varlığını sorgulamayacağım ama meğerse teknolojiye duyduğu hissiyat bayağıca perestiş seviyesinde olan, dinî konuları bile bir teknoloji aşkıyla ve kendi aşina olduğu teknolojinin terimleriyle açıklayan bazı yerli panayır şarlatanları varmış da, o açıdan biraz tadil gerekiyor.
Fethullah Gülen’in erken dönem hatıratı niteliği taşıyan Küçük Dünyam’da askerlik hizmeti sırasında başlayan dinleme ve telsizcilik kariyeri şu sözlerle anlatılır:
“Dört ay Yüksek Sürat’te kaldım. Bu arada, on parmak daktilo yazma ve bir de manipleyi kuvvetlendirme işleri vardı. İşin doğrusu vuruşum iyi değildi. Fakat alışım iyiydi. Sivilde en iyi olanlar kadar alışım kuvvetliydi de, morsa vurmaya elim pek müsait değildi. Tamamen bilekle alakalı bir mesele. Falso yapardım. Alışım iyi olduğu için beni orada tutmuş olabilirler. Üç dakikada beşyüz harf yazıyorduk.”
1968’de Diyanet adına olmak üzere ilk kez Hac’ca gönderilen Gülen’in Harem-i Şerif’te bazı mistik tecrübeleri olur. Gülen, Hz. Muhammed’den başlayarak bütün Raşid Halifeler için umre yapar. Sonra “üstadı”ndan başlayarak kendi yakınları için de umre yapar. Kendi öz dedesi için umre yaparken hiçbirinde olmayan bir halet vaki olur.
“Enterasandır; Şamil Dedem için umre yaparken birden bire bende bir hâl değişmesi oldu. Safa ile Merve arasında gidip gelirken ayaklarım yerden kesiliyor ve ben, ruhanî bir atmosferde adeta havada uçuyordum. Vücudumdan raşeler dökülüyordu” diyor. Daha sonra Erzurum’a gittiğinde annesinin tam o gün bir rüya gördüğünü öğrenir. Şamil Dede’si “melekler gibi bulutlar üzerinde yüzüyor”muş.
İnsan vücudundan “raşeler” yani titremeler nasıl “dökülür” anlayabilmiş değilim ama herhalde Gülen’in kafasının içine girecek ve algısını veya annesinin rüyasını sorgulayacak değilim. Çok ilgilenmiyorum da. Fakat bu deneyimi hangi kelimelerle ve nereden ödünç alınmış terimlerle anlattığını irdelemek sanırım onun zihniyet dünyası ve müktesabatı hakkında biraz fikir verebilir:
“İkinci olarak bu bir frekans mevzuudur. Ruh haleti itibarıyla benim gönderme yaptığım bir yerde onun almacı bunu almaya müsaitmiş. İkimiz de aynı ruh hâlini paylaşıyormuşuz.”
Adına umre yapılan diğerlerinin almaçlarının kapalı mı olduğu sorusunu rahatlıkla es geçebiliriz ama bu dilin Gülen’in kendi telsizcilik geçmişinden kaynaklandığını herhalde sorgulamayız.
Başka bir anekdottan ise, Gülen’in farklı frekanslarda daha başkalarıyla da mesajlaştığı anlaşılıyor. Yine Harem-i Şerif’te, ikinci kat mahfilde namaz kılarken, Gülen, Şeytan’la iletişime geçer. Şeytan, ona, kendisini aşağı atmasını söyler. Bir süre bunun ne faydası olacağı hususunda Şeytan’la muhavereyi sürdürdükten sonra, “ne olur ne olmaz” diyerek ihtiyaten geri çekilir. Böyle yaparken arkadaşı Hacı Kemal’in de aynı hareketi yaptığını görür. Daha sonra olayı konuştuklarında arkadaşı, “Hocam, aynı anda, ben de aynı şekilde bir baskıya maruz kaldım” der. İntihara eğilim ve duyulan iç sesler hususunu psikiyatri alanına havale edelim ve Gülen’in dayanamayıp yine telsizciliğini konuşturduğu kendi yorumuna bakalım: “Demek ki, ikimiz de aynı zamanda, aynı atmosfere bürünmüştük. Veya Şeytan’dan gelen sinyaller, ruhlarımızın almacıyla aynı anda alınmıştı.”
Modern iletişim teknolojileri ile dinî konuların açıklanıverilmesi bu kadar değil elbet. Gülen’in öz yaşam öyküsü hakkında değilse de kamusal alanda açıkladığı görüşleri ve geleceğe yönelik niyetleri açısından büyük önemi haiz olan bir başka metin de Eyüp Can’ın onunla yaptığı ve 1996’da Fethullah Gülen Hocaefendi ile Ufuk Turu adıyla yayımlanan geniş mülâkattır. İşte bu kitabın “Mekteple medresenin izdivacı” gibi iddialı bir başlık taşıyan bölümünde, Gülen’in, “Açılan kolejler bahsettiğiniz izdivacın gerçekleşmesine namzet mi?” sorusuna verdiği cevap ilginç. Öyle görünüyormuş. “Günümüzde bir kesim, İslâm’ın ruhî hayatı diye” bir tutum içindeymiş. Medresenin manevî hayata olduğu gibi, bugünkü imam hatip ve ilahiyatlar da “fünûn-ı müsbeteye” kapalıymış. “İlim adamı anlayışı ölçüsünde bu meseleler temsil edilmediğinden” toplumda bir etki yaratılamıyormuş. Ruhî hayat peşinde olan kesim, “eskiden tevarüs ettiği tekke ve zaviye yolunu tutmuş” gidiyormuş. Ama o yolun emsal teşkil eden büyükleri, “Ahmed Bedevî’ler, Ahmed Rufaî’ler, Hasan Şazelî’ler, Abdülkadir Geylanî’ler”, “sadece sözleriyle naklediliyor” imiş.
Velhasıl, Gülen, dinî eğitimde hem bilimsel bir yaklaşım olmadığından, “fünûn-ı müsbete” yani pozitif bilimler eksikliğinden hem de maneviyatsızlıktan; tasavvufta ise menkıbe bolluğundan yakınıyor. Bu tasavvuf büyüklerinin nasıl anlatılması gerektiğini ise şöyle örnekliyor:
“Oysa bu insanlar yeryüzünde dururken, semanın ötesinde, mekân üstü Azrail’in, İsrafil’in azametli heykelini görüp, mekân ötesi âlemlerde, kader kalemlerinin seslerine şahit oluyor ve sürekli hususi telefonlarıyla Allah’la münasebet içinde bulunuyorlar. Bütün bunlara kapalı olmak, eskilerin hayatlarını menkıbeler halinde anlatıp menkıbe Müslümanlığıyla teselli bulmak belaların başında geliyor. (…) Çünkü Abdülkadir Geylanî, kendisini büyüklüğe çekip götürebilecek bir kısım dinamiklerle donatılmışsa, bu durum bugünün insanı için de bahis mevzuudur.”
Neymiş? Menkıbeye filan hiç ihtiyaç yok, mesele bir teknolojik donanım meselesiymiş. Tabii ki ilahiyatçı değilim ama bu nasıl bir soyutlama düzeyi veya düzeysizliği böyle? Ödemeli arıyorlardı inşallah… Dün hususî telefonla Allah’la konuşan evliyanın bugünkü muadili ne yapmaz? E-posta mı, tweet mi atmaz (ki sanıyorum öyle durumlar da var)? Bu tabii “fanîler” tarafından bakış. Bir de Allah açısından düşünün. Antikiteden beri Yaratıcı’ya böyle insanî bir özellik atfedilmemişti herhalde!
Menkıbelerin “fennî” bir açıklamasını yapan bu “fünûn-ı müsbete” yaklaşımından dolayı mıdır bilinmez, Gülen’in Ufuk Turu kitabının hacimlice bir kısmı ise seküler kesimden, bazıları doğrudan bilim insanı veya ciddice bilim düşkünü aydın olan eşhasın övgülerinden oluşuyor. Hiç girmeyelim, hey gidi günler hey…