Padişah sözleşmelerinin içinde, sözleşme niteliği açıkça öne çıkarılarak, hukukçular, tarihçiler ve diğer sosyal bilimciler tarafından en çok tartışılanı 7 Ekim 1808 tarihli Sened-i İttifak’tır. Herhangi bir sıra veya öncelik gözetmeksizin, bir şekilde Sened-i İttifak’ı tartışmış veya hakkında görüş beyan etmiş isimlerden aklıma gelenleri bir çırpıda yazayım: Enver Ziya Karal, Halil İnalcık, Niyazi Berkes, Şerif Mardin, Bülent Tanör, Ali Akyıldız, Kemal Beydilli, Stanford Shaw, Bernard Lewis, Carter Findley, Sina Akşin, İsmail Hami Danişmend, İlber Ortaylı, Server Tanilli, Selçuk Özçelik, Hayatti Hazır, Tarık Zafer Tunaya, Orhan Aldıkaçtı, Sıddık Sami Onar, Hüseyin Nail Kubalı, Yavuz Abadan, Bahri Savcı, Recai Okandan,.. Listeyi uzatmak tabii ki mümkündür. Ayrıca tartışma hâlâ devam ediyor, bu bağlamda genç kuşak tarihçilerden Ali Yaycıoğlu ve Aysel Yıldız’ı hemen zikredeyim. Kaldı ki, Osmanlı tarihçileri Şânizâde Ataullah Efendi’yi ve Ahmed Cevdet Paşa’yı da bu eksik listeye muhakkak eklemek gerekir.
Tartışmaların önemli bir bölümünü, padişahın otoritesinin sınırlanması, hukuk devleti kurulması veya hukukun hâkimiyeti ilkesinin belirmesi ve anayasal yönetime doğru bir adım atılması konuları oluşturuyor. Bu bağlamda Sened-i İttifak’a bir tür Osmanlı Magna Carta’sı muamelesi yapılmasının oldukça yaygın olduğunu ve iki belge arasındaki benzerlik ve farklılıklar üzerine de tartışıldığını belirteyim.
Sened-i İttifak’a merkez- çevre ilişkileri çerçevesinde yaklaşılıp, artık tarihçi veya sosyal bilimcinin kendi meşrebine göre, sözleşmenin taraflarından biri olan âyan hanedanlarının lehinde veya aleyhinde bir tavır belirlenmesi bu tartışmanın olmazsa olmazlarındandır. Üçüncü bir yol olarak, senedin âyan ve devlet veya merkez ve çevre arasında bir uzlaşma belgesi olduğunu hatırlatanlar varsa da Osmanlı tarihçilerinden başlayarak bu tavır genelde âyanın çok aleyhindedir. Âyanın bu sözleşmede çok kârlı çıktığı, padişahın gücünü maalesef âyanlar ile paylaşmak durumunda kaldığı, devletin derebeyler elinde oyuncak olduğu, itibarının çok düştüğü, âyanlar ile muahede yapılmasının bile zül olduğu, onların gücünü tanıdığı ve meşrulaştırdığı için merkezî devletin otoritesinin çok büyük bir darbe aldığı, dolayısıyla Sened-i İttifak’ın Osmanlı merkez otoritesinin zayıflamasında çok önemli bir aşama olduğu veya bu sürecin şahikası olduğu yorumları çok yaygındır. Senedin daha ziyade merkezin çıkarlarına uygun olduğunu düşünen Bülent Tanör gibi araştırmacılar ise azınlıktadır.
Bağlantılı olarak, padişahın böyle bir belgeyi onaylamak istemediği ama mecbur kaldığı için onayladığı ta Osmanlı tarihçilerinden beri dile getirilen bir görüştür. Şânizâde’ye göre, Dârüsaade Ağası Anber Ağa, üst kısmına hatt-ı hümâyûnunu yazması için senedi II. Mahmud’a götürdüğünde, padişahın yüzü asılmış ve yakın adamlarından birinin nedenini sorması üzerine, “Bu kâğıdın ne idüğini bilir misin? Bunu yazanlar kabil-i iştirâk olmayan (ortak kabul etmeyen) saltanat-ı Osmaniye’ye münâfî (aykırı) harekete cesaret etmişler” demiş. Dahası, senedi hazırlayanların hepsinin yakında katledilerek cezalarını bulacaklarını söylemiş.
Bu sözler, olaydan çok sonra, “sözüne güvenilir bir kişiden” aktarılan bir anekdot olmakla beraber Sened-i İttifak’ı hazırlayan ve imza edenlerin başlarına gelenlerden dolayı tamamen yabana atılmaması gerekir. Hemen bütün âyan hanedanlarının gücünün kırıldığı bir dönemde ve devletin resmî vekayinüvisi olarak yazan Şânizâde’ye göre, Alemdâr Mustafa Paşa zamanında “ricâl-i devlet” olarak tanınan ve “isbât-ı vücûd” davasına düşerek ikbâl sarhoşluğu ile sersem olan ve kendinden geçmiş bulunan birtakım kişiler hazırlamış Sened-i İttifak’ı. Başka bir yerde de, “Sened-i Nizâm-ı Devlet tabir ettikleri tertib-kerde-i cumhûr-ı cühela ve mecmua-i mevadd-ı nâ-sezâ” diyor. Yani Devlet Düzeninin Belgesi dedikleri ve bir cahiller topluluğunun düzenlediği yakışıksız maddeler bütünü… Şânizâde’nin ne kadar aleyhtar olduğunu fazlaca vurgulamaya lüzum yok ama onun söylediklerinden bile bu belgeyi bazı devlet adamlarının hazırladığı ve dahi bu belgeyi “Sened-i Nizâm-ı Devlet” [anayasa olarak okuyun] olarak gördükleri anlaşılmıyor mu? Peki, nasıl oluyordu da âyan, hazırlayıcısı bile olmadıkları bu senetten kârlı çıkıyordu?
Şânizâde ve Cevdet gibi merkez tarihçilerinin olumsuz tutumlarının daha sonraki tarih yazıcılığında çok etkili olduğu ve Sened-i İttifak hakkındaki yorumların büyükçe bir kısmını şekillendirdiği açıktır. Hatta sonraki tartışmaların epey bir kısmının, padişahın bu belgeyi imzalamadığı/onaylamadığı veya ona doğrudan taraf olmadığı konuları etrafında dönmesinin nedeni de son kertede, bu Osmanlı tarihçilerinden yansıyan bir “inanmazlık” hissidir: Nasıl olur da bir padişah böyle bir belgeyi onaylar? Öyle görünüyor ki, II. Mahmud’un taşradan (hariçten) gelen âyan ile bir sözleşme yapması, payitahttaki (dâhildeki) yeniçeriler ve ulema ile sözleşmeler yapan daha önceki sultanlar, I. Mahmud veya IV. Mustafa’nın hareketlerinden çok daha uygunsuz bulunmuştu.
Ali Akyıldız’ın Sened-i İttifak’ın bir arşiv nüshasını bularak 1998’de yayımlaması, tartışmaların hiç değilse bu bölümünü bitirmiş, padişahın, sözleşmenin doğrudan bir tarafı olduğu hususunu hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde göstermiştir. Dönemin bir antlaşmalar ve sözleşmeler dönemi olduğuna değinmiştim. Nitekim II. Mahmud burada, din ü devletin ve “millet-i beyzâ-yı Muhammediye’nin” diriltilmesinin (ihya) ancak devletin ileri gelenlerinin ittifak etmesi ve kalplerinin uzlaşmasına bağlı olduğunu, bunun da işte bu antlaşmaların (uhûd) ve uğurlu misâkların/yeminlerin (mevâsîk-i müteyemmine) daima uygulanmasına bağıtlı (meşrût) olduğunu söylüyor. Ağabeyi IV. Mustafa’nın yaptığı gibi Allah ve peygamberi anarak yemin etmese bile, “Binâenaleyh işbu ittifak senedinde muharrer (yazılı) uhûd ve şerâyit-i malûmenin bi-fazlillahi te‘âlâ harf-be-harf icrâ ve ifâsına bi’n-nefs zât-ı hümâyûnum müteahhid olmağla” diyerek senedin harfiyen uygulanmasını şahsen taahhüt ettiğini açıklıyor. İstanbul’da ve taşrada “düstûrü’l-amel” tutularak aynen uygulanmasına sadrazamın, şeyhülislâmın, vezirlerin, ulemanın, devlet adamlarının ve âyan hanedanlarının hepsinin dikkat etmesini emrediyor ve Sened-i İttifak’ın hilâfına en küçük harekete kalkışıp, maazallah, “fesh-i ahde” cesaret edeceklerin dünya ve ahirette cezalandırılacakları uyarısında bulunuyor. Bu anlamda da, Sened-i İttifak’ın sürekli olarak uygulamada kalacak ve herkesi bağlayacak bir esas belge olma özelliğinin olduğunu söyleyebiliriz.
Sened-i İttifak, Alemdâr Mustafa Paşa’nın Rumeli kuvvetleriyle İstanbul’u işgali, IV. Mustafa’nın yerine 28 Temmuz 1808’de II. Mahmud’un tahta çıkışını sağlaması ve bir darbeyle sadrazamlığa el koymasını içeren hızlı akışlı bir olaylar zincirinin sonucudur. Nizam-ı Cedit kadrolarından olup da Alemdâr’a sığınan ve “Rusçuk Yâranı” olarak bilinen bir grubun, daha 1806’daki Edirne Vakası’nda Nizam-ı Cedit karşıtı olan bu âyan kökenli paşayı nasıl ikna ettiğini, dahası nereden cesaret alarak birer birer onun yanına sığındıkları gibi konuları tam olarak bilmiyoruz. Her hâlükârda, bu grubun, imzacısı oldukları senedin hazırlanmasında büyük rol oynadıkları aşikâr görünüyor. Alemdâr’ın büyük bir meşveret-i amme için İstanbul’a davet ettiği ve kendilerine bağlı ordularla gelen büyük âyan ve İstanbul’dakiler arasında, bu toplantılarda tam olarak neler konuşulduğunu da bilmiyoruz. Padişah, senedin imzalanmasına yakın bir tarihte, 29 Eylül 1808’de âyanlar da dâhil, katılımcılarla Kâğıthane’deki Çağlayan Köşkü’nde bir araya geldi. Kâğıthane’de toplanan ve adeta bir “kurucu meclis” gibi işlev gören bu meşveretin sonucu Sened-i İttifak oldu.
Bu çok önemli belge, mufassal bir giriş, 7 maddeden oluşan bir şartlar kısmı ve bir de ilginç sonuçtan oluşmaktadır. Girişte, amacın ümmetteki uzlaşmazlık (şikak) ve nifakı ortadan kaldırmak olduğu belirtilir. Herkesin velinimeti olan Osmanlı devleti bir süredir kötüye gitmektedir, “şirâze-i eczâ-yı nizâm” perişan olmuş, devlet adamları arasında ve taşradaki “memâlik hanedanlarının” içinde çeşitli nedenlerden dolayı bencillik ve şikak halleri görülmeye başlamış, devletin kuvvetinin yerini dağılma ve güçsüzlük almış ve saltanatın esası yok olma noktasına varmıştır. Zengin ve yoksul, küçük ve büyük, bütün “millet-i beyzâ-ı Ahmediye” genel bir dermansızlık ve güçsüzlük içindedir. Dolayısıyla geçmiş olaylardan ibret alan ve durumun ciddiyetini anlayan katılımcılar, çatallanmayı ve bölünmeyi birliğe çevirmek amacıyla defalarca toplanarak “ihyâ-yı din ü devlet” için çalışmak üzere birleşmiş ve bağlaşmışlardır.
Senedin içeriğini konuşmaya devam edeceğiz ama şu kadarını söyleyeyim ki birinci maddesine bakıldığında herkes, padişahın gerek şahsına gerekse saltanatına kefil olmakta ve taahhüt etmektedir. Eğer, vezirlerden, ulemadan, devlet adamlarından, âyan hanedanlarından ve ocaklardan açık veya gizli ihanet eden olur ve birisi padişahın emirlerine karşı hareket ederse, gerekli soruşturmadan sonra cezalandırılması konusunda herkes çaba gösterecektir. Bu ittifaka dâhil olmayan bulunursa, bütün katılımcılar zor kullanarak onun da antlaşmaya uymasını sağlayacaktır.
İlk bakışta (bu bakışın biraz saltanatçı olması gerekir) padişah için hakaretamiz görünen bu maddeyi, Fransa’da XVI. Louis’nin, Osmanlı’da III. Selim ve IV. Mustafa’nın öldürüldükleri ihtilaller ortamı içinde değerlendirirsek, Osmanlı’da padişahlığın kurum olarak esas olduğuna karar verilmesi anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Bu da herhâlde Osmanlı hanedanının ve onun etrafında birleşen merkez bürokrasisinin çıkarına aykırı değildi. Merkez yönelimli Osmanlı tarihçileri ve onları izleyenlerin, “derebeyi”, “mütegallibe” vesaire diyerek taşra hanedanları ile onlara bağlı âyanları küçümsemesini ve onların da dâhil olduğu bir sözleşmenin yapılmasını sert ifadelerle yermesini ise boş verin. Devlet, ülke büyüklüğündeki bölgelerde vergi toplama işini kendilerine havale ettiği ve getirdikleri ordular olmazsa savaşlarını yürütemeyeceği hanedanların/âyanların meşruiyetini daha önce hiç kabul etmemiş de ilk kez Sened-i İttifak’ta bunları muhatap alıyormuş gibi yazmak resmî vekayinüvislerin övünebileceği bir hüner olabilir ama bugün, köprülerin altından bunca su aktıktan sonra daha gerçekçi yorumlar yapabiliriz sanıyorum.