Cumhuriyet dönemi tarih yazımında, hatırı sayılır bir grup tarihçi tarafından paylaşılan yaygın bir kanaata göre III. Selim, adı gibi halim selim bir kişiliğe sahipti.
Tarihçilerin ve tabii ki tarihçi olmayan başkalarının da sık başvurdukları bir yöntem var: Geçmişin kayıtlı verilerini “gerektiğinde” girilecek bir depo veya hazine olarak görmek ve işe yarayacak birkaç parça eşya veya altın parçası alarak hızla dışarı çıkmak. Sürüp gitmekte olan bir tartışmada kanıt gösterebilmek, bir dava inşa etmeye çalışmak, bu tavırda herhalde sık rastlanılan sebeplerdir. Sonuç; genelde karşı tarafın yakındığı öznellik veya sübjektivitedir. Tarih çalışmaları da yapısı gereği durumu kolaylaştırmaz, sübjektivite “sorununu” çözmez.
Hangi konunun çalışılacağını seçmek bile bir öznellik değil midir? Tarihçinin kendi öznelliğinin üzerine bir de verileri / kayıtları tutanların öznelliklerini koyun. Bunların üzerine bir de veri çokluğunu ve vakit darlığını ekleyin. Memleketimizde olmaz ya, diyelim ki içinde 5 milyon kitap olan bir kütüphaneye girdiniz, bir saat de vaktiniz var. Ne yapacaksınız? Neyi okuyacağınızı bilecek kadar bir öznelliğiniz varsa bu o kadar da kötü bir şey değildir, vaktinizi anlamlı geçirmeye yarar. Buraya kadar tamam ama aynı kitabın bir sayfasını okuyup diğerini okumuyorsanız buna öznellik değil, en hafif deyimiyle eksiklik denir.
Eğitimin, özellikle zorunlu eğitimin öğrenilmiş ve sosyal bir bellek oluşturarak bu tür eksiklikleri yayması olgusunu hep ürkütücü bulmuşumdur. Osmanlı- Türk modernleşmesini kısır bir “teceddütçü”- “muhafazacı” ikilemine hapsederek açıklamaya çalışan yaklaşımın bazı destekçilerine göre en büyük teceddütçülerden olan III.Selim’in sonunda başını yiyen bazı karakter özellikleri vardır. Hassastır, ince ruhludur, şairdir, bestekârdır, yumuşaktır, şefkatlidir, kimselere kıymaz. Kıymadığı için de 1807 yılında Kabakçı Mustafa vak’asında Nizam-ı Cedit ordusuna gereken emri vermemiş ve önce tahtından, bir yıl kadar sonra da canından feragat etmiştir. Mesela, Danişmend, “[F]akat san’atkârlık hassâsiyetiyle nezâket ve mülâyemetinden siyâset sahasında çok zarar görmüş ve hattâ âkıbetinin fecâatinde bu ruhî meziyettlerinin çok büyük bir tesiri olmuştur” diyor ki temsil gücü yüksek bir değerlendirme olduğunu düşünüyorum.
Modernleştirici veya genel anlamda siyasî- sosyal dönüştürücünün başarılı sayılabilmesi için zımnen nasıl bir ideal portre çizildiği hususunu bir yana bırakalım, III.Selim’in günümüz toplumuna intikal eden imajı böyle bir şeydir. Bunda trajik sonunun gerçekten dramatize edilmeye elverişli olması ve edebiyatın yadsınamaz katkıları da kuşkusuz önemlidir; kendisini kılıçlara karşı neyi ile savunan Selim’i hatırlayınız.
Neyse ki o yazının başında bahsettiğim hazine veya kütüphaneye giriş sayısı sınırlandırılmış değil, şükür hep aynı zevat da girip çıkmıyor. Müteaddit giriş çıkışlarda gördüklerimin bir kısmını birazdan paylaşacağım ama evvela, III. Selim hakkındaki bu yaygın imajı herkesten çok Cevdet Paşa ve onun kaynağı olan Vekayinüvis Asım Efendi’ye borçlu olduğumuzu belirteyim. Asım’a göre o, “şehriyar-i halim ve selim hazretleri” veya “padişah-ı selim-kalb ve safderûn hazretleri”dir. “[F]art-ı hilm ve suhuleti” sebebiyle “terk-i muâheze ve siyaset” etmiştir. Meydan da şımarık yakınlarına kalmıştır.
Cevdet Paşa’nın Selim portresi daha mufassaldır. Ona göre, Selim’in “mizac-ı hümayunları pek nazik olmakla az şeyden çok müteessir” olurmuş. Kabakçı isyanı sırasında “Bu işlere sebep benim hilmimdir. Sahihan bu haller benim hilmimden neşet ediyor” demişmiş. Paşa, Selim’in, Kaymakam Musa Paşa’nın boynunu vurup, Şeyhülislâm Ataullah Efendi’nin de sarığını boğazına geçirmemesine ve İstanbul’daki 13 bin Nizam-ı Cedid askerini kullanarak asileri dağıtmamasına hayıflanıyor. Maalesef, Selim’de “o cesaret olmadığından” işleri hainlere bırakmış. Böylesine bir yumuşaklık ve teslimiyet gösterirse onların da artık insaf edeceğini düşünmüş. Paşa, “Bu ise pek büyük hata idi. Bu dürlü fesadlara cesaret edenlerde fütüvvet ve insaniyet olmaz ve ateş-i ihtilal bir kere iştial bulıcak sonra onu alevlendiren dahi itfa edemez. Şerare iken söndürülmek lazımdır” yargısında bulunuyor.
Benim şüphelerim de bu noktada başlıyor. Selim, halim selim olduğu için mi ayaklanma patlak vermiştir yoksa ayaklanmanın başarısını bir sebebe bağlamak için mi kendisine yumuşaklık atfedilmektedir? III.Selim devrini bitiren bu son ayaklanmada Nizam askerinin kullanılmadığı bir gerçektir. Daha önceki ayaklanmalarda, mesela çok önce değil, 1806’daki II.Edirne Vak’asında yeni ordunun istihdam edildiği düşünülünce de ilginçtir. Nizam-ı Cedid örgütlenmesini Rumeli’ne yaymak isteyen Selim, Rumeli ayanının kendisine karşı birleşmesiyle ve çetin çarpışmalardan sonra bu arzusunu gerçekleştirememiş ve komutanı Kadı Abdurrahman Paşa’yı geri çekmişti. O dönem içinse Selim’e yumuşaklık değil zalimlik atfı yapılmaktaydı. Öte yandan, Selim’in geri çekilmesini ve sonrasında yaptığı tayinleri tahtta kalışını uzatmaya yönelik bir uzlaşma girişimi olarak okumak da mümkündür.
Her hâlükârda, Selim’in saltanatını ve kişiliğini, sadece bu saltanatı sona erdiren ayaklanmaya bakarak değerlendirmenin yöntem açısından doğru olmadığını ve ciddî bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. Hem kendi veri seçimim muhakkak ki öznellikten arınmış değildir hem de her zaman olduğu gibi yerimiz dar ama eğer daha dengeli bir Selim görüntüsü verecekse, ben de aksi yönde birkaç kanıt sunayım, mesela bu “kıyamamak” hususunda… Selim’in daha saltanatının başlarında, ilk kıydıklarından biri, Sadrazam Hasan Paşa’dır. Rusçuk ayanı Çelebi Süleyman Ağa’nın oğlu olan bu sadrazam 1791 Şubat’ında, görevden alınmış ve bazı kaynaklara göre, yatağında uyurken, Hadika-i Vekâyi’e göre ise kendini savunmak için iki piştov attıktan sonra, tüfekle vurularak idam edilmiştir. 1806’da yine Rusçuk ayanı Tirsinikli İsmail Ağa’nın evinin bahçesindeki “şüpheli” ölümüne hiç girmesek de olur.
“Ama bunlar ayan” diye itiraz edeceklere iki adet de Selim’in “ıslahatçı” çevreden olup da katlettirdiği devlet adamı örneği vereyim. Birincisi Ebubekir Râtib Efendi’dir. Nemçe Sefaretnâmesi ve Büyük Layiha adlı önemli eserleriyle ile tanınan Râtib Efendi Ağustos 1796’da reisülküttâplıktan azledilmiş ve Rodos’a sürgüne gönderilmişti. Onun affedilmesi hakkında Sadrazam Yusuf Paşa’nın arizasına “Selim’in cevabı çok sertti”, devlete verdiği zararlardan bahsettikten sonra “Sakın bir dahi lisana alma” uyarısında bulundu ve Râtib Efendi 22 Kasım 1799’da sürgündeyken idam edildi (Bkz. Fatih Yeşil, Ebubekir Râtib Efendi).
Râtib Efendi’nin idam sebebi hâlâ nisbî bir karanlıktadır. Çanakkale Boğazı muhafızı Ekiniti Feyzullah Efendi’nin durumu ise elle tutulacak kadar somut görünüyor. Daha önce defterdarlıkta bulunmuş olan Feyzullah Efendi, istihkâmları tamir etmediği ve 19 Şubat 1807’de Amiral Duckworth kumandasındaki İngiliz filosunun Çanakkale’den geçmesini engelleyemediği için Selim’in gazabına uğradı ve idam edildi. Bir günah keçisi olduğu da söylenebilir çünkü Selim, sadrazamına şöyle şikâyet ediyordu: “ İstanbul’a bu düşmanın hücumu ve bu kadar korku ve telâşa sebep ancak boğaza tabya yapılmadığı oldu. İki mah bu kadar feryad eyledim Naraburnu ve Kepezburnu deyu sana yazdığım kâğıtlar bir kitap olurdu”. Kabakçı ayaklanması sırasında ne yaptığı yapmadığı sorusu bir yana,“hassas padişah” Selim’in yeniçeriler hakkındaki “Bir taraftan kovmalı bir taraftan boğmalı, bu harisler tebdil olmalı” görüşü herhalde Osmanlı dünyasındaki tarz-ı siyasete pek aykırı değildi. (Bkz. Fatih Yeşil, İhtilâller Çağında Osmanlı Ordusu) Anlaşılan o ki Osmanlı “siyaseti”, III. Selim döneminde de kendisinden önceki I.Abdülhamid ve sonraki II. Mahmud dönemlerinde olduğu gibi yürüyordu.