Bir Osmanlı telgrafçısını 1902-1907 yılları arasında hiç durmamacasına seyahat ettiren saikleri tam olarak bilemiyoruz.
Eğirdirli Karçınzâde Süleyman Şükrü mufassal seyahatnamesini 1907’de, kendisinden hiç de az gizemli olmayan başka bir seyyahın, meşhur Abdürreşid İbrahim’in, Petersburg’daki Elektrik Matbaasında bastırmıştı. Tam adı Seyahatü’l- Kübra. Armağan-i Süleymanî be-Bargâh-ı Sultanî yani Büyük Seyahat. Sultanın Divanına Süleyman’ın Armağanı olan bu eser 2013’te Sayın Hasan Mert tarafından yayına hazırlanmıştır.
Mert, Karçınzâde hakkındaki kısıtlı tartışmaları özetliyor ve onun seyahatlerine II.Abdülhamid’in görevlendirmesiyle çıktığı yolundaki görüşleri aktarıyor. Kendi kanısı, onun “Osmanlı Devleti tarafından görevlendirilmiş bir casus olmadığı yolundadır.” O, bu çıkarımını Süleyman Şükrü’nün İstanbul’da gıyabında yargılanarak hüküm giymesine dayandırıyor. Aynı veri parçasından çıkarak farklı yorumlar yapmak da tabii ki mümkündür. Şöyle ki, hükûmetten kaçan ve daha sonra da yargılanarak ceza alan biri görüntüsünde olmak Karçınzâde için iyi bir sütre olabilir, kendisinin, başta muhalefetteki Jön Türk grupları olmak üzere çeşitli çevrelerin arasına rahatça girmesini sağlayabilirdi. Ayrıca, önce gerçekten ceza almış fakat sonradan Saray’ın istihdamına girmiş de olabilir.
Karçınzâde Süleyman Şükrü Bey
Süleyman Şükrü’nün devr-i âlemini sureta başlatan gelişmeleri hem kendi anlatımından hem de kısıtlı sayıdaki resmî belgelerden takip edebiliyoruz. Bunlara göre, Karesi Posta ve Telgraf müdürlüğü yapan Şükrü, Deyrizor’a sürgün edilir. Orada da hafiyelerin takibinden bunalarak önce Musul’a sonra da sınırın ötesine, İran’a kaçar. Yıl 1902’dir. Daha sonra her gittiği yerde yapacağı gibi Osmanlı elçiliğine gider ve büyükelçi Şemseddin Bey’in İstanbul’a yazarak af edilmesi için tavassutta bulunmasını sağlar. Bundan bir şey çıkmaz. Böylece büyük seyahati başlamış olur. İstanbul’da gıyabında yargılanıp müebbet kalebentlik cezası alması ise İran’a ve sonra Paris’e firar ettiği bilgisinin İstanbul’a ulaşmasından daha sonra, Eylül 1903’tedir.
Her hâlükârda, pasaportu olmaksızın İran’a geçiş yapan, daha sonra da sahte bir pasaportla dolaşmaya devam eden, meşhur Azeri işadamı ve hayırseveri Zeynelabidin Tagiyef’den tutun da Meşveretçi Ahmed Rıza Bey’e kadar çok değişik kişilerle görüşen eylemci bir karakter karşısında olduğumuz açıktır. Öte yandan, eğer seyahatlerinde bir gizli görevi var idiyse bile 1907’de yayımladığı kitabıyla bunu her şekilde ifşa etmişti çünkü burada Jön Türklere ağır ifadelerle yüklenirken II.Abdülhamid için övgü dolu ifadeler kullanıyordu.
İşin doğrusu, her metinde olduğu gibi yazanın kimliği bir dereceye kadar önemli tabii ama asıl önemli olarak metnin kendisini görüyorum. Çeşitli ülkelerde propaganda yapmak ve bilgi toplamaktan daha fazla gizlilik gerektiren işler yapmış Osmanlı memurları herhâlde vardı ama büyük çoğunluğu kamunun önüne bir metinle çıkmadılar! Burada ise elimizde bir metin var. Sonuçta, bugünün Anadolu, Yunanistan, Suriye, Irak, İran, Türkmenistan, Özbekistan, Azerbaycan, Avusturya, Almanya, Fransa, Tunus, Cezayir, Libya, Mısır, Hindistan, Sri Lanka, Hind-i Çin, Singapur, Hong Kong, Çin, Doğu Türkistan, Kırım ve Rusya gibi ülke ve yörelerinde dolaşmış bir yazarı her zaman yakalayamıyoruz ki…
“Seyyah” kelimesini unvan olarak kullanacak kadar benimseyen Karçınzâde’ye göre medeni milletler aklı geliştiren tarih ve coğrafyaya yardımcı yolculuk kitapları (rihletnâmeler) okurmuş. Seyyahların oralarda çok sevildiğini ve kendilerine çok kolaylık gösterildiğini söylüyor. Uygarlığın esaslarını koyan (vâzı’-ı esâs-ı temeddün) ve ilmin kaynağı olan İslâm dinine inanan milletlere mensup herkesin, Kur’an’ın başka kavimlerden insanlarla tanışılması emrini yerine getirmek durumunda olduğunu belirtiyor. Ona göre birisi bu farzı fizikî olarak yerine getirmeye imkân bulamıyorsa seyahatnâmeleri okumaya “dinen mecbur, hikmeten muhtaçtır”. Osmanlılar uygarlık dairesinde ileri adım atan erdemli milletlerden olduğu hâlde (daire-i temeddünde hatve-i terakki atan milel-i fâzıladan) içlerinden, ümmetin fertlerini uyarmak amacıyla dünyayı dolaşma külfetine katlanacak ve mufassal bir seyahatname yazacak himmetli bir seyyahın çıkmadığından yakınıyor. Yabancı dillerden çevrilen yayınlarda ise İslâm dünyasına ait önemli konular yokmuş veya saklı tutulmuş.
Sanırım biz de böylece Karçınzâde’nin düşünce dünyasına bir adım attık. Süleyman Şükrü, yaygın bir İslâm âlemi vurgusuna sahiptir. Osmanlının hilâfet ve saltanatı birleştirmesini büyük bir üstünlük nedeni olarak görmektedir. Osmanlı, bütün İslâm ülkelerini sakinleriyle birlikte kendi bayrağı altında bulundurma yeteneğine hakkıyla sahiptir. Seyyahımız, padişaha sadakat hislerini her fırsatta gösterir. Muhalefette olanlara ateş püskürür. Fakat ilginçtir, kendisi de terakki ve teceddüt düşüncelerini savunur. Neslindeki çokları gibi uygarlaşma onun için de çok önemlidir. Medenî milletlere hayrandır, bunu da saklamaz. Ancak Avrupalıların dünya hegemonyasına karşı çıkar, sömürgeciliklerini ve sadece Müslümanlara değil, dünyanın kalanına olan davranışlarını çok eleştirir. Sıkı bir Batı emperyalizmi karşıtıdır. Ama sömürgeciler kadar “uyuyan” milletleri de eleştirir. Bu eleştirilerinde yer yer bir tür Oryantalizme kaçtığı ileri sürülebilirse de insanların deri renklerini gerilik sebebi olarak görmez. İşte, teceddüt, bu durumdan kurtulmanın çaresidir. Bu kadar değil tabii bir de Türk milliyetçisi yönü var. Hem de nasıl. Türk Tarih Tezi’nden çok önce benzer fikirler geliştirmişti. Türkçeyi zayıflattığını düşündüğü Arapça ve Farsça kelimelerin tasfiyesinden yanaydı.
Şimdi bu özeti biraz ete kemiğe büründürmeye çalışayım. Ona göre Anadolu’nun ilk sakinleri Milattan 2200 sene önce Irak’tan gelen, Sam soyundan “Lidyun” (Lidyalılar) kavmiymiş. Bunların hemen peşine Orta Asya’dan Yafes soyundan ilk Türkler (Etrâkü’l-evvelîn) gelmiş. Bunlar Midyun (Medler) imiş. Eski Yunanlılar ise tabii ki medeniyetlerini “ilk Türklere” borçlu oluyor:
“Türklerin cihanı sarsmağa başladıkları bu tarihte Atina ve Mora cihetleri insandan hâlî ve sahipsiz bir arazi olup Yunanlıların ismi bile yok idi. Anadolu’nun imarından bir asır sonra şu’bât-ı Etrâktan Belasic [Pelasglar] Asya’dan Mora şibh-i ceziresine (yarımada) geçip altı asra yakın orada ikamet ve icrâ-yı hükûmet etmişler ise de (…) Leh tarafından geldikleri zaman gayet câhil ve nadan olan Yunan-ı kadimde bilâhare görülen fazilet tuttukları diyarın ilk sekenesi Belasicyunun yani Etrâkü’l-evvelîn bakayasının irşadı sayesindedir.”
Tanıdık değil mi? Yalnız hakkını yemeyelim, dünyadaki bütün medeniyetin tek başlarına Türkler tarafından yayıldığını söylemiyor. Eski Mısırlılar, Keldâniler, Fenikeliler de var. Sıkıntısı daha ziyade Yunanlılarla. Diğerlerinin “tevsi’-i maarif ve ümrân-ı bilâda” çalışıp mesutça yaşadıkları bu esnalarda Yunanlılar “rutubetli Lehistan’ın” iğrenç mağaralarında vakit geçiriyormuş.
İran’ın Mazenderan vilayetinde Türkmenlerle karşılaşması üzerine de şu yorumu yapıyor:
“Hanedan-ı Âl-i Osman’ın yani Oğuz Han neslinin buralardan çekilmesiyle kalıb-ı bî-ruh kesilerek kâh Ruslara kâh İranîlere esir olan Türkmenlerin tekellüm, tarz-ı telebbüs (giyinme) ve maişetleri hatta simaları Anadolu sekenesinin aynıdır. (…) Lisanımızın Arapça ve Farisîceden tasfiyesiyle ebnâ-ı Türkün teati-i efkarda suûbet ve tefrikadan tahlis ve tevhidlerine dair âcizâne karaladığım ‘Türkçe Arayanlara Kılavuz’ nam kitap için biraz lügat toplayıp…”
Yani Türkler düşünce alış-verişi yaparken güçlük ve dağınıklıktan kurtulsun ve birleşsinler diye bir kitap yazıyormuş. “Dilimizi yoğaltan Arapça ve Farisîce sözleri atarak ele geçirilen değerli karşılıklar ile açık Türkçe yazılan kılavuz iki yüz yapraktan artık olup bu günlerde basılacaktır” notuyla sade Türkçe kullanımına bir de örnek vermesine karşın, bu kılavuzun basıldığını gösteren bir işaret yoktur.
Kaçar şahları yönetimindeki İran’ın, 1906 meşrutiyeti öncesine dair bir tanıklık sunan Şükrü, hamamların temiz olmayışından tutun da askerlerin “derme çatmalığına” kadar pek çok konuda ülkenin bozuk düzen hâlini eleştirmekteydi. Sokaklarda öküz ciğeri kebabı satmak için karakollarını boş bırakan askerlerin, önünde muhafız olan bir araba gördükleri zaman nasıl görev yerlerine koşuştuklarını ve yetişebildikleri yerde selama durarak dağınık bir görüntü verdiklerini anlatıyor. Bundan da kötüsü ise askerlerin resmî elbiseleriyle amelelik etmesiymiş.
Seyahat-ı Kübra’nın kapak sayfası
Tahran’da bir tanıdığına, çalışan ve çamurlara bulanan askerleri göstererek “Canım birader askerin altmış para yevmiye ile ırgatlık etmesine mademki göz yumuyorsunuz, ameleliğe gidecekleri zaman hiç olmaz ise sırtlarındaki elbise ile başlarındaki armayı çıkarttırınız da kimse anlamasın, namus-ı devleti düşünmeniz lâzımdır. Ecânib size güldükçe âlem-i İslâmiyet kan ağlıyor” demiş. Muhatabı ise askerin çalışmasının aslında yasak olduğunu ama kılıklarını bilerek çıkarttırmadıklarını, böylece asker olduklarını anlayan halkın başkasını çalıştırmaya cesaret edemediklerini çünkü askere erzak ve tayinat verme âdetleri olmadığını söylemiş. Başka bir şaşkınlığı ise mücevherci zannettiği bir yerde İran’ın resmî devlet nişanlarının satıldığını görmek olmuş.
Dolayısıyla Bakü’de görüştüğü Tagiyef, İran’ın durumunu nasıl bulduğunu sorunca “Medeniyet-i hazıranın her türlü terakkiyatına karşı bigâne ve derin uykudadır” cevabını vermiş. Tagiyef’ de Muzaffereddin Şah’tan bekledikleri reformun gerçekleşmediği ve İran’da beş yüz şah değişse de faydası görülmeyeceğini söyledikten sonra “Bu köhne hükûmeti kırıp yeniden kalıba dökmeyince işe yaramayacağı anlaşıldı” yorumunda bulunmuş.
Süleyman Şükrü’nün Hindistan gözlemlerinde ise sömürge yönetimine duyduğu tepki çok net bir şekilde görülüyor:
“Hintlileri mesut İngilizleri kazandırıcı zannedenler Hindistan’a gelerek cereyan eden mezalimi, ahalideki ahvâli müşahede etsinler. (…) Avrupalıların müstemlekelerine doğru atf ettikleri nazar-ı itina paradan başka hiçbir şey üzerine değildir. Halk perişan olmuş, ezilmiş, sefil kalmış, telef olmuş, umurlarında bile değildir. (…)
İngilizler bu hâlden üzgün değil memnunmuşlar çünkü mutlu olmanın, refah içinde yaşamanın yalnızca Avrupalılara mahsus olduğunu düşünüyorlarmış. Şükrü’nün bu noktada “İdare-i adile-i Osmaniye’de gönül hoşluğu ile yaşayıp haricin ahvâline kesb-i vukuf edemeyen umum vatandaşlarımın dikkat ve intibâhları celb olunur” dediğini de belirtelim.
Karçınzâde, Boxer Ayaklanması’ndan sonra Batılı devletlerin askerî işgali altında yaşayan Pekin içinse “pejmürde şehir” diyerek kentin hijyen durumuyla ilgili olumsuz yorumlar yapıyor ve “Eşek ne vakit saz çalar ise Pekin şehri de eski helâ, eski kuburluktan ihtimal o vakit kurtulur. Afyonu ne zaman bırakacaksınız diyenlere deve bez dokuduğunda cevabını veren bir milletten intibâh (uyanış) mı beklenir?” diyor. 11.5 milyon kilometre kare yüzölçümünde, 440 milyon nüfusa sahip “bir emsalsiz saltanat-ı azime” sırf intizamsızlık yüzünden bu hâldeymiş. Dört bin yıllık büyük bir devletin dört tabur muntazam askeri olmamasını doymak bilmeyen Avrupalıların talihlerinin kuvvetine yoruyor. Batı emperyalizmi karşıtlığı çok bariz olan bir alıntıyla bitirelim:
“Bir avuç akvâm-ı garbiyeyi böyle şımartan bilcümle şarklıların daldıkları hâb-ı medid (uzun uyku) değil mi? Biz yatınca bunlar kalktılar. Meydanı müteyakkız ricâlden boş bulup her tarafa saldırmağa yayılmaya başladılar. Bu yağmagirlerin şerlerinden kurtulmak için artık uyanalım.”