Beylikler Anadolu’sunda siyasî otoritenin çok parçalı bir hâl almasının Türkçenin yazı dili oluşu üzerinde olumsuz bir etkisi olmamıştır. Tam tersine, Moğolların itmesiyle Anadolu’ya göç eden ve uçlara yığılan Türk ve Türkmen gruplara dayanan çeşitli beyler, Türkçe eserler verilmesini ve Türkçeye çeviriler yapılmasını teşvik etmişlerdi. Bu durumu, beylerin, çökmekte olan ve 14. Yüzyıl başlarında bütünüyle ortadan kalkan Selçuklu merkezinin yazı dilleri olan Farsça ve bir ölçüde Arapçanın, içinde bulundukları sosyal çevre içinde kendilerine siyasî bir meşruiyet kazandırmayacağı hususunu görmelerine atfedebiliriz.
Birbirleriyle rekabet hâlinde birden fazla “saray” olması şairler ve yazarlar için, koruyucu sayısının artması anlamına geldiği için hiç de fena bir şey değildi. Değişik bey sarayları arasındaki âlim, şair ve yazar dolaşımı ve tabii ki bir beylikte yazılan eserin diğerlerinde de okunması, herhâlde yazılan Türkçenin giderek daha homojen bir duruma gelmesine katkıda bulunuyordu.
Türkçenin yazı dili olarak kullanımını uç bölgeleriyle de sınırlandırmamak gerekir. Sonuçta Sultan Veled ve Âşık Paşa, uçlarda değil Selçuklunun merkez bölgelerinde yetişmiş ve eserlerini vermişti. Aynı şekilde, 14. Yüzyıl sonlarında Sivas- Amasya- Kayseri yörelerinde Eretna beyliğinin yerine kendi adıyla anılan kısa ömürlü bir devlet kuran Kadı Burhaneddin, bu eski Selçuklu bölgelerinde hüküm sürmekle kalmamış, Eski Anadolu Türkçesiyle bir divan da yazmıştı. Çağdaşı Erzurumlu Darîr’in de aynı yazı diliyle kendi memleketinde ve daha sonra Mısır’da eserler verdiğini düşünürsek, Eski Anadolu Türkçesinin geniş bir coğrafyada yazı dili olarak kullanıldığına daha iyi dikkat çekmiş oluruz.
Yine de salt bugüne kalan eserler dikkate alınınca, Aydınoğlu ve Germiyan gibi Batı Anadolu beyliklerinin, Türkçenin yazı dili olarak yerleşmesinde ağırlıklı bir yeri ve öncü bir konumu olduğu söylenebilir. Aslında Osmanoğulları’nda da durum çok farklı değildir. Mesela, Karacahisar’ın 1289’daki fethinden sonra orada Osman Bey adına ilk hutbeyi okuyan Tursun Fakih’in Eski Anadolu Türkçesiyle yazmış olduğu çeşitli mesneviler bugüne ulaşmıştır. Tursun Fakih’e ileride dönmek üzere bugün, ondan daha sonra yazan başka bir şair ve yazarı, Şeyhoğlu Sadrüddin Mustafa’yı konu edineyim diyorum.
Çağdaşı ve ilk manzum Osmanlı tarihinin sahibi şair Ahmedî gibi kariyerine Germiyan Beyliğinde başlayan ve daha sonra aynen onun gibi eserleriyle birlikte Osmanlı Beyliğine taşınan Şeyhoğlu Mustafa (1340- 1414?) velut bir şair ve yazardı. Germiyanoğlu Süleyman Şah için çeşitli fabllardan oluşan Marzubân-nâme adlı bir eseri (Bkz, Zeynep Korkmaz yayını) ve yine onun için meşhur Kabus-nâme’yi Farsçadan Türkçeye çevirmiştir (Bkz, Enfel Doğan yayını). Mağrib padişahının oğlu Ferahşâd ile Acem padişahının kızı Hurşîd arasındaki aşkı anlattığı Hurşîd-nâme’si (Bkz. Hüseyin Ayan yayını) ve bir ölçüde de, Kenzü’l-küberâ ve Mehekkü’l- Ulemâ’sı (Bkz. Kemal Yavuz yayını) ise telif niteliği taşıyan eserleridir.
Hurşîd-nâme de aslında 1387’de Süleyman Şah için yazılmış ama onun ölümü üzerine henüz şehzadeliği sırasında Yıldırım Bayezid’e sunulmuştur. Kenzü’l-küberâ ise bir siyasetname olup 1401’de kaleme alınmış ve Paşa Ağa b. Hoca Paşa adlı ve kendisi de aslen Germiyanlı olan bir devlet adamına sunulmuştur. Bu kadar erken bir tarihte işlerin bozulduğundan ve pek fena gittiğinden söz ediyor… Şimdi bu eserlerde Şeyhoğlu’nun neden Türkçe yazdığı hakkındaki açıklamalarına ve Türkçe hakkındaki düşüncelerine bakalım.
Sayın Zeynep Korkmaz, Marzubân-nâme’nin Varşova nüshasının girişinde Şeyhoğlu’nun şöyle dediğini aktarıyor:
“Parsî kitâblardan ki padişahlar içün idüp-dururlar ve bu kitâbdan yig kitâb görmedüm. Her çend Kelile meşhur ve mukaddemdür, likin hikmet ve fâ’ide bunda artukdur; amma ibâret derin, değme kişi andan fâ’ide dutmaz, pes bu za’if revâ görmedüm kim bu nazanî (?) fâ’idelerden bu zamâne padişahları mahrum kala. Pes ol müşkilliğinden Türkî diline nakl eyledüm ki fâ’idesi dükeline irişe…”
Çok ilginç… Kitabın çevrilmesini Germiyanoğlu Süleyman Bey istediği hâlde Şeyhoğlu, siyaseten doğruculuğa başvurmuyor. Marzubân-nâme’nin padişahlar için yazılan Farsça kitapların en iyisi olduğunu ama değme kişinin onu anlayamayacağını, dolayısıyla bu derin ibarelerden kendi zamanının padişahlarının mahrum kalmasını reva görmediği söylüyor. Demek ki o zamanda hükümdarların Farsçası da iyi değilmiş… Kısaca, ilk elde, Farsça bilmeyen veya iyi bilmeyen bir hükümdar düşünülerek yapılmış bir çeviri söz konusudur denebilir. Dahası, zorluğundan dolayı kitabı çevirdiğini ve faydasının “hepsine” (dükeli) ulaşmasını istediğini söylediğine göre başka padişahları da okurları arasında görüyor demektir. Yok, “dükeli” ifadesini daha da geniş tutmuşsa, kamuyu ve padişahları bu anlamda birbirinden ayırmıyor.
Şeyhoğlu’nun kelimesi kelimesine bir tercüme anlayışının olmadığını ve serbest çeviri yanlısı olduğunu ise Kabus-nâme Tercümesi’nin önsözünde “Lâzım degüldür ki bir bir lafz tercüme olına” demesinden anlıyoruz. Hemen peşine, “Belki andagı (oradaki) sözi hoş söyleyeler” demesini ise onun için meselenin sadece bir metni anlaşılır hâle getirmek olmadığına, edebî kaygılarının da bulunduğuna yorabiliriz. Yeri gelmişken not edelim ki, Kabus-nâme’nin henüz Eski Anadolu Türkçesi evresindeyken Türkçeye en az beş kez çevrilmesi herhâlde bu iki tür kaygının bir bileşiminden ileri gelmekteydi.
Mevcutlar içinde en eskisi olduğu düşüncesiyle, kendi şahsî kütüphanesindeki Kabus-nâme çevirisini bir inceleme eşliğinde 1981’de faksimile olarak yayımlayan Eleazar Birnbaum, Sultan II. Murad’ın beğenmeyerek yeniden çevrilmesini istediği çevirinin, kendisinin sıraladığı ilk dört çeviriden biri olup olmadığının bilinmediğini kaydediyor. Murad’ın ısmarladığı çevirinin ise hangisi olduğunu biliyoruz. Bu, Mercimek Ahmed’in 25 Nisan 1432’de tamamladığı metin, yani beşinci çeviridir.
Biraz söz uzuyor ama saded hârici de değil, II. Murad’ın isteğine kısaca değinebiliriz. Mercimek Ahmed, bir gün Filibe yakınlarında Murad’ı, Farsça Kabus-nâme’yi okurken görmüş. Sultan şöyle demiş:
“Hoş kitabdur ve içinde çok faideler ve nasihatlar vardur; amma Farisi dilincedür. Bir kişi Türkîye terceme etmiş veli ruşen degül, açuk söylememiş. Eyle olsa hikâyetinden halavet bulımazuz (…) Velikin bir kimse olsa ki kitabı açuk terceme itse ta ki mefhumından gönüller hazz alsa.”
Öyle anlaşılıyor ki Farsça okumakta bir sıkıntısı olmayan II. Murad da çevirinin diline takılmış. Anlatımda tatlılık (halavet) bulmuyor… Açık bir tercüme yapmasını Mercimek Ahmed’den istiyor ki okuyanlar zevk alarak okusun.
Şeyhoğlu Mustafa’nın Türkçe yazmak ve Türk dili üzerine asıl kapsamlı görüşlerini dile getirdiği eseri ise Kemal Yavuz’un dikkatimizi çektiği üzere Hurşîd-nâme’dir. Şeyhoğlu, burada şöyle diyor:
“Dirîgâ söz mücâbatında söz çok
Ne kılam çün bu dilde şerhe yol yok
Ki Türkün dili nâ-malûm dildür
İbâretden neden mahrum dildür
Kuru vü sulb ü serddür Türke benzer
Ter ü nâzük dil andan ürke benzer
Riayet kılur isen bunda suret
Kalur tertib-i ma‘nînün zârûret
Çü suret göresin ma‘nî bozılur
Töreysüz okınur ağduk yazılur”
Şairin, Türkçenin “bilinmeyen” bir dil olduğunu söylemesini tabii ki mutlak anlamda almamak gerekir. Âşık Paşa’nın Türkçe hakkındaki düşüncelerini yankılar bir şekilde, Türkçenin terminolojiden yana güçlü olmadığını söylüyor; yalın, kuru, katı ve sert bir dil olduğundan yakınıyor. Biçimi kurtarmak istersen manayı kaçırıyormuşsun. Türkçe, nasıl yazılacağı iyi belirlenmemiş, karışık, bozuk (ağduk) yazılan, kuralsız (töreysiz, töresiz) okunan bir dilmiş. Arapça ve Farsça ise “temiz ve tatlı” imiş. Yine de “Ki Türkî nazm idem bir hoş hikâyet” demesinden Türkçe şiir yazmayı beyhude bir uğraş olarak görmediğini, bilakis bu yolda emek sarf ettiğini anlıyoruz.
Muhakkak ki büyük oranda konuşma dili olan bir dili, hele dil içi farklılıklar, çeşitli yerel telaffuz biçimleri dikkate alınırsa, yazı dili hâline getirmek kolay bir iş değildi. Türkçenin, seslerin değişik şekillerde okunmasına elveren Arap alfabesiyle yazılıyor olmasının, yani yazı dili olarak Arap alfabesiyle oluşturulmaya çalışılmasının da fazladan güçlükler çıkaracağı aşikârdı. Ek olarak, şairlerin, bu örnekte, Şeyhoğlu’nun, güçlüklere rağmen kendi hünerlerini göstermek peşinde olduklarını da söylemeliyiz. Öte yandan, eser verilen dilden kaynaklandığı söylenen güçlükler, şairlerin- yazarların, okurlardan anlayış beklemelerine de gerekçe oluşturuyordu.
Şeyhoğlu Mustafa Hurşîd-nâme’nin sonlarında Türkçe yazma konusuna bir kez daha döner. “Bunu bir şar bigi kıldum ‘imâret” der ve eserini bir şehir gibi kurduğunu söyler. Arapça “beyt” kelimesinin ev anlamına gelmesinden dolayı ilginç bir metafor oluşturur:
“Didüğüm beyt yani Türkçe evdür
Çok ev bir yerde şarlardan gir
Çü şehristânlığ adı sâbit oldı
İçü vü taşı her cins ile tolı
Bilürsiz şehrün evi düz degüldür
Kimi onat kimi uz degüldür
Kimi yüksek münakkaş top tolu hûb
Kimi sâde aşağacuk u ma‘yûb
(…)
Eger şehrümde virânum bulasız
Dahı virânırak cânum bilesiz
Gözi görmezün özi bunlurakdur
Sözi göynüklünün göynüklürekdür
Bozılmış Türk evine ne ibâret
‘İmâretden (imâr et’den? HE) gelür girü ‘imaret
(…)
Çü âşıklar kamu hayran gerekdür
Evi gönli bigi virân gerekdür”
Söylediği oldukça açıktır. Nasıl ki şehrin evleri, güzellik, süslülük, yükseklik, alçaklık gibi hususlarda birbirinin aynısı değilse, Türkçe evlerden/ beyitlerden oluşan Şeyhoğlu’nun şehri / mesnevisinde de kimi güzel kimi çirkin beyitler vardır. Şehrinde viraneler bulacak olan onun canının daha da viran olduğunu bilmelidir. Gözü görmeyenin özü daha da sıkıntılıdır, sözü yanık olanın kendisi daha da yanıktır. Dolayısıyla bozulmuş Türk evinde (Türkçe beyitlerde) ne gibi ibareler olacaktır? Şairin evi / beyti (şiiri) gönlü gibi viran olsa gerektir.
Bu kadar “özür” beyan ettikten sonra neden Türkçe yazdığına ışık tutabilecek önemli bir çıkış yapıyor:
“İlüm Türkdür dilüm Türkdür didüm
Eğerçi Tat dilinde var-durur yat
Velîkin Rum ilinün kavmi yek-ser
Inığup Türk dilini söyleşürler
Dirüm ben söyleşem ‘âkıl bulınca
Sözi her kavm ile dillü dilince”
Alıntının sonundan başlayayım, Şeyhoğlu akıllı birilerini bulduğunda dilleri neyse o dilde konuşacağını söylüyor. “Rum elinin” kavmi de tek baştan / baştanbaşa birbirleriyle uyuşup- anlaşıp Türkçe konuştuklarına göre şair de Türkçe konuşmalıdır. Buradaki Rum elinin henüz fethedilmekte olan Rumeli değil, Anadolu olduğunu hızlıca not ettikten sonra, meselenin bu kadar yalın olmadığını da hemen belirteyim çünkü şair kendini de işin içine katarak, ilinin ve dilinin Türk olduğunu belirtiyor. Sonrasındaki mısrada ise bir anlam düşüklüğü var sanırım. Hüseyin Ayan’ın okuyuşu, “Tat eğerçi tat diline vardurur yat” şeklindedir. Burada, Yavuz’un tashihini alıntıladım. Metnin Arap harfli orijinalini görmedim. Yine de “Gerçi Fars dili kötüdür” anlamı, daha önce bu dilin ne kadar tatlı olduğunu söylediği yerlerle ve tabii ki izleyen dizelerle uyuşmuyor. Acaba Şeyhoğlu, bir kelime oyunu yaparak “Eğerçi Tat dilinde var-durur tat” mı demişti? Ama “Rum eli” halkı baştanbaşa Türkçe konuştuğu için o tatlılık bir kenara mı bırakılmak durumundaydı? Buradan devam edelim.