Ahmed Ferid Bey, imparatorlukta asimilasyona yönelik bir Osmanlıcılık siyasetinin uygulandığı kanaatindeydi.
Yusuf Akçura’nın, “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesinin başlattığı tartışma, beklenebileceği gibi Osmanlı geçmişi hakkında değerlendirmeler içeren bir tartışmaydı. Taraflar izlenecek politikayı konuşuyorlardı elbette. Ama tezlerini savunurken de sık sık “tarihe” müracaat ediyorlardı. Meselenin bir kısmı kavramlar üzerinde anlaşamamalarıysa önemli bir kısmı da geçmişte neyin nasıl olduğu, hatta olup olmadığı hususunda farklı noktalarda durmalarıydı.
Akçura’ya göre Osmanlıcılık düşüncesinin siyasî alanda bir karşılığı yoktu ve uygulanamaz durumdaydı. Bütün mesele, gelecekte “Tevhid-i Etrak” ve “İttihad-ı İslâm” siyasetlerinin hangisinin izleneceğinde düğümleniyordu. Ali Kemal ise bir yandan bu üç siyasî tarzın dayandığı varsayılan İslâm, Osmanlı ve Türk kimliklerinin birbirlerinden ayrılmaz olduğunu, diğer yandan da, Akçura’nın tarif ettiği şekliyle o üç siyasetin hiçbirinin o zamana kadar uygulanmamış olduğunu savunuyordu.
Bu tartışmaya 1904 Haziran’ında, Akçura’nın Harbiye ve Erkân-ı Harbiye Mekteplerinden yakın arkadaşı Ahmed Ferid Bey [Tek] de katıldı. İkisi de II. Abdülhamid’e muhalefet ettikleri gerekçesiyle kendilerini sürgüne götüren Şeref vapurunda bulunmaktan dolayı “Şeref kurbanları” olarak bilinen grup içindeydi. Trablusgarb’da kısa süreli bir sürgünlükten sonra Fransa’ya kaçmış ve Ulûm-ı Siyasiye Mektebi’nde okumuşlardı.
Ahmed Ferid, Türkleri birleştirmek siyaseti hariç diğer ikisinin Osmanlı’da uygulandığını düşünüyor ve yalnızca “bazı tarih ve ulûm-ı içtimaiye bigânelerini ikna edebilecek” konumda gördüğü Ali Kemal’i ise kıyasıya eleştiriyordu. Türkleri birleştirmek siyaseti, henüz bir fayda getiremezdi ama “Siyaset-i İslâmiye” ve hele hele “Siyaset-i Osmaniye” böyle değildi. Birincisi, zamanın padişahının ideali görünüyordu, ikincisi ise son asırdaki bütün devlet adamlarının hareketlerindeki hedef idi.
Abdülhamid’in Panislamizm siyaseti uygulayıp uygulamadığı çok tartışılmış, verilen cevaplar kavrama atfedilen değere bağlı olarak değişmiştir. Fazla dağılmaksızın, Abdülhamid’in siyasî bir İslâm birliği peşinde olmadığı yolundaki görüşün ağırlıkta olduğunu belirtelim. Padişahın bir muhalifi olarak Ahmed Ferid’in “İttihad-ı İslâm” yolunda yapılanları özetleme şekli de bu yorumu destekleyecek niteliktedir.
Şöyle ki, padişah, temsilciler göndererek, dışarıda yayın yaptırarak, dünya Müslümanlarının sevgisini kazanmaya ve onların makam-ı hilafete kalben bağlanmasına çalışıyormuş. Osmanlı ülkesini ziyaret eden Müslümanları iyi karşılıyor, İslâm dünyasının önem verdiğini düşündüğü kişileri yanına alıyor ve “Hicaz’ın muhafazasını Anadolu’nun hıfz ve müdafaasına tercih” ediyormuş. Bu katalog içinde, padişahın, cahil Müslümanların saf duygularını okşaması, İslâm’ın görünen kurallarına riayet etmesi, “memleketin taassub-ı dinîyesini muhafaza için her köşeye bucağa hocalar” göndermesi ve “mektep programlarını tedrisat-ı diniye” ile doldurması da var. İslâm birliği siyasetinin o sırada uygulanmakta olduğuna dair saydığı kanıtlar bunlardan ibarettir. Dahası “Bilemeyiz, bugünkü bir Osmanlı padişahı, bu hususta daha fazla nelere teşebbüs edebilir” dediğine göre o da daha ötesine gidilemeyeceğini düşünüyordu.
Dolayısıyla, “Gerek ittihad-ı İslâm, gerek Türklerin tevhidi siyasetleri bu gün bir gaye, bir gaye-i siyasî, bir hedef, bir hedef-i aslîdir. Her ikisinin kabul ve takibi hâlinde de o tasavvur ettiğiniz harblerin hiçbirine teşebbüs olunmayacaktır” diyerek Ali Kemal’i, Akçura’nın Panislamizm ve Pantürkizm hakkında söylediklerini anlamamakla suçlaması hâliyle ilginç olmaktadır.
Ahmed Ferid’in düşüncelerinin, istemeye istemeye de olsa, Panislamizm ve Pantürkizm siyasetlerinin henüz kabul edilmedikleri ve izlenmedikleri noktasında, eleştirdiği Ali Kemal ile örtüştüğünü söyleyebiliriz. İkisi arasındaki asıl büyük örtüşme ise, çok önemli bazı farklara rağmen Osmanlıcılık siyaseti, daha doğrusu o siyasetin hayatiyeti konusundaydı. Burada, Ahmed Ferid daha tutarlı bir argüman sergilemiştir:
“Millet-i Osmaniye teşkili siyasetine gelince… Lâkin hayat-ı millîmizi tanzime, umur-ı idaremizi tensîka teşebbüs edeliden beri bütün harekâtımız, bütün emellerimiz bunu istihsale mevkuf oldu. Tanzimat-ı Hayriye budur…”
Osmanlıcılık siyaseti, ona göre, eldeki en iyi seçenekti ve iflas etmiş olmaktan çok uzaktı. Akçura’nın en yakın arkadaşını bile ikna edemediği görülüyor. Ahmed Ferid, bu anlamda, Ali Kemal’e daha yakındır.
Ondan ayrıldığı nokta ise, içerik hususundadır; Osmanlıcılık bağlamında ciddî bir asimilasyon yapıldığını savunmaktadır. Asimilasyon tanımlaması şöyledir: “Temsil, lisân-ı siyasîde, millet-i hâkimenin gayri ahaliyi dinen, lisânen, ahlâken, vicdanen millet-i hâkimeye benzetmektir.” Başarılı olunması durumunda, aynı millî hislere sahip, birbirleriyle tamamen eşit fertlerden oluşan bir ‘millet-i vahide’ olurmuş.
Asimilasyonun ne olduğu konusunda her üçü de benzer düşünürdü sanırım, yalnız Akçura, beyhude bir gayret olduğunu, Ahmed Ferid tek çare olduğunu, Ali Kemal ise öyle bir şeye kalkışılmadığını söylemekteydi! İşin ilginci, “Millet-i hâkime” dediklerinde de esas unsurunun Türkler olduğu bir çoğunluğu anlıyorlardı ama bu hâlihazırdaki farklı duruşlarına engel olmadığı gibi zaman zaman kesişen sonraki hayatlarında da (mesela Ali Kemal ve Ahmed Ferid, II. Damad Ferid Paşa kabinesinde beraberdi) öyle olacaktı.
Ahmed Ferid’in de tarif ettiği türden bir millet oluşturmanın güçlüklerinin farkında olduğunu söylemeye lüzum yok. Eskiden en geçerli asimilasyon şekli olan dinî temsilin medenîleşen kavimler arasında artık bırakıldığını, yerini dilce temsilin aldığını ve edebiyat birliğinin, din birliğinin yerini tutabilir bir duruma geldiğini ileri sürüyor. Çokuluslu bir yapıya sahip olup halkını asimile etmeye çalışan hükûmetler de, özellikle memleketin “resmî dinine” yakın inançlı ahalisini kazanmaya çalışırmış. Millet-i hâkime, diğer milletlerin arasına göç ettirilirmiş. “Milel-i mahkûme”nin dili, edebiyatı baskı altına alınarak gelişmesi önlenir ve hükûmet, kendi dilini, gücünün yettiği her vasıta, özellikle mekteplerle umumi lisân hâline sokmaya çalışırmış. Bütün bu baskılara karşılık verebilen bir millet çıkarsa o zaman da “imkân dairesinde o milletin ecânibe [yurtdışına] muhaceretini teşvik etmekten başka çare” kalmazmış. “Bu da mümkün olmazsa bilmelidir ki, o millet muhafaza-i mevcudiyete, yaşamaya ve belki iddia-i istiklâle namzettir” diyor.
Dönemin sosyal Darvinist düşüncelerinden etkilenen pek çokları gibi, Ahmed Ferid’e göre de Osmanlı devletinin son bir asırlık ömrü “cidâl-i hayat” dediği bu mücadele ile geçmiştir. Şaşırtıcı olan, Osmanlı devletinin Tanzimat’tan beri bu saydığı asimilasyon yöntemlerinin birçoğuna başvurduğunu söylemesidir. Anadolu ve Balkanlar’da Müslümanlığın yayılması, “o hiç Millet-i Osmaniye ile uğraşmadığı iddia olunan padişahlarımızın” dinî asimilasyona olağanüstü riayet ettiklerini gösteriyormuş!
Ama bu Tanzimat’tan önceymiş… Tanzimat, Ortaçağ adetlerinin bırakılması demek olduğundan, bu dönemde hukuk ve idare yönünden asimilasyonla uğraşılmış. Tanzimat’tan önce Osmanlı tebaası birbirine eşit ve birleşik olmayıp “her ırk, her din başlı başına idare” olunurken “teceddüd siyasiyunu”, “İhtilâl-i Kebir’in müsavat kaidesini” kendilerine siper edinerek bu ayrılığı gidermeye çalışmışlar. Islahat Fermanı, patriklerin siyasî iktidarını azaltmak, adlî işleri karma mahkemelere yöneltmek, Hristiyan okul ve kiliselerini “teftiş altına almak” gibi “milel-i muhtelife hayat-ı siyasiyesini tahdit” eden düzenlemeler yapmış. Aynı şekilde, memleketin özellikle Gayrimüslimlerle meskûn yerlerine Müslüman muhacirler iskân edilmiş. Osmanlı hükûmetinin devamlı uğraşlarından biri ise okullar ve dil olmuş. 1869 Maarif Nizamnamesi, ilkokullar dâhil tüm Gayrimüslim okullarında Türkçe öğretilmesini mecbur kılmış. 1876 Kanun-ı Esasî’si de Osmanlı ülkesinde yaşayan herkesi birleştirmeye ve karıştırmaya ve bunlardan bir Millet-i Osmaniye oluşturmaya ve bu millete “Türkçeyi lisân-ı resmî ve millî yapmaya” yönelik imiş.
Neticeten, üç siyaset içinde en esaslısının, en kolay uygulanabilecek olanının bu tarif ettiği şekliyle Osmanlıcılık olduğunu anlıyoruz. Diğer ikisi Osmanlının hayat mücadelesinde ancak birer destek veya “muavin-i harp” olabilirmiş. Ahmed Ferid, “Siyaset-i Osmaniye, bilakis Osmanlı devletinin en kavî zırhı, en büyük silah-ı müdafaası, en doğru hedefidir” diyor. Akçura’ya hak verdiği nokta ise Osmanlı’nın hem mevcut sınırlarıyla korunup hem de bu sınırlar dâhilindeki halkının tamamını “Osmanlı, Türk yapmak” hususunun olanaklı olmaması…
“Fakat siyaset fiiliyattır, hayattır. Binaenaleyh bunda katiyet, mükemmeliyet, tamamî aranmaz. Türkiye tekmil hudutlarını, tekmil tebaasını muhafaza edemeyecek, geri kalan tebaanın hepsini Türk yapamayacak, farz edelim. Ne zararı var? Ne olursa olsun, oldukça kavî, elân yaşayan bir millet var ya! İşte onun hayat ve faaliyeti pahasına muhafaza ve müdafaa edeceği hudud Memâlik-i Osmaniye, onun imkân dairesinde temsil edeceği ahali Millet-i Osmaniye’dir. Biz tekmil elimizdekini müdafaa ve temsile, siyaset-i Osmaniyeyi takibe hasr-ı efkâr eyleriz. Muvaffak olduğumuz kadarı bize kalır, kalmayanı gider; hükm-i kader veya ilca-yı kanun-ı tabiat deriz, gaib etmekliğimiz muhakkak olan şeylerden başka hiçbir şey gaib etmeyiz, fakat kazanabilirsek ancak bu yolda, bu meslekte kazanırız.”
Diğer etnik grupların asimile edilerek Türk yapılmasını içeren bu ifadelerin Osmanlıcılık siyaseti savunulurken yapıldığına dikkat çekelim. Ahmed Ferid’e göre gittikçe uyanmakta olan İslâm âlemini hilafet vasıtasıyla Osmanlı toplumuna bir dayanak noktası yapmaya çalışmak ve İslâmiyet’i, “Tevhid-i İslâm”ın şaşaalı adı altında, Osmanlı çıkarlarına hizmet eder bir duruma getirmek de hiç faydasız değildi. “Türk siyaseti” ise gelecekte İslâm birliği siyaseti işe yaramadığında “bize” bir destek olurdu. Ferid Bey’in bitirme sorusunu aynen alayım: “Bilmem umur-ı siyasiyede opportuniste’likten daha doğru, daha faydalı bir meslek var mıdır?” İttihat ve Terakki, imparatorluğu yönettiği zamanlarda bu üç siyasî mütefekkirden hangisi görüşlerinin revaçta olduğunu düşünmüştür dersiniz?