Son dönem Osmanlı toplumundaki “dönme / mühtedi” karşıtlığının tarihsel kökenlerinin peşine düşüldüğünde, ortaçağlara kadar geri giden bir edebiyatta yansımasını bulmuş ve daha çok kölelik üzerinden ifade edilen bir karşıtlık görmek mümkündür. Nitekim Fatih’in son senelerinde Ebü’l-Hayr-ı Rumî tarafından derlenen menkıbevî Saltuk-nâme’de geçen iki hain, kul kökenli vezirin hikâyesini burada aktardım. Ebü’l-Hayr, böylesi bozuk bir sistemde halkın yapabildiğini ise, isyan etmek ve nihayet memleketi terk ederek başka hükümdarların reayası olmak olarak sunmaktaydı.
Acaba, kurgu olmayan ve tarihî gerçeklikleri anlatma iddiasında olan eserlerde vaziyet nasıl? Tabii ki kullar / mühtediler açısından soruyorum. Dahası, gerçekliğin kurmacayı etkilediği gibi, kurmacanın da, gerçek hadiseleri yazdığı iddiasında olan eserleri etkilemesi gibi bir olguyu bu eserlerde teşhis etmek mümkün müdür?
Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi’nin, bir ihtimalle 1564 dolaylarında kaleme aldığı ve biyografik nitelikte bir kronik olan ve Selim-nâme olarak bilinen eserinde çok ilginç bir pasaj vardır. Celâlzâde; Ahmet Uğur ve Mustafa Çuhadar tarafından yayına hazırlanan bu eserinde, Yavuz’un ölümünden çok sonra, hatta Kanunî’nin uzun saltanatının da sona yaklaştığı bir dönemde, şehzadeliğinden başlayarak Yavuz’un öyküsünü anlatmaktadır. Doktorası bu Selim-nâme üzerine olan sevgili hocamız Celia Kerslake’in dikkat çektiği üzere, Celâlzâde’nin temel kaygısı, Selim’in, babası II. Bayezid’e karşı ayaklanarak padişah olduğu yolundaki görüşleri yalanlamaktır. Aslında, Celâlzâde, daha fazlasını da yapmakta, Osmanlı düzenini bozanın II. Bayezid olduğunu söylemek yoluyla Selim’in hareketlerinin meşru olduğu temasını işlemektedir.
Yavuz, şehzadeliği sırasında Trabzon’dayken, bir yandan Safevilere diğer yandan Gürcistan’a karşı çok aktif bir politika izlemiştir. Bahsettiğim pasajın bağlamı da Gürcistan’a karşı 1508 yılında düzenlediği büyük akındır. Celâlzâde’ye göre, Şehzade Selim, Anadolu’da,
Rum ve Karaman bölgelerine adamlar göndererek, “Gürcü kâfirlerine akınım vardır, doyumluktan safalı olan civanlar ve dîlîrler gelsinler” şeklinde duyurular yaptırmış. Selim, “bu bahane” ile başına yerleşiklerden ve göçebelerden bir hayli adam toplamış. Gürcistan’a yapılan akında büyük ganimet ve çok sayıda esir alınmış. Bu kişileri kendisine iyice bağlamak isteyen şehzade, usulden olan ve esirlerden alınan beşte birlik pencik vergisini bile toplamamış. Ayrıca, bunların önde gelenlerini huzuruna kabul edip ilginç bir konuşma yapmış ve çeşitli tembihlerde bulunmuş.
Selim’e göre babasının başkentindeki mal mülk edinmeye hevesli, niteliksiz, hünersiz, hırsız takımı hediye ve rüşveti mabud edinip tapma belâsına düşmüşlermiş. Büyük dedelerinin devirlerinden beri Osmanlı hanedanına hizmet eden kişizadeleri (merdüm-zâde) ve işe yarar yiğitleri ileri çıkarmaktansa, bunların teşvikleri daima kul taifesine yönelikmiş. Şehzade, “[K]uldan gayrıya mansıb vermedikleri için vilayet ve memleketimiz halkının yararları Kızılbaş taifesine meyl edip, ol âsitâne ile buluşmak üzere olmuşlardır diye işittim” demiş ve bir de taahhütte bulunmuş:
“Benim nazar-ı ferhûnde-eserim sizin taifenizedir. Dedelerimiz zamanlarından beri bize nasihatler ol veçhiledir ki, âsitânemizde asıl kulumuz, yolumuza sadakat üzere cân u baş oynayıp bize yoldaşlık ve hizmet edenleredir. Âli mansıblar ve yarar dirlikler onlarındır. Hak subhanehü ve te’alâ ben kuluna devlet erzani ederse (layık görürse), benim nazar-ı âtifet-eserim merdüm-zâdeleredir (…) Kullarımıza ne minnet, onlar halis bendelerdir. İçlerinde Müslüman ve ehl-i insaf, pak itikad, dindar, fazâyil-şiar olanları ileri çekmek gerek. Yoksa kuldur diye bî-hünerlere, hâsis ve denîlere itibar edip, yaramazı âdem etmek padişahlık alameti değildir. Merdüm-zâdelerden yüz çevirmek reva olmaz.”
Şehzade sonra, toplananların yerlerine dönmelerini, kendisinin bu görüşte olduğunu vilayetlerindeki yarar dilaverlere bildirmelerini ve Kızılbaş’a olan meyil ve sevgilerinden vaz geçmelerini söylemelerini tembih etmiş. Böyle de olmuş, şehzadenin hangi anlayışta olduğunu öğrenenler Selim’e gönülden bağlanmış. Ozanlar Türküler çıkarıp, “Yürü Sultan Selim meydan senindir” demeye başlamış. “Cümle ehl-i İslâm” bu anlatılanla ümide kapılmış ve Kızılbaş taraflarını unutmuşlar.
Hikâye böyle. Aziz dostumuz Feridun Emecen, Yavuz üzerine olan yetkin çalışmasında, “Eserini sonradan kaleme alan Celâlzâde’nin tamamen Selim’e meşruiyet kazandırmak odaklı bu bilgilerinin tarihî kıymeti hiç şüphesiz tartışmalıdır” gözleminde bulunuyor. Ayrıca, Selim’in tahta çıkarken, haklarında olumsuz görüş serdettiği kulların desteğini aldığını da hatırlatıyor.
Burada belki vurgulanması gereken noktalardan biri, Celâlzâde’nin bu aktarımında, Selim’in kulları tamamıyla devreden çıkarmak gibi bir yaklaşımının olmaması, sadece önceliği “merdüm-zâdeler” diye nitelendirdiği kesime vereceği beyanında bulunmasıdır. Selim’in saltanatında bu yolda bir siyaset izleyip izlemediği tabii ki müstakilen irdelenmelidir. Dahası, bu sözlerin gerçekten Selim tarafından söylenip söylenmediğini bile bilemiyoruz. Burada konuşanın son kertede Selim değil, Celâlzâde olduğunu düşünmeliyiz.
Öte yandan, Yavuz’un, İstanbul’un fethinden beri devam eden devşirme / kul sadrazam atanması uygulamasını, 1518’de Karamanlı Pîrî Mehmed Paşa’yı atayarak kesintiye uğrattığını, bunu da ondan önceki devşirme sadrazamlarından üçünü idam ettirdikten sonra yaptığını belirtelim. Soylu bir Selçuklu ailesinden gelen ve Halvetî tarikatının Cemâliye kolunun kurucusu olan Şeyh Cemâl’in oğlu olan Pîrî Paşa, pekâlâ, kendisi de bir halvetî ve kadı oğlu olan Celâlzâde’nin bahsettiği o merdüm-zâdelerden biri olabilirdi!
Bu noktada söylemeliyim ki, Celâlzâde’nin kul kökenli devlet adamlarına duyduğu antipatinin şekillenmesinde Pîrî Mehmed Paşa’nın doğrudan bir rolü varmış gibi görünüyor. Celâlzâde, onun sayesinde divan kâtibi olmuş, daha sonra da altı yıl boyunca paşanın tezkireciliğini yapmıştı. Dahası, Selim-nâme’nin en önemli kaynaklarından birisi Pîrî Paşa’ydı ve 1532’deki ölümüne kadar Celâlzâde’ye devlette görüp geçirdiği pek çok tecrübeyi anlatmıştı.
Selim-nâme’nin baş taraflarında, Yavuz’un babasına karşı harekete geçmesini haklı ve meşru göstermek amacını güden, Osmanlı düzeninin II. Bayezid zamanında bozulmuş olduğu görüşünü işleyen ve adeta bir siyaset-nâme diliyle yazılmış fasıllar vardır. Meselâ, sipahilerin ve vezirlerin durumunu anlatan üçüncü fasıl böyledir. Celâlzâde burada, Bayezid zamanına kadar Osmanlı padişahlarının nezdinde saltanat ve ordu işleri konusunda kendilerine danışılan devlet adamlarının “merdüm-zâdeler” olduğunu söylüyor. Bunlar, gerçekten Müslüman, partizanlıktan (nisbet ü ta’assubdan) uzak, doğrudan ayrılmayan, rüşvetten büyük günah tanımayan kişilermiş. Böylesi niteliklere sahip olmayan kimseler padişaha vezir olamazmış.
“Merdüm-zâde asil olmayıp” ama padişahın kapısında eğitim görmüş, erdemli ve bilgili olarak yetişmiş “bendelerden” vezirliğe layık ve müstahak olanları da bu yüksek makama getirirler ve kendilerine daima ulemayı arkadaş kılarlarmış. Bu kul asıllı kişiler de erdemliler ile meşveret eder, kanunu bilenlerle iyi geçinir, tek bir kişiye bile zulmedilmesine rıza göstermez, dünyanın malına mülküne, altın ve mücevherine iltifat etmezlermiş. Hepsi, şeriata itaat eder, eski kanunlar ile Müslümanların işlerini görürlermiş. Bayezid’in saltanatının başlarında bu kadim üslup bir süre devam etmiş. Ama o, yaradılışında gevşeklik ve huyunda dengesizlik olduğu için memleket işlerinden uzaklaşmış. Vezirliğe hak edenin gelmesi düşüncesi bir kenara bırakılmış.
Bayezid, Amasya’da şehzade iken iç hizmetlerine bakan bazı kullarını kısa yoldan yüksek mevkilere getirip vezir yapmış ve bazı hadımları da sadrazamlığa getirmiş. Vezaret makamında, sarayda yetişmiş boş kafalı ve ülkenin düzenini düşünemeyecek durumdaki kişilerin hükmü geçmeye başlamış. Celâlzâde, “Vezir oldu geçti sadra sabiler / Ulumu görmemiş bilmez gabiler” diyor. Böylece rüşvet ve adam kayırma kapıları açılmış. Eskiden, yüksek mansıplar, kahraman ve işe yarar kişilere verilirken bu usûl bırakılmış. “[H]er Türk sipahi ve emir, kanda (nerede) bir bedbaht ve şakî ve gümrâh var ise, ehl-i kadr ve sahib-i tedbir” olmuş. Özellikle Anadolu, Karaman ve Rum vilayetlerinde bulunan tımarların eskiden kalma kesin kaideleri olup, bir boşluk olduğunda ancak hak edenlere verilir ve vermek için peşkeş ve rüşvet de alınmazmış. Bu tarif edilen “yeni üslûb” devrinde ise tımarlar rüşvet pazarında mezada konuyormuş. Devleti yönetenlerin nezdinde, “tımara müstahak ve yarar olan bahadır ve dilaverlerin” adı “havâric (hariciler) ve ecnebi” olduğu için bunlara tımar verilmiyormuş. Bu yüzden sözü edilen vilayetlerde sipahinin hâli üzüntü vericiymiş.
Celâlzâde’nin, Pîrî Paşa’dan aktardığı bir anekdota göre II. Bayezid’in de Anadolu’daki kötü durumdan haberi varmış. Pîrî’nin Anadolu defterdarlığı yaptığı zamanlarmış. Bayezid, vezirlerine, “[S]iz hod okumuş yazmış, mesalih-i saltanat sürmüş pirler, kâmiller değilsiz. Padişahlık ve vezaret ahvâlini kimden gördünüz? Hocanız kimdir?” diyerek sitem etmiş. Onları peşkeş ve hediyelere tamah ederek yeni kanunlar ve taze bid’atlar getirmekle suçlamış ve “Niçin mukayyed olmayıp zulme rıza verirsiz?” diye hesap sormuş. Hepsinden düşük rütbeli olan ve yanlış ile doğruyu ayırt edebilen Mesih Paşa adındaki veziri, vezirlerin ve memleketin gerçek durumunu anlatmak için izin almış.
Buna göre, veziriazamın işi, gece gündüz “fısk u fücur” ile meşgul olmak, “Rumî ve Frengî” şaraplar” elde edip “simin-beden sakiler” elinden içmekmiş. İkinci vezirin derdi sürekli mal mülk edinmekmiş. O da Tüccarlar ile düşüp kalkıp, tefecilik kazancıyla altın biriktirme (fevâyid-i murabaha ile hâsıl-ı zer) peşindeymiş. Av tutkunu üçüncü vezirin ise gözü başka bir şey görmüyormuş. Defterdarlar ise “mal tahsil edelim” diyerek padişahı cehenneme sürüklüyormuş. Memleketin durumu perişan, reaya ise zulmün ayağı altında kalmış. Padişaha ahret gerekiyorsa, memleketin işini görecek kimseleri kollamalıymış. Sultan bunları duyunca “Gerçek söylersin” demiş ve ağlayarak çıkıp gitmiş. Vezirlerin ise bu sözler kulaklarına girmemiş, gülüşmüşler.
Celâlzâde’nin yazdıklarının ne ölçüde bir siyaset-nâme söylemi olduğu ve bu anekdotun aynıyla vaki olup olmadığı soruları bir yana, o dönemde cahil ve tecrübesiz iç oğlanları ve/ya harem ağalarının vezirlik ve veziriazamlık gibi önemli görevlere getirilmesinin kınanacak bir davranış olarak görüldüğünü söyleyebiliriz. Yoksa Celâlzâde, II. Bayezid’i bu yönden neden eleştirecekti ki? Gerçekten de Ebü’l-Hayr’ın hikâyesiyle, Celâlzâde’nin kurgusu arasında dikkate değer benzerlikler var gibi görünüyor. Her iki durumda da memleketin üst idaresi kulların eline geçince durum kötüleşiyor, halk zulüm ve rüşvet ile perişan oluyor ve başka ülkelere sığınmalar başlıyor.
Celâlzâde, Bayezid’in bunu görmediği veya gördüğünde artık çok güçsüz olduğu noktasında ise Şehzade Selim’i duruma tamamıyla hâkim olarak tasvir ediyor. Yalnız, Celâlzâde’yi basit bir devşirme / kul karşıtı pozisyona yerleştirmemek gerektiği kanaatindeyim. Yukarıda gördük, kullardan hak edenlerin önemli mevkilere getirilebileceğini düşündüğü gibi, rüşvet ve hediye veren her Türk’ün de sipahi ve emir olmaması gerektiği görüşündedir. Başka bir deyişle, onda basit bir devşirme/ mühtedi ve yerli / Türk / Müslüman ikilemi görmek oldukça güçtür çünkü işin içine bir de “sınıf” mülahazalarını katmaktadır. Mesela, Selim’in Anadolu’ya davetiyeler göndermesini, onun, İstanbul’daki yüksek devlet görevlilerinin bütün rağbetinin kul tayfasına olduğunu ve “haseb ü neseb sahipleri olan merdüm-zâdeler ve ocak erlerinin” üst derecelerdeki mansıplardan mahrum kaldığını ve memleket ahalisinin düşman tarafına iltica etmeye başladığını görmesine bağlıyor.