Bazı yazarların ve eserlerinin kıyıda köşede kalmak gibi bir kaderleri oluyor galiba. Öyle ki kendi dönemlerinde yeterince bilinmedikleri gibi daha sonraki tanıtma gayretlerine de bir şekilde direniyorlar.
İbrahim Müteferrika’nın bir hayranı olup Hicrî 1200 yılında (1785-1786), Sultan I. Abdülhamid’in saltanatının sonlarına doğru, kendisi de “nizâm-ı ekâlime dair” (iklimlerin, ülkelerin düzeni) bir risale kaleme alan Süleyman Penah Efendi de böyle biriydi. Siyasetname / Nasihatname türündeki eseri, en yetkinlerinden biri olmasına karşın, ne Osmanlı döneminde ne de merhum kütüphaneci Aziz Berker tarafından 1942-43’te Türk Tarih Vesikaları Dergisi’nde aynen yayımlandıktan sonra, Cumhuriyet döneminde gerekli ilgiyi görebilmiştir. Bu, üstelik Sayın Yavuz Cezar’ın önce 1986’da, Osmanlı maliyesi üzerine olan değerli araştırmasında risaleyi kısaca tanıtmasına ve 1988’de de üzerine müstakil ve mufassal bir yazı yazmasına rağmen böyledir. Ben de bu yazımda, Penah Efendi’nin daha önceki araştırmacıların ilgi alanlarına pek girmeyen bir yönüne, emperyal projeciliğine ve toplum mühendisliğine değinmek istiyorum. Ama kendisi ve eseri hakkında en temel konularda bile hafif tertip bir karmaşa hüküm sürdüğü için önce bir miktar oyalanmamız kaçınılmaz görünüyor.
James Stuart, Stuart Erechtheum’u çizerken. Osmanlı Mora’sından bir görünüş, 1751.
Mehmed Süreyya anıtsal eseri Sicill-i Osmanî’de, Penah Efendi’nin Mora’da, Tripoliçe’li İsmail Efendi’nin oğlu olarak 1153’te (1740-1741) doğduğunu söylüyor. Penah, daha sonra İstanbul’a gelip divan kâtibi olarak Küçük Mustafa Paşa’nın hizmetine girmiş. Hacelik rütbesi alarak 1177 Şevvalinde (Nisan / Mayıs 1764) Küçük Tezkireci, peşinden Kethüda Kâtibi olmuş. Aynı yıl azledilerek Magosa’ya, dokuz ay sonra ise Bursa’ya gönderilmiş. Bir süre sonra da Maliye Tezkirecisi olmuş. Mehmed Süreyya “sefer vukuunda Ordu-yu Hümâyûn ile gitti” dediğine göre bu seferin 8 Ekim 1768’de Rusya’ya açılan ve 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile sona eren sefer olması gerekir.
Penah Efendi daha sonra 1183 Ramazanında (Aralık 1769- Ocak 1770) Sipah Kâtibi, 1184’te Mevkufatî, 1185 Muharreminde (Nisan- Mayıs 1771) Süvari Mukabelecisi ve Şevvalde (Ocak- Şubat 1772) Başmuhasebeci olmuş ve izinli olarak İstanbul’a dönmüş. Daha sonraları iki defa şehreminliği yapmış, Anadolu Muhasebeciliğinde ve Süvari Mukabeleciliğinde bulunmuş. 1198’de (1783-1784) “yine” Matbah Emini ve Recep ayında (Mayıs- Haziran 1784) tekrar Anadolu Muhasebecisi olmuş. 10 Zilkade 1200 (4 Eylül 1786) tarihinde ise vebadan ölmüş ve Mahmutpaşa’da gömülmüş. Mehmed Süreyya, tarikatlara intisabı olduğunu, manzum ilahileri ve şiirleri bulunduğunu, oğullarının da Osman [Defterdar, Moralı] ve Yusuf Agâh Efendi [Londra’da ilk daimî elçi] olduğunu söylüyor.
Aziz Berker, Penah’ın, Orloff Biraderlerin 1770’te Mora’da başlattıkları ilk Rum ihtilâli esnasında orada olduğuna dikkat çekerek, Sipah Kâtipliği, Mevkufatîlik ve Süvari Mukabeleciği görevlerini Mora’dayken yapmış olmasının kuvvetli bir ihtimal olduğunu söylüyor ama Mehmed Süreyya’dan gelen bu bilgileri maalesef Penah Efendi’nin kendi yazdıklarından doğrulayamıyoruz. Üstelik kendi mecmuasındaki ifadelerden hiç olmazsa 1765-66’dan beri Mora’da bulunduğunu anlıyoruz. Rusya’nın gönderdiği “Hacı Murad” adlı casusun Manyalılar ve başkalarıyla görüştüğünü, onları bir ayaklanmaya teşvik ettiği hususlarını yerel yöneticilere bir türlü anlatamamış.
Oğlu Yusuf Agâh Efendi’nin 1796’da Tripoliçe’de bir okul ve kütüphane yaptırmış olmasına bakılırsa ailenin o şehir ile bir ilgisi olduğu söylenebilir ama orada bile bir tereddüt var çünkü Penah Efendi kendi mecmuasında “diyarımız Gastun” [Gastouni] diyerek Tripoliçe’nin Kuzeybatısındaki kasabayı işaret ediyor. Ayaklanma başladıktan ve Gastun kuşatıldıktan sonra Penah Efendi ve diğer Müslümanlar 13 Mart 1770’te bir çıkış harekâtında bulunmuş ve perişan bir hâlde Badra [Patras] kalesine sığınmışlar. Penah Efendi’nin ifadeleri kendisinin hep Gastun’da yaşadığı izlenimini veriyor. Gastun naibi olan Ömer Efendi, ihtilalden dolayı mahkemesi 3 aydır gelirsiz kaldığı için Badra’da perişan durumdaki mültecilerin yakasına yapışmış ve 2000 kuruş vermedikleri takdirde “selamet ile çıkarsam cümlenizi birer iftiralar ile Deraliye’ye ilâm ederim” diye tehdit etmiş. Kapıkulu askerinden sipahların ordu ile birlikte olması gereken kâtibinin Kuzeybatı Mora’daki Gastun’da ne işi vardı, hadi onu geçeyim ama oldukça yüksek rütbeli bir bürokrat olan Sipah Kâtibi’nin imparatorluğun başkentinde, bir kasaba naibi kadar nüfuzu olamayacağına doğrusu pek aklım kesmiyor!
Kısacası Penah’ın kendi yazdıklarıyla Mehmed Süreyya’nın verdiği tarihler uyuşmuyor. Hatta Penah kendi babasının adını bile, İsmail değil, Süleyman olarak veriyor. Hâl böyleyken bunun bazı yayınlarda hâlâ dikkate alınmadığını görmekteyiz. Her hâlükârda Mehmed Süreyya’nın yazdıklarının daha fazla araştırma yapılmasını gerektirdiği aşikârdır ama hiç olmazsa ondan kaynaklanmayan hatalardan birine dikkat çekerek bu bahsi kapatayım. Aziz Berker, her nasılsa zühul etmiş ve Mehmed Süreyya’yı referans göstererek Penah’ın İstanbul doğumlu olduğunu söylemiştir. Tabii ki Mehmed Süreyya böyle demiyor ama Yavuz Cezar ve Kayhan Atik gibi sonraki araştırmacıların da bunu aynen tekrarladıkları görülüyor.
Penah Efendi’nin yazdıklarının niteliği ve yazım tarihi hakkında tedavülde olan bilgilerde de epeyce bir karışıklık var. Aziz Berker, yazım tarihi olarak 1769’u vermiş ama “risale”nin en sonundaki ikinci zeylin de 1778 tarihli olduğunu belirtiyor. Yavuz Cezar, “1769’u izleyen yıllarda yazılmış olması gerektiği bilinmektedir” diyor. Kayhan Atik ise 1770-1780 tarih aralığını veriyor. Oysa bu konuda herhangi bir belirsizliğe gerek yoktur çünkü Penah Efendi, metnin içinde yıl 1200’ü (1785-86) gösterdiğinde “kâşanesinde” bir köşeye çekilmişken “esbab-ı tebdir-i nizam-i ekâlimin” (Ülkelerin Düzeni Üzerine Önlemlerin Araçları) yazımına giriştiğini ve “işbu Mora seferinin risalesine zeyl olarak” eklediğini açıkça belirtmektedir.
Dahası, Penah’ın söylediklerinden anlıyoruz ki aslında bir değil iki risale yazmıştır. Birincisi Mora İhtilâli üzerinedir, ikincisi ise “ülkelerin düzeni” hakkındadır. “Sefer-i Mora bu makamda nihayet bulmağla acizâne nizam-ı ekâlime dair tertib olunup zeyl-i evveliyat-ı risale-i çâkerânemdir” diyor. Sefer-i Mora veya Mora seferi dediği risalesini tabii ki daha önce kaleme almış olabilir. Fakat onun önsözünde de “nizam-ı ekâlime dâir mevadd-ı saire zeyline cesaret olunmağla” dediğine göre 1785-1786’da yeniden gözden geçirmek veya yeniden yazmak fırsatı da olmuştu. Sefer-i Mora’nın bitiş tarihini de (1200’ün sadece bir ayı 1785’te olup 11 ayı 1786’ya rastladığı için) büyük ihtimalle 1786 olarak görmek durumundayız. Bunu böylece tesbit ettikten ve ortada iki ayrı risale olduğunu söyledikten sonra Penah Efendi’nin yazdıklarında daha fazla bir tutarlılık göreceğimiz aşikârdır.
Dolayısıyla, Sayın Cezar’ın şu değerlendirmesinin bir kısmına katılamıyorum:
“Adından da anlaşılacağı üzere, risâle temelde Mora isyanı ve bu olayın ortaya çıkardığı sorunlarla ilgilidir. Böyle olmakla birlikte, risâlenin tüm içeriği yalnız bu sorunla sınırlı kalmamıştır. Gerçekten, son bölümlerde Penah Efendi, çalışmasının kapsamını birdenbire genişletmiş ve böylece ortaya, imparatorluğun tümüne şâmil sorunları, kendine özgü bir yaklaşımla irdeleyen, ilginç ve değerli bir fikri ürün çıkmıştır.”
Hem bu karışıklıkların bir kısmının, hem de Penah Efendi’nin, belirli bir seferin vekayiinin tutulmasıyla hiç ilgili olmayıp mufassal bir siyasetname niteliği taşıyan bu ikinci risâlesinin, Mora seferini anlatan birincisinin gölgesinde kalmasının bir nedeni ise gerçekten de nispeten basit bir kataloglama ve adlandırma sorunu olabilir.
Aziz Berker, bu [iki] risalenin Millet Kütüphanesinde, Ali Emirî Efendi kısmında “Mora İhtilâli” adıyla kayıtlı bulunduğunu ama asıl adının “Penah Efendi Mecmuası” olduğunu ve sonradan “Mora İhtilâli Tarihi” ve “Mora İhtilâli Tarihçesi” şeklinde bilindiğini belirtmektedir. Gerçekten de onun dikkat çektiği üzere Bursalı Mehmed Tahir’in Osmanlı Müellifleri adlı eserinde sadece “Mora İhtilâli Tarihçesi” olarak geçmektedir. Şöyle de ifade edebiliriz: İbrahim Müteferrika’nın meşhur Usûlü’l- Hikem fî Nizâmi’l-Ümem’inin yazması, yine onun, tek nüsha ve yazma başka bir eseriyle, diyelim ki Lehistan sefaretnamesiyle aynı mecmua içinde olsaydı acaba ne kadar bilinirdi? Fakat burada bir haksızlık da yapmak ve bütün kabahati kütüphaneciler ve bibliyografik sözlük yazarlarına yüklemek istemem. Bu çok önemli eserini, onun neredeyse tam yarısı kadar olan Sefer-i Mora’ya ekleyen ve bir bakıma gözlerden kaçıran Penah Efendi’nin kendi payını da unutmamak gerekir sanırım.
Ama ben sizlere Penah Efendi’nin emperyal projeciliğini ve toplum mühendisliğini anlatacaktım değil mi? Heyhat, hukuk kadar değilse de bazen tarihte de usûl, esasın önüne geçiveriyor. Herhâlde bunu artık bu yazıda yapamam, haftaya kaldı. Fakat hiç olmazsa geçtiğimiz haftalardaki Osmanlı’nın sistem arayışları- toplumsal sözleşmeleri yazı serisine buradan bir “zeyl” olsun çıkarabilirim.
Penah Efendi, İbn Haldun’un kulaklarını çınlatırcasına, bir devletin ortaya çıktığı zamanki ve durup oturuştuğu (temekkün) zamanlarındaki hâllerinin aynı olamayacağını söylüyor. Bir devletin yıldızının parladığı ve ülkeler fethettiği zamanlarda askerleri itaat üzere olur, bol ganimet alınırken birbirleriyle dayanışma içinde bulunurlarmış. Yönetici konumunda olanların da askerlerin bazı hatalarını görmezden gelmesi ve askerlerin yöneticilere olan tavırları temekkün vaktinde olmayan işlerdenmiş. Bu, o zamanlara mahsus bir tavırmış. Erbab-ı basiret bu tür bir müsaadeyi caiz görürlermiş. O devlet olgunlaştıkça ve güçlendikçe halkı sefa, rahat peşinde, servet ve ziynet toplamak kaygısında olur, her kasaba ve her köy halkı “iradeleriyle hareket edip her biri bir tavır ve meşreb peyda” edermiş. Yönetilmeleri ve gereken hizmetlerde istihdam edilmeleri güçleşirmiş. Öyle bir devletin yakın bir gelecekte çökeceği açık olduğu için erbab-ı basiret, bunu fark ettikleri gibi yönetilen kalabalık nüfusu “birkaç sınıfa taksim” eder ve belirli şartlara bağlar, ondan sonra da o şartlara krallara varıncaya kadar herkes uyarmış (muayyen şûrûtlara bend ve kemâyenbagi şûrûtlara mülûka varınca riayet eder). Bu düzenin en ufak bir yanına zarar gelmemesi için gerektiğinde başka büyük işlerin hepsini bırakır ve onun devamı için ihtimam eder ve önlem alırlarmış.
Penah Efendi’nin bunları yazarken kafasında hangi toplum düzeninin veya tarihî dönemin olduğunu maalesef bilemiyoruz. Kendi memleketi Mora’nın antik Yunan dönemindeki geçmişine, mesela Cleisthenes ve Solon’un reformlarına mı göndermede bulunuyordu yoksa daha yakın dönemlerde, mesela, Fransa’nın meclis (états généraux) düzenlemelerini mi kastediyordu? Fakat düzenin nasıl sağlanamayacağı konusunda gayet net ve açık bir saptamada bulunuyordu: “Nizam her ne gûne olur ise olsun katl ve nefy ve müsadere ile mutlak olmaz san’at ile olur.”