Şükür, etkisi akademik âlemde epeyce kırıldı ama geniş çevrelerde hâlâ öyle veya böyle etkili olan bir paradigma, daha doğrusu iç içe geçmiş iki paradigma var. Bunlara “Gerileme / çöküş” ve “Batılılaşma” paradigmaları diyebiliriz. Ana hatlarıyla şöyle: Osmanlı İmparatorluğu bir noktada Avrupa’dan geri kalmaya başladı. Bu uzun bir süre anlaşılmadı bile. Ancak askerî alandaki yenilgiler, imparatorlukta bazı gözlerin açılmasını sağladı. Özellikle I. Abdülhamid döneminin sonu ve III. Selim’in saltanatının başlarındaki Avusturya ve Rusya savaşlarının yenilgiyle bitmesi üzerine “Biz ne yapmalıyız” görüşüne cevaben Avrupa’nın askerî teknolojisini alma çabalarına girişildi. İlk önce askerî alanda başlayan batı etkisi, öngörülemeyen bir şekilde, orada durmadı, sanatta, mimaride, bilimde, hukukta, edebiyatta, müzikte, kılık kıyafette, velhasıl hayatın akla gelen her alanında etkili oldu.
Böylece toplumda bir çatallanma oluştu. Özellikle “geçiş döneminde” her şeyin, “bir batılı” bir de “doğulu / yerli”si oldu ki buna “alafranga” ve “alaturka” demek de mümkündür. Bir görüş, “alafranga” olan her şeyin “iyi, güzel, ileri ve ilerici”; “alaturka” olanın da “kötü, dökülen, geri, gerici” olduğunu söylerken, diğeri de savunmacı pozisyonlar aldı, “dekadan” olan her şeyin Batı kaynaklı olduğunu söyledi…
Farkındayım, asıllarını da pek bir şeye benzetemiyorum ama bu yukarıdaki halita iyice bir karikatür oldu… Fakat bu düşünce tarzı Türkiye’de hâlâ çok yaygın ve çok fazla sayıda da varyanta sahip. Mesela, geri kalındığının idrak edilmesini 1790’lara değil de tam bir yüz yıl öncesine, II. Viyana- Karlofça dönemine götüren bir çizgi de var. Geri kalmaya bir noktadan sonra başladığımıza göre bunun öncesinde her açıdan Batı’ya üstün olan bir Osmanlı tasavvur etmek ise çok yaygın. Gerilemeye ekonomik bir temel gerekeceği düşüncesiyle hareket edip, bunu mesela ticaret yollarının değişmesine bağlamak, Osmanlının, Yeni Dünya’nın keşfi ve kolonizasyonuna bulaşmayarak büyük hatalar yaptığını söylemek de öyle.
Artık, kendi konumuna, meşrebine, yönelimlerine göre kimisi, Avrupa’nın Yeni Bilimi’ni ıskaladığımız için üç yüz şu kadar yıllık bir gecikme olduğunu söylüyor, dinî düşüncenin göreli bir hâle gelmesinin düşünce özgürlüğü açısından önemini vurgulayanlar, Reformasyon yaşamamanın etkilerine dikkat çekiyor, sanatsal duyarlılıkları yüksek olanlar bütün geriliklerin temelinde Kuzey İtalya’da yaşananın aynısı türünden bir Rönesans’ın yokluğunu öne çıkarıyor. Bütün bunlara karnı tok olup kısaca “Sanayi Devrimi!” diyenler de eksik değil. Bağlantılı olarak, sosyolojik analize devam edip, sorunların büyük oranda tarım toplumu olmaktan ileri geldiğini veya köylülükten kaynaklandığını söyleyenler de var.
Aslında tedavüldeki bütün bu görüşlerin ortaya çıkmasına neden olan evrensel ölçekteki gelişmenin son iki yüzyılda çok belirginleşen Batı hegemonyası olduğu ileri sürülebilir. Bütün bunları, gerekirse erken modern döneme de göndermelerde bulunarak, “Batının yükselmesi” diye bilinen bu olguyu anlamlandırmak veya açıklamak için yapıyor gibiyiz.
Türkiye’nin durumunda bir de kendi tarihyazımı (ve siyaset yapma) geleneklerinden kaynaklanan bir özel katkı da söz konusu. Şöyle ki, Osmanlı tarih yazarları ve bugün artık ak sakallı, pamuk kalpli, bitaraf dedeler tarafından yazılan iyi niyetli devleti kurtarma reçeteleri değil de birilerini öne çekip diğerlerini hırpalamaya veya tasfiye etmeye yönelik siyasî metinler olduğu iyice tebellûr eden nasihatname veya siyasetnamelerde de bir “çöküş / bozulma” teması vardır.
Türkiye’nin durumunda bir de kendi tarihyazımı (ve siyaset yapma) geleneklerinden kaynaklanan bir özel katkı da söz konusu. Şöyle ki, Osmanlı tarih yazarları ve bugün artık ak sakallı, pamuk kalpli, bitaraf dedeler tarafından yazılan iyi niyetli devleti kurtarma reçeteleri değil de birilerini öne çekip diğerlerini hırpalamaya veya tasfiye etmeye yönelik siyasî metinler olduğu iyice tebellûr eden nasihatname veya siyasetnamelerde de bir “çöküş / bozulma” teması vardır.
Bazı kaşların kalktığını ve sahiplerinin “Batı’nın yükselişi ve hegemonyası diye bir şeyler olduğuna göre, demek ki burası da zayıflıyor ve çöküyordu işte!” der gibi baktığını tahayyül edebiliyorum. Dahası, “E, batılılaşma da mı yoktu?” da denebilir. Geçmişte batılıların dönem dönem “doğululaştığı” gibi “batılılaşma” diye bir şey de olabilir tabii ki, yer yer olmuştur da. Fakat “modernleşme” ile kastettiğimiz bütün gelişmeleri ve değişimleri batılılaşma terimi ile karşılamanın pek açıklayıcı olmayacağı kanaatindeyim. Batının kendisinin de modern öncesi dönemi olduğu ve çok önemli birtakım değişimler ve dönüşümler sonucu modern döneme geçildiği için, batılılaşma veya Avrupalılaşma gibisinden bir terimi bu süreci anlatırken kullansaydık, “Batının batılılaşması” türünden totolojiler üretmemiz kaçınılmaz olacağı için bir terim olarak Batılılaşmanın yararlı olduğunu düşünmüyorum. Burası böyle.
Yarın, başka bir dünyanın perspektifinden bakınca nasıl görüneceğini kimseler bilemez ama Batının yükselişi ve hegemonyası da tabii ki tarihî gerçeklikler olarak var. Benim kabul etmediğim Batının yükselişi ve hegemonyası değil, bu yükselişi açıklamak için sunulan sebepler ve de Türkiye özelinde, benim modernleşme olarak görmeyi yeğlediğim gelişmeler için geliştirilen ve yukarıda özetlemeye çalıştığım model.
Evvela, bu model, Osmanlıların etraflarından izolasyon içinde yaşadıkları ve etkileşime kapalı oldukları yolunda bir büyük varsayım içeriyor. Hâliyle bu katatonik vaziyetten silkinmeleri için de büyük yenilgiler yaşamaları gerekiyor. Düşmanın silahını alıp onunla baş edelim derken de, gelişmelerin önünü alamıyorlar ve bir de bakıyorlar ki kılık kıyafette, mimarîde vesaire “batılılaşıvermişler”. E, Osmanlının büyük yenilgileri de 18.Yüzyılda olduğu için bu da işte o sıralarda başlamalı, değil mi? Yukarıda Batı’nın üstünlüğü / yükselişi, Osmanlı’nın da çöküşünü vurgulamak için kullanılan argümanların her birini ayrı ayrı tartışabiliriz tabii ki ama bu yazının kalanında herhalde ancak şu modeli biraz sorgulayabiliriz gibime geliyor.
Aşıkpaşazâde’miz, ahır ömründe Osmanlı tarihini ve menkıbelerini yazmaya koyulduğunda zaman içinde nelerin değişebileceğini hiçbir şey değilse kendi uzun ömründeki tecrübesiyle bilebilecek bir durumdaydı. Bazen, hâlâ bir parçası olduğu dünyanın insanlarına bir zaman yolcusu edasıyla bilgi vermesi biraz da bundandır. Ona göre “burma tülbent” / sarık Orhan zamanında ortaya çıkmış. Divana giden beylerin burma tülbendi olmazsa ayıplarlar, “Divana geldin. Hani burma tülbendin?” derlemiş. Sefere giderken de börk giyerlermiş. Börkün altına da şövküle/ şevküle giyerlermiş.
Kitabın yazıldığı 15.Yüzyıl sonlarında bunun ne olduğunu bilen pek kalmamış ki Aşıkpaşazâde, “Şevküle nedir?” diye bir soru soruyor ve âdeti üzere cevabını da veriyor: “Şevküle bir takyedir (takkedir) kim önü kısa, ardı uzun. İçinde deri kaplarlar idi.” Burma tülbendi anlatmaya kalkışmamasından ise onun hâlâ kullanımda olduğunu çıkarsayabiliriz.
İşte bu noktadan sonra paradigma sarsıcı olarak gördüğüm pasaj geliyor: “Ve dahi Âl-i Osmanın garayibleri çoktur. Fakîr ihtisar ettim. Anın için kim ol zamanda onu iktiza eder idi. Ve bu zamanda âdet bunu getirdi. Zaman-ı evvelde üstadane taraklar ve hürmetli sakallar olur idi. Padişah hışm ettiğinin sakalın kesip eşeğe bindirirler idi. Şimdiki zamanda kendilerinin âdeti eşek oldu. Binip yürürler. Sakalların hod kendi elleriyle keserler. Ve sakal kırkmak âdeti kadimden Firenkten kalmıştır. Firenkten cünüp ışıklar (dervişler) almış idi. Şimdiki zamanda mübah oldu. Avratlar saçın keserler, erler sakalın.”
Öyle görünüyor ki bazı Osmanlılar, Frenk saç-sakal modasını izlemek için Ziştovi Antlaşması’nı beklememişler!
Askerî (veya değil) teknoloji almak için de illa yenilgiye uğramayı beklemek gerekmiyordu tabii ki. Tursun Bey, Fatih’in İstanbul’u almak için yaptığı hazırlıkları anlatırken ordusunda türkî ve frengî zenberekçiler bulunduğunu yazıyor. Tam ifadesi şöyledir: “ve zenberekçiler türkî ve firengî- ki her birinin hadengi, nâvek-i gamze-i cânân gibi” (türkî ve firengî zenberekçiler ki her birinin oku, sevgilinin gamzesinin oku gibidir).
Fatih’in ordusunda Batı Avrupa’dan gelmiş askerler de olabilirdi tabii ki. Hiç kimse yoksa meşhur top dökücü Urban vardı ama ben buradaki türkî ve frengî ifadelerinin, onları kullanan askerlerin etnik aidiyetindense, zenbereklere ait olduğunu düşünme eğilimindeyim. Yani Türk usulü ve Batı usulü zenberekler… Ayrıca, sıfatlar askerlerin etnik durumunu belirtiyor olsa bile Frenk olanların alışkın oldukları kendi silahlarıyla dövüştüklerini ve sonucun fazla değişmeyeceğini varsayabiliriz.
Yine Tursun Bey’den yapacağım ikinci alıntı da ise söz konusu olanın tarz, üslûp olduğuna dair en ufak bir şüphe bile yoktur. Tursun, Fatih’in İstanbul’u aldıktan sonra bir saray yaptığını ve çevresini bir surla çevirdiğini söylüyor:
“Ve bu saray-ı dil-küşâya yine bir sur çektirip, firengî ve türkî, müdevver ü müselles ve envâ‘-ı latife ile musanna burgazlar ile dergâh kapılar ile bir güzel kal‘a düzetti ve kal‘anın suru ile saray duvarının arasını, bağ u bostan ve bahçe ve gülistan eyledi.”
Saray surundaki burgazlar kişi olmadıklarına göre kastedilenin tarz olduğu açık da, yuvarlak ve üçgen şekillerdeki burgazların hangilerinin türkî, hangilerinin frengî olduğunu bilmiyorum. Hiç değilse cümlenin gidişinden, yuvarlak olanların Frenk tarzında olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bak sen, 15.Yüzyıl İstanbul’unda hiç değilse askerî teknolojide ve mimarîde Frenk ve Türk tarzları mı varmış? Sakalların da yine Frenk usulü kırkıldığını Aşıkpaşazâde’den görmüştük. Bu vaziyetin belki, çok sonra olduğunu düşündüğümüz alaturka- alafranga ayrımının bir öncüsü olduğunu bile söyleyebiliriz. Yalnız, Tursun Bey, kesinlikle birini diğerine tercih ederek olumlu veya olumsuz anlamlar yüklemeksizin kullanıyor kelimeleri.
Neyse, belki aransa başka örnekler de bulunur ama bu kadarı tartışmamız için yeterlidir sanırım. Bu bile geç ortaçağların sonunda, erken modern dönemin başlarında Osmanlı toplumunun Batıdan gelen etkilere açık olduğuna işaret ediyor. İzolasyon içinde yaşamayan ve Batıdan bir şeyler almak için Batı ordularına yenilmeyi beklemeyen bir Osmanlı imajı herhalde o bahsettiğim paradigmanın neden geçerli olmayacağını da açıklıyor. Üstelik bu etkilenmeden dolayı Osmanlının moderniteye geçtiğini iddia etmeyeceksek, “batılılaşma” ile modernleşmeyi de kesinlikle ayırmamız gerekiyor. Ne yani, Osmanlılar 14.Yüzyılda Balkanlardan top teknolojisini alıp geliştirdiklerinde modern mi olmuşlardı?
Son olarak bu etkilenmenin daha doğrusu etkileşimin (mesela Macar ve Leh silahlarına baktığınızda da Osmanlı etkisi görürsünüz) kanalları hakkında birkaç şey söylemek isterim. Muhakkak ki savaş, ticaret ve diplomasi kültürler arasındaki etkileşmede her zaman bir rol oynamıştı. Ama burada özel olarak, bu coğrafya üzerindeki Frenk etkisini kastediyorum. Karşılaşma aslında Haçlı Savaşları ile başlar. İlişkiler de her zaman ve her şartta düşmanca olmamıştır. Ahmet Yaşar Ocak hocamızın Babailer üzerine olan çalışmasından hatırlanacağı gibi Selçuklu ordusunda Frenk birlikleri bulunuyordu ve Malya Ovası’ndaki savaşta Babailerin yenilgiye uğramasına katkıda bulunmuşlardı. Ayrıca herhalde merhum Faruk Sümer’in Yabanlu Pazarı’na gelen tüccar arasında Batılılar da vardı. Fatih alıncaya kadar Amasra’nın Cenevizliler elinde bulunduğunu da unutmayalım.
Fakat neden gerilere ve uzaklara gidiyoruz ki? Frenkler, ta Doğu Roma zamanından beri İstanbul’un ortasında, yerliler ile birlikte yaşamıyorlar mıydı? Dolayısıyla yine Tursun Bey’e gönderme yaparak bitirmek uygun olacak. Tursun Bey, kayık ve gemilerin çokluğu sayesinde, sekiz tanesi bir akça eden bir mangır karşılığında Rumeli’nden Frengistan’ın, Frengistan’dan da Rumeli’nin seyredilebilmesinin acayip bir iş olduğunu söylüyor. Bildiniz değil mi, şehrin ortasındaki Frengistan’dan, Galata’dan bahsediyor.