Mustafa Reşid Paşa, Islahat Fermanı’na bir genel meclis tarafından karar verilmesi ve senede bağlanmasının daha yerinde olacağı görüşündeydi.
Gülhane Hatt-ı Hümayunu Müslüman olan ve olmayan tebaa arasında, hukuk önünde ve siyasî haklar açısından herhangi bir eşitlik getirmemişti. Müslim-gayrimüslim, herkes için teyit edilen can, mal, namus ve ırz dokunulmazlığı gibi temel insan hakları da öteden beri bilindiği ve hatta kanunlara daha önce de konu olduğu için o fermanın bu anlamda da ilk kez getirdiği bir eşitlik yoktur. Daha yalın bir söyleyişle, Osmanlı İmparatorluğunda gayrimüslim tebaanın hukukî ve siyasî durumlarını düzenleyen uygulamalar 1839’da değişmemiş ve 1856 Islahat Fermanı’na kadar aynen sürmüştür. Gayrimüslimlerin zimmî statüsü tüm kısıtlamalarıyla birlikte uygulamada kalmış ve zimmîler kendilerine mahsus olan cizye vergisini ödemeye devam etmiştir.
Hâl buyken ve Gülhane hattı ortadayken, bu fermanla neyin gelip gelmediği hususunda müthiş bir karışıklığın hüküm sürmesi ve dahası Müslim- gayrimüslim eşitliğinin bu fermanla getirildiğinin kemâl-i ciddiyetle ileri sürülmesi hep tuhafıma gitmiştir. Sadece nesiller boyu öğrencilerin ders kitaplarında bu şekilde öğretilmekle kalmayıp çok sayıda bilim insanının da bu yolda görüş belirtmesiyle bu husus bugün, maalesef, söylene söylene artık tam bir mütearifeye dönüşmüştür.
Tarih yazımında hüküm süren bu karmaşayı ta Osmanlı döneminden başlatmak mümkündür ve ayrıca irdelemek gerekir. Burada birkaç örnekle yetinip asıl konuma geçmek isterim. İsmail Hami Danişmend, Gülhane’yi tartışırken, “Tanzimat’ın bu bakımdan zararlı tarafı, ümmet hâkimiyetine bile nihayet veren ‘Ehl-i İslâm ve milel-i sâire’ müsâvatında gösterilebilir” diyor. Ona göre, “Reşid Paşa ile arkadaşlarının en büyük hatası, imparatorluğun temel-taşı olabilecek hâkim bir millet ve hatta ümmet esasını ihmal etmiş yahut hiç düşünmemiş olmaları” imiş.
Genelde isabetli çözümlemeleri olan Bülent Tanör ise kaynağı olan literatürün etkisinden dolayı Gülhane ile Müslim- gayrimüslim eşitliğinin sağlandığı hususunda hiç kuşku duymamıştır: “Böylece, uyrukların eşitliğinin kabul edilmesiyle Müslüman/Müslüman olmayan eşitliği de benimsenmiş oluyordu. Bunun önemi şuradadır ki, GHH’nin [Gülhane Hatt-ı Hümayunu, HE], dini ne olursa olsun herkesi yasa önünde eşit sayması, geleneksel İslam anlayışından kopuş demekti.”
Aynı vadide düşünen Reşat Kaynar da, Engelhardt ve Abdurrahman Şeref’ten alıntılar yaparak Reşid Paşa’nın Müslim- gayrimüslim eşitliğini ilân ettiğine “kanıtlar” getirmektedir. Engelhardt, Gülhane Hattının temel noktaları hakkında, “birçok Müslümanlar bunun ahkâm-ı şer‘iyyeye mugayir olduğunu beyan etmişlerdir; zira bunlara nazaran hatt-ı şerif küffara Müslümanların haiz oldukları aynı hukuku bahş etmekle Sultan Mahmud’un mevki-i tatbike vaz’ına cüret edemediği ahkâm-ı Kur’aniyeye mugayir kanunu ilân ediyordu” diyor (Osmanlıca çevirisinde).
Asıl düşündürücü olan ise İslâmî hukuk ve hukuk tarihi bilgisi çok daha fazla olması gereken Abdurrahman Şeref’in de Tarih Musahebeleri’nde, Gülhane’nin getirdikleri hakkında, yanlışlığı çok aşikâr olan, “Tebaanın bilâistisna nazar-ı kanunda müsavatı”, “müsavat-ı tebaa”, “Tanzimat-ı hayriyenin müsavat-ı tebaayı ilândan maksadı” gibi ifadeler kullanmış olmasıdır. “[Ahâli-i İslâmiyye eser-i taassub olarak müsavat-ı tebaa keyfiyetinden birdenbire hoşlanmamıştı” diyor. Sanki bilerek veya bilmeyerek, Islahat Fermanı ile bir karıştırma, bir muğlaklık var gibi… Abdurrahman Şeref’in bir seri makalesinde ele aldığı Tanzimat Ferman’ı hakkındaki görüşlerinin etkisi sonraki nesillerde de devam etmiştir, ama dediğim gibi bu yanlışlığın arkeolojisini başka bir zaman yapalım.
Mustafa Reşid Paşa’nın Gülhane’de Müslim- gayrimüslim eşitliği peşinde olmadığını ise gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz ki bu da bizi, asıl üzerinde durmak istediğim konuya getiriyor. Şöyle ki Reşid Paşa, bir gün Müslüman olan ve olmayan tebaanın hukuk önünde eşitliği ve kendilerine tam vatandaşlık hakları verilmesi söz konusu olduğunda var gücüyle karşı çıkmıştı! Gülhane’de kendisinin bu eşitliği ilân etmediğine sanırım bu bile yeterli bir kanıt olur.
1856 yılının başlarında, Kırım Savaşı’nın çatışmalarının durduğu bir sıradaydı. Müttefik devletler ve Rusya, 1 Şubat 1856 tarihli Viyana Protokolü ile barışın hangi esaslar üzerine kurulacağı konusunda anlaşmışlardı. Barış görüşmeleri için Paris’e hareket etmek üzere olan Sadrazam Âlî Paşa, Fransız elçisinin balosunda eski sadrazam Mustafa Reşid Paşa’ya rastladı ve görüşünü sordu. Reşid Paşa eleştirilerini ve görüşlerini ayaküstü Âlî Paşa’ya aktarmakla kalmadı, Saray’a da ayrıntılı ve sert bir yazı yazdı. Reşid Paşa’nın Başkitabet dairesine yazdığı üst yazı ve bu lâyihanın kendisi, hem Cevdet Paşa’nın Tezakir’inde, hem de Cevdet Paşa’nın kendisinden sonraki vakanüvis olan Ahmed Lûtfi Efendi’ye bir nüshasını vermesinden dolayı Tarih-i Lûtfi’de, birtakım farklılıklar ve okuma yanlışlarıyla birlikte mevcuttur.
Reşid Paşa, başkâtibe hitaben, hiç kimseye bir garezi ve hiçbir beklentisi olmadığını vurguladıktan sonra, padişaha, devlete ve “vatan ve millete” zararlı olan şeyleri onaylayanlar babası, kardeşi veya çocukları bile olsa “sadakati” uyarınca [tıpkı Gülhane Hattı için devlet adamlarına ettirilen yeminde olduğu gibi, HE] doğruyu söylemekle yükümlü olduğunu yazıyordu. Kendisinin mahkemeye çıkarılacağını işittiğini, buna hazır olduğunu ve bu görüşlerinden dolayı padişahın gözünden düşmekten endişe ettiğini ekleyerek şimdiden “havası lâtifçe” bir yere gitmesinin irade edilmesini talep ediyordu.
Reşid Paşa’ya göre, karşılaştıklarında Âlî Paşa, Hıristiyan tebaaya dair yapılacak olanlar bir an önce yapılırsa bu konunun barış antlaşmasına girmekten kurtulacağını söylemiş. Reşid Paşa da, Viyana protokolünün dördüncü maddesinin Hıristiyanlar hakkında olduğunu, orada, o zamana kadar hiçbir resmî belgede görülmeyen “hukuk-ı politikıyye” tabirinin bulunduğunu, bunun “ehl-i İslâm ile Hıristiyan tebaayı her hususta müsavat-ı kâmile hâline koyacak bir söz” olduğunu ve protokolün Osmanlı devleti tarafından reddedilmediğini hatırlatmış. Protokol de antlaşma kuvvetinde olduğundan artık antlaşmaya girmekten kurtulabilir mi sorusunun boş olduğunu söylemiş. Devletlerin yapacağı iyiliğin olsa olsa, Hıristiyan tebaaya verilecek olan bu “imtiyazat-ı mezhebiyye ve hukuk-ı politikıyyeyi” orada konu edinmeyerek, imtiyazları ilân edecek olan fermanı zikretmekle yetinmek olacağını eklemiş. Bu ise, fermanı, barış antlaşmasının bir parçası yapacağından, yabancı devletlere bir nezaret hakkı verilmesi ve devletin yüce bağımsızlığının ihlâl edilmesi anlamına gelirmiş.
Reşid Paşa daha sonra, 18 Şubat 1856’da yayımlanan Islahat Fermanı’nın matbu hâlini okuyunca devletin şanını ve bağımsızlığını yaralayacak noktalar gördüğünden bazı kişilerle sohbet sırasında dayanamayarak üzüntü belirttiğini ve mahkemeye çıkmaya hazır olduğunu söylüyor. Protokolün kabulünden başka, devletin iç işlerine ait bir konunun İstanbul’da büyükelçilerin katıldığı konferanslarda ele alınmasının, hatta bu müzakerelerin tutanaklarının bile tutturulmasının devletin bağımsızlığını ve hükûmetin haklarını tehlikeye atacak şekilde “politikaca pek büyük hatalar” olduğunu vurguluyor. Eğer Islahat Fermanı, hangi şekilde olursa olsun antlaşma metninde geçerse bu, hükûmetin bölünmesi (mukaseme-i hükûmet) anlamına gelirmiş. Oysa yapılması gereken Hıristiyanlara, daha önce de olduğu gibi, tedricî olarak ayrıcalıklar vermek ve bunu da özellikle yabancı devletlerin “müdâhale-i resmiyyesi karışmaksızın” gerçekleştirmekmiş.
Reşid Paşa, ihtiyatın elden bırakılmasının nedeninin Avrupa’dan bir övgü kazanmak gibi göründüğünü belirtiyor. Fermanın gerçekte ne anlama geldiğini örtmek için her ne kadar kandırma amaçlı teviller yapılsa da işin aslı “Avrupa’ya bildirildiği üzere (émancipation complète) [azadî-i tam] ve (égalité parfaite) [müsavat-ı kâmile]” meselesiymiş. Yani Hıristiyanlar tamamen serbest ve Müslümanlarla eşit olacaklarmış. Burada hemen not edeyim ki paşanın “imtiyazat-ı mezhebiyye ve hukuk-ı politıkiyye” olarak çevirdiği ibareler protokolün Fransızca aslında droits religeux et politiques (dinî ve siyasî haklar) şeklindedir ve tabii ki imparatorluktan ayrılmayı gerektirecek bir şekilde serbestlik ve siyasî haklar kastedilmemektedir. O durumda zaten Müslümanlarla eşit olunması gibi bir durum söz konusu olmazdı. Reşid Paşa da öyle anlamamıştır.
Öte yandan paşa, anladığına da çok karşıydı. Artık “millet-i hâkime ile milel-i mahkûme beyninde hiçbir gûne fark” kalmadığından acı acı yakınmaktaydı. Bir mecburiyet olmadığı takdirde bu kadar ileri gidilmesini anlamıyor, bir mecburiyet olsa bile bunun devletin “altı yüz senelik rengini tamamıyla zıdd-ı muhalifi olan diğer bir renge koyacak” olduğunu söylüyor ve bunun da Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında “bir mukatele-i azime”ye sebep olabileceği uyarısında bulunuyordu. Müttefik orduları hâlâ İstanbul’da olduğu için payitahtta bir vukuattan korkulmazmış, Rumeli’nde de Bosna ve Arnavutluk’tan başka yerlerde sorun olmazmış ama Şam, Halep, Irak ve Anadolu’nun pek çok yerinde ve Hicaz’da fermanın kötü bir etkisinin olması kuvvetle beklenebilirmiş.
Fermanın ilânı eğer kaçınılmaz idiyse onu da herkese kanıtlamanın güç olmadığını söyleyen Reşid Paşa’nın eleştirilerinin önemli bir kısmı da fermanın yapılma sürecine veya usule aittir. Öyle görünüyor ki paşa, dönüştürücü bir esas belge olma niteliği Gülhane’den çok daha yüksek olan Islahat Fermanı’nın sadece padişah tarafından üstlenilmesinden dolayı çok muzdaripti. Ona göre, bu konu saltanatın eski adetlerinden olduğu üzere bir “meclis-i umumiye konulmuş ve hakikat-ı hâl etrafıyla anlatılmış olsaydı herkes mecnun olmadığından” büyük tehlikeleri savmak için en mutaassıp ve bilgisiz olanlar bile böyle bir fedakârlığı göze alırdı. O durumda, “maslahatın kararı ârâ-yi umumiyenin ittihadıyla olur” ve devlet de her türlü itirazdan ve uygulama güçlüğünden korunmuş olurdu.
Rakibi Damat Mehmed Ali Paşa’nın 1853’te kışkırttığı softalar olayına gönderme yapan Reşid Paşa, o sırada elde bulunan ve oy birliğini, Şeriatın onayını ve padişahın bunlar üzerine çıkarılan iradesini birleştiren “sened-i alenî” sayesinde fesadın atlatıldığını hatırlatmaktaydı. Bu sefer de öyle yapılmış ve elde bir “sened-i kavî” bulunmuş olsa çok daha yerinde olacağını söylemekteydi. Paşa, vükelânın öyle yapmayarak ve sınırlı bir mecliste birkaç kere alelacele toplanarak fermana karar vermelerini ve hele fermanın, vükelâ kararından bile bahis olunmaksızın padişahın iradesi şeklinde yayımlanmasının vükelâlık vazifesine ters olduğunu düşünüyordu. Ona göre vükelâ olanlar “zatlarını meydana koymak ve hâsıl olacak inkisar-ı kulûba (kalp kırıklıklarına) dahi kendilerini karşı tutmak” durumundaymış.
Reşid Paşa, kısaca, bu kadar önemli ve riskli bir fermanın yayımlanmasında padişahı yalnız bıraktıkları için rakibi olan Âlî Paşa ve ekibine yüklenmekteydi, burası açık ama acaba bu fermanla birlikte padişahın Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun oluşturduğu sınırları aştığını da düşünmüş müydü, bunu da akılda tutmakta fayda var. Bir de insan düşünmeden edemiyor, senetler böyle belâları savmaya yaradığı için mi daha önceleri tercih edilmişti?