DÜN VE GÜN
Son zamanlarına kadar ağırlıklı olarak bir tarım toplumu olan imparatorlukta, o sektördeki belirli bir makineleşmeye rağmen hayvanlar hâlâ en büyük güç kaynağı olduğu gibi kent içi ulaşımın sağlanmasında ve tabii ki yüklerin taşınmasında çok ciddi bir payları vardı. Buna yerleşim birimleri arasındaki yolculuğu ve taşımacılığı ekleyelim. Sivil veya askerî nakliyatın, demiryolu çağından önce karada hemen hemen tamamen hayvanlar ile yapıldığını, I. Dünya Savaşı yıllarında bile “mekkâre kollarının” ne kadar hayatî işlev gördüğünü düşünelim. Ordu ise çok geç zamanlara dek ciddî olarak süvari birlikleri bulundurmaktaydı. Büyük Taarruz esnasında Türk tarafının cidden üstün bulunduğu silah türünün kılıç, dolayısıyla yegâne avantajlı olduğu branşın da süvari olduğunu, bunların da Fahrettin [Altay] Paşa kumandasında nasıl kritik görevler üstlendiğini hatırlayalım… Bunun daha av hayvanları ve avcılık bahsi var, şahinciliği, doğancılığı, kuşçuluğu var, tazıları, zağarları, seksonları, çomarları var… Vahşi ve egzotik hayvanlar kısmı var. Bunlarla ilk kez tanışan Osmanlıların verdiği tepkiler kayıtlara geçmiş… Hediye olarak hayvanlar alınmış, verilmiş…
***
Bu birlikteliğe ve gerek yazılı gerek görsel olsun bunu gösteren belge çokluğuna rağmen, taşımacılık üzerine birkaç akademik makale ve et tedariki üzerine bazı çalışmalardan öte Osmanlılar ve hayvanlar üzerine yapılan çalışmalar yok denecek kadar azdır. Bunun en önemli istisnasını, Boğaziçi Üniversitesi’nde konuyla ilgili olarak düzenlenen iki konferanstan Sayın Suraiya Faroqhi’nin yayına hazırladığı Animals and People in the Ottoman Empire kitabı teşkil ediyor. Ben de diyorum ki bu yazıda bazı Osmanlıların hayvanlarına duyduğu sevgilerini, velev ki işin mizahî ve hiciv boyutu da olsun, aktarmaya çalışayım.
***
Kanunî döneminde, büyük ihtimalle de İbrahim Paşa’nın 1536’daki ölümünden sonra yazan Güvâhî, Pend-Nâme adını verdiği ve Sayın Mehmet Hengirmen tarafından yayına hazırlanan manzum eserinde atasözlerini ve fablları kullanarak öğütler verir, hikmetli kıssalar anlatır. Bunlardan biri, ölen köpeğini kefenleyerek gömen ve onun ruhu için yemek veren bir yörükle bir kadı arasında geçer. Kadılar için “Efendilerde çokdur böyle işler / Kimi açuk boyar kim[i] gizli işler” dediğine göre Güvâhî’nin amacı rüşvet alarak karakuşî işler yapan kadıları eleştirmektir ama bu arada yörüğün köpeğini sağlamca över ve hikâye gereği köpek de bayağıca bir şahsiyet olarak karşımıza çıkar.
Modern öncesi bütün toplumlarda olduğu gibi Osmanlıların da hayvanlarla bizlere göre çok daha içli dışlı bir hayatları vardı.
“Meğer bir yörügün dinlen oyunun
Var idi bir iti bekler koyunun
Büyük başlu key ulu köpek idi
Kaba kuyruklu tüyi ürpek idi
Katı korkunç idi kuvvetlüyidi
Yoğun âvâzlu vü heybetlüyidi
Üricek dağlara yankulanırdı
İşidüp gönli kurdun bulanırdı
Geçürmiş idi hayli rûzigârı
Peleng ü bebr idi dâim şikârı”
İşte, Alabay mı, Kangal mı, Akbaş yoksa Malaklı mı bilmediğimiz ama bu sürekli kaplan ve pars avlayan yiğit köpek, vade yeter ölür. “Ecel erişip âhir ana nagâh / Vefât etti vü yörük eyledi ah” diyor Güvâhî. Dahası da var:
“Biraz ağlayu yana böyle âhir
Kefen sardı ol iti gömdi zâhir
Koyunlar kesdi pes olup şitâban
Anunçün aş u toy etti firâvân”
Birileri de bu işleri hemen kadıya yetiştirir. Efendi, yörüğü çağırır ve azarlar: “Dedi ey Türk-i ahmak bu işi sen / Ger ettinse neler kılam sana ben”. Yörük ise hazırlıklıdır. Kadıya, ona kötü haberler getirildiğini, sözün doğrusunun kendisinden dinlemesini söyler:
“Dedikleri kimesne kim ölüptür
Siz andan sanmanız kemlik geliptir
İşinde ol katı çâpük kişiydi
Dilâverlikler eylükler işiydi
Bizimle çok zaman idi dururdu
Koyunlar hizmetin hep ol görürdü
Edinmişti özü dahi koyunlar
Geçürdi hizmetinde çok oyunlar”
Yörüğe göre köpeği hastalanınca, köpek kendi davarlarından iki kuzu ve iki erkecin ayrılarak kadıya verilmesini ve kalanının da kesilerek günahlarının affedilmesi için ziyafette yenmesini vasiyet etmiş! İşin aslı buymuş. Kadının, İslâmî olduğu biraz güç söylenebilecek bu vaziyet karşısında hoşgörü kazanması ise pek ani olmuşa benziyor:
“Dedi hayf ana kim hoş kişiymiş
Hemişe kişilikler işiymiş
Anın eyülükleri hep oldu malûm
Acep ne dertten öldü o merhum?”
Yukarıda ölen köpek için düzülen övgülerin yer yer bir mersiye hâline geldiğini söyleyebiliriz. Dahası, Osmanlı edebiyatında doğrudan hayvanlar için yazılan mersiyeler de vardır. Sayın Mustafa İsen, Dile Duran Ölüm. Klasik Türk Edebiyatında Mersiyeler adlı çalışmasına böyle iki mersiyeyi alıyor. Bunlardan 16.Yüzyıl şairlerinden Necati Bey’in ölen katırı için yazdığı “Mersiye-i Ester”i, İsen’in dikkat çektiği gibi “hezl-âmiz” (şaka içeren) bir şiir olduğu ve Necati’nin asıl derdi padişahtan ölen katırı yerine bir at almak olduğu için tabii ki “samimi” bulmuyorum. Evet, “Ne katır bir kara dağ idi miskin/ Geçen bu günki gün sağ idi miskin” diye övüyor ama aynı zamanda şöyle de diyor:
“Ölen ardınca ölmüş yok Necâtî
Katır gitti Hudâ saklasın atı
Bir ölmüş katırı nice öğersin
Dönersin kara bahtına söğersin
Daha binler dolu ıstabl-ı şâhî
Dilersen bozı dilersen siyahı”
Yine aynı asrın şairlerinden olan ve 1535’te ölen Me’âli’nin “Mersiye-i Gürbe”si (Kedi Mersiyesi) ise şairin acısını ve hissiyatını o kadar yoğun bir şekilde yansıtmış ki övgüdeki abartmaları burada şaka olarak almak içimden gelmiyor. Ölen kedisi yerine kimselerden aslan da beklemediğine göre Me’âli’nin salt sevgisini dizelere döktüğünü düşünmek durumundayız. Yerim olsa hepsini alırdım ama birkaç dörtlükle yetinmek durumundayım:
“Çıkdun elden n’edelim ansızun eyvâh pisi
Yandun ölüm odına derd ile nâ-gâh pisi
Hasretâ şîr-i ecel buldı sana râh pisi
N’edelüm âh pisi n’eyleyelim âh pisi
Kanı ol bebr bakışlu kanı ol şîr-i zaman
Kanı ol vermeyen aslan ile kaplana aman
Kanı ol olduğı evde komıyan hiç sıçan
N’edelüm âh pisi n’eyleyelim âh pisi
(…)
Serçe tutar gibi tutardı tavukla kazı
Kendü akranı gibi şîr ile ederdi bâzî (oyun)
Nice kâfir sıçan öldürmiş idi ol gâzî
N’edelüm âh pisi n’eyleyelim âh pisi
(…)
Derisi kakum u semmûr ü vaşaktan yeg idi
Râst idi hüsni gibi hulkı dahi gökçek idi
Kedi sanman anı ol bir ala gözlü beg idi
N’edelüm âh pisi n’eyleyelim âh pisi
(…)
Kâmil idi hem edeblü idi hem uslu idi
Akıl idi eyü soy idi kişi aslu idi
Receb ayidi vefât etdiği güz faslı idi
N’edelüm âh pisi n’eyleyelim âh pisi
Ey Me’âli anın öldüğüni kim ağlamaya
Acıyup hasret ile canını kim dağlamaya
Cûş edip kanlı yaşı seyl oluban çağlamaya
N’edelüm âh pisi n’eyleyelim âh pisi
Manzum bir “hirrenâme” de diyebiliriz. Sonuçta kedileri merkeze alan böyle bir edebiyat var Osmanlıda. Niyeyse hemen herkes de bu sevimli hayvanları başkalarını eleştirmek için kullanıyor, adamakıllı dalga geçiyor… Namık Kemâl’in hirrenâmesini, Genç Osmanlıların hiç beğenmediği Mahmud Nedim Paşa’yı yermek daha doğrusu sadrazamlıktan alınmasını kutlamak için yazdığı iyi bilinir. Paşanın/ kedinin başını “idbâr faresi” yani talihsizlik faresi yakmıştır. Paşa’nın gözleri de galiba biraz şehla imiş… Ama bu hicivde bile şairin bazen kendisini kaptırıp güzelce kedi tasvirine giriştiği görülüyor. Teberrüken birkaç dizeyi alıntılayalım:
“Kedimin her gece böbrekle dolardı sepeti
Yok idi nimetinin, rahatının hiç adedi
Çeşm-i şehlâ nigehi fârik iken nîk ü bedi
Sardı etrafını bin türlü adûlar türedi
Kedimi gaflet ile fare-i idbâr yedi
Buna yandı yüreğim âh kedi vâh kedi
Keyfi gelse bıyığın oynatarak mırlar iken
Kızdırırsan yüzüne atlayarak hırlar iken
Kuyruğu geçse ele dırlanarak zırlar iken
Sofradan her kedinin def’ini hazırlar iken
Kedimi gaflet ile fare-i idbâr yedi
Buna yandı yüreğim âh kedi vâh kedi
(…)
Ne zaman bir tarafa hışm ile saldırsa eğer
Başı kaplan kesilip kuyruğu güya ejder
Hasmını yan bakışı eyler idi zir ü zeber
Yanına uğramamıştı ebedî havf ü hazer
Kedimi gaflet ile fare-i idbâr yedi
Buna yandı yüreğim âh kedi vâh kedi
Son olarak, bu sefer mensur bir hirrenâmeden bahsedeyim. Bu da 18.Yüzyılın hezliyat ile meşhur şairi Kâni’nin Pamuk adlı bir kedinin ağzından “Devletlü inayetlü velinimet-i bî-minnetim sultanım hazretleri” unvanlarıyla hitap ettiği birine yazdığı bir arzuhâldir. Arzuhâli alanın sarayının “cinsimizin nasihate ihtiyacı olan kızları” (benat-ı cins-i lâzımü’l-nushumuz) ile dolması temennisiyle başladığına göre bu sultan herhâlde kedilerin sultanı olmalıydı.
Pamuk’un kabahatleri ise o dünyanın kuralları içinde cidden büyük görünüyor. Henüz Mart ayı başlamadan ve mahallenin kızlarından kimse utanmazlık vadilerine girmeden (benat-ı mahallemizden birisi perde-birûnluk vadilerine gitmeden) önce Pamuk, kedi dilinde kullanılan kelimeleri yolunca yordamınca telaffuz etmeyi öğrenmek için beldenin kurrası ve iriyarı, Vanlı bir kedi olan Tekir’le (Kurra-i beldemiz olan Tekir nam ve Vanî muhlis bir gürbe-i cesimü’l-hilka) “mav mav” nağmesini meşk ve talim eylemek gibi vakitsiz bir işe kalkışır. “Beyhude halkın bacalarını yıkıp ve damdan dama sıçrayarak kiremitlerin döküp nice tiryakilerin keyiflerini” mahveder ve nice hastayı gece uykusundan mahrum ederler.
Pamuk, “yabani bir dişi kedi” (hirre-i yabanî) gibi davranıp efendisinden izin almaksızın doğurma ve üreme derdine düştüğü için yeterince bedel ödediğini düşünmektedir, birkaç defa âleme rezil olma derecelerine gelmiştir (birkaç kerre rüsva-yı âlem olma derecelerine vasıl). Ayrıca parsa benzeyen hoş postunun vaşak kürküne eklenmesine ramak kalmıştır! Dolayısıyla artık akıllanmış ve uslanmaya başlamıştır. Efendisi yani kedilerin sultanı da “Kedi ne budu ne?” sözü uyarınca Pamuk’un cismine göre cesim görünen kabahatlerini affetmeli, hatta onun arzuhâlinin üstüne “Kedi sevgisi imandan gelir” (Hubbü’l-hirre min el-iman) vecizesini yazarak onu bu sıkıntılı durumdan kurtarmalı ve statüsünü yükseltmelidir. Emir ve ferman tabii ki padişahındır. İmza ise “Eski Cariyeniz Tekir kızı Pamuk’tan” (Min cariyetiküm el-Kadime, Tekir bint Pamuk) şeklinde atılmıştır. Umarım Pamuk istediğine nail olmuştur. Yok, bu hirrenâme de birilerini eleştirmek için yazıldıysa, o kadarını bilmiyorum artık.