Tanzimat Fermanı’ndaki kalkınmacı görüş ve biraz örtülü de olsa milliyetçilik anlayışı Mustafa Sami Efendi’de de vardı.
Bugünden bakınca, başta terminolojisinin satırlar içinde gizlenip kalmasından ve belki de zamanında bile tam oturmamış olmasından dolayı lâyıkıyla anlaşılmıyor olabilir ama Sami Efendi’nin Avrupa Risalesi gerçekten de önemli bir metindir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, bu metni, Tanzimat’ın önemli devlet ve düşünce adamlarından Sadık Rifat Paşa’nın Avrupa Ahvâline Dair Risale adlı yazısıyla birlikte bir dönüm noktası olarak görmesi hiç de temelsiz değildir.
Gülhane Hatt’ından sonra bu fermanı açımlayıcı nitelikte olan iki ayrı risalenin yazılması herhâlde tesadüf değildi. Sadık Rifat ve Sami birbirleriyle tanışır, görüşürlerdi ve sanki aralarında da kimin neyi vurgulayacağı konusunda bir iş bölümü yapmış gibidirler. En azından risaleleri okuyunca böyle bir hisse kapılmak mümkündür. Paşa’nın risalesine şimdilik girmeye gerek yok ama o, Gülhane Hattı’nda can, mal, namus ve ırz gibi doğal hukuk alanındaki teminatların teyit edilmesinden yola çıkarak “hürriyet” kavramına ve “kanun devleti” anlayışına ulaşır. Başka bir deyişle, Paşa, Gülhane’nin daha çok hukuk ve sistem boyutlarıyla ilgilenmiştir. Sami ise bu konulara hiç girmez. Ama onun da hatt-ı hümayun ile örtüştüğü konular vardır. Oradaki milliyetçilik anlayışı Sami’de de vardır, risalesinde çeşitli örneklerle bu hususu şerh eder ve halka vatan ve milletin değerinin öğretilmesinden söz eder. Gülhane’deki gelişmeci dil ve imparatorluğun kısa süre içinde kalkınacağı yolundaki iyimserliği aynen Sami’nin risalesinde de görürüz. Hatta Sami, bu gelişmenin ne yolla olacağı konusuna da girmiş ve bunun ancak bilime önem vermek ve eğitimle mümkün olacağı yolunda görüşler serdetmiştir.
Gülhane Hattı’nda Sultan Abdülmecid’in ağzından, tahta çıktığı günden beri bütün amacının memleketin imarı ve halkın refaha kavuşturulmasından ibaret olduğu söylenir. Sonrasında da ülkesinin “mevki’i- coğrafisine ve arazi’-i münbitesine ve halkın kabiliyet ve istidatlarına nazaran esbâb-ı lâzimesine teşebbüs olunduğu takdirde beş on sene zarfında” istenen duruma gelineceği vurgulanır. Sami de aynı şeyleri söylemiyor muydu? Coğrafî konumun iyiliği, arazinin verimli olması ve halkın zeki ve anlayışlı olmasından dolayı Avrupa’nın çok uzun bir sürede başardığı “nizam ve sanayi”nin pek az bir vakitte “milletimizde” de yayılacağından bahsetmiyor muydu? Şu var ki Gülhane’de, Avrupa veya başka bir yerle yapılan bir kıyas yoktur. Ayrıca, Abdülmecid, gerekenin yapılmasından bahsetmiş ama ayrıntısına girmemiştir. O gerekenin eğitim olduğunu da Sami’den öğreniriz.
Vatan ve millet kavramları Gülhane Hattı’nda da geçer. Canından, malından mülkünden emin olan kişinin güzelce çalışmaya bakacağının ve “kendisinde günbegün devlet ve millet gayreti ve vatan muhabbeti artıp” ona göre güzel hareket etmeye çabalayacağının altı çizilir. Fermandaki bu kelimelerin modern anlamlarıyla kullanıldığı ve hatta devletin artık bir vatandaş tasavvuru içinde olduğu gayet net görülüyor. Doğal hukuktan kaynaklanan temel insan hakları konusundaki teyitler gayrimüslimleri dışlamadığına göre buradaki “millet”in eski dinî- etnik cemaat anlamındaki millet olmaması gerekir. “Vatan” da insanların doğdukları köy veya şehri belirtir bir şekilde dar anlamıyla kullanılmamıştır ve Osmanlı ülkesindeki Müslim veya gayrimüslim herkesin sevip bağlanacağı bir varlık olduğu görülüyor.
Peki, sadece Türkçe ibarelerle, “avam-ı millet” yani halk için yazdığını söyleyen Sami için vatan ve millet kavramları ne ifade ediyordu? Görüşleri Tanzimat Fermanı ile gayet uyumlu olan ve açıkça söylememekle birlikte o fermandaki bazı temel görüşleri şerh ederek halka tanıtmak gibisinden bir misyonu olduğu anlaşılan Sami, “vatan- millet” meselelerinde ne diyordu? Dahası, devrimini çoktan yapmış bir Fransa’da yaşayıp da “milliyetçilik” ideolojisinden etkilenmemesi mümkün müydü? Tabii ki bağlamı hep dikkate almalıyız ama benim kanaatim Sami’nin bu kavramları modern anlamlarında kullanmaya hiç de yabancı olmadığıdır.
“Milliyetçilik” tek bir kelime olarak Sami’nin metninde hiç geçmiyor. Ne var ki bu noktanın tek başına pek bir belirleyiciliği yoktur. Onun kavramı bilmediği veya yabancısı olduğu, kullanmadığı anlamına gelmez. Sami Efendi’nin Avrupa’da gördüğü ve ülkesinde ilgi çekeceğini düşündüğü uygulama ve maddî kültür unsurlarının hemen hepsini Türkçe açımlayarak vermek gibi bir huyu var. Bunların bazılarında Türkçe bir tek karşılık bulduğu bile görülüyor, mesela “müze tabir eyledikleri tasvirhane” veya “tiyatro tabir eyledikleri hayâlhaneler” böyledir. Bazılarında ise, “mozaik tabir eyledikleri hurde hurde rengâmiz taşlar” tarifinde olduğu gibi bir açıklama vardır. Hoş, Türkçede sonunda müzeye tasvirhane, tiyatroya da hayâlhane de denmemiştir ama bazılarında bulduğu karşılık veya yaptığı tarif daha en baştan itibaren bir isim olabilecek nitelikte değildi. Meselâ, “otel tabir olunan haneler”, “gaz tabir edilen kandiller”, “gardiyan tabir ettikleri didebanlar”…
Maalesef, iş “milliyetçilik” ideolojisine geldiğinde Sami’yi benzer bir karşılama- çevirme faaliyeti içinde görmüyoruz, “Nasyonalizm tabir olunur” diye başlayan bir nitelemesi bulunmuyor. Dolayısıyla “millet” kelimesinin geçtiği bağlamlara bakmaktan başka çaremiz yok. Yalnız, şunu ekleyeyim ki Sami için, hiç olmazsa bir terkip içinde “nasyonal” kelimesini “millî” kelimesi ile karşılayabileceği açık bir fırsat vardı ama o zaman da böyle yapmamıştır. Söz konusu terkip “gard nasyonal / Garde nationale idi ve herhâlde o esnalarda Osmanlıda redif asker teşkilâtının yapılmış olmasından dolayı Sami bunu “millî muhafızlar” veya benzeri bir şekilde değil, basitçe, herkesin anlayabileceği gibi “redif askeri” olarak karşılamıştır.
Sami, Fransa halkını tanıtırken, zeki, aceleci ve müstehzi olduklarını söylüyor. Yine de etraflıca düşünmek gereken işlerinde temkinli davranır ve alaycılıklarını açık etmeyerek “üslûb-u edeb” üzere bulunurlarmış. Fransızların güzel ahlâk özellikleri arasında alçakgönüllülük, sakinlik ve “hubb-ı vatan ü millet ve vikaye-i nâmus u gayret” gibi özellikler olduğunu inkâr etmek zormuş. Buradaki “vatan ve millet sevgisi” herhalde modern anlamdaydı. Ayrıca sonundaki Arapça temmet kaydında bu risalenin “Fransa milletinin durumundan ve insanî kalkınma - medenileşme usullerinden” ( ahvâli’l- milleti’l-Franseviyyeti ve usûli’t-temeddünâti’l- insâniyyeti) bahsettiği belirtiliyor.
Sami’nin “millet” için yapıldığını gördüğü ve kendisini çok şaşırtan bir fedakârlık tezahürü ise özel bir dikkatle izlediği hastaneler bahsindedir. Şahsen gördüğü hastanelerin binalarının büyüklüğü ve sağlamlığını, hastaların giyimi, yatak ve odalarının çok temiz olduğunu, yiyecek ve ekmeklerine gayet itina gösterildiğini aktardıktan sonra “bu hastahanelere gelip giden hastaların hizmetinde istihdam olunan taife-i nisvânın” yani hemşirelerin çoğunun bu işi zorunluluktan dolayı yapmadıklarını belirtiyor. Ona göre, itibarlı ve zengin ailelerden gelen pek çok kız “mücerred milleti uğrunda fedakârlık emeliyle” hem, paralarını bu iş için harcar, hem de “kendi vücutlarını dahi birtakım yaralı ve mecruh” hastaların hizmetkârlığına adarlarmış. Modernleşen ülkelerde, özellikle de savaş zamanlarında ve tabii ki bir noktadan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda da hemşirelik mesleğinin tarihine kısa bir göz atış bile bu mesleğin yükselişinin milliyetçilik ile nasıl iç içe geçtiği konusunda bize bir fikir verebilir. Sami’nin hayretine rağmen meselenin bu boyutunu da yakalamış olduğu söylenebilir.
Avrupa Risalesi’nde “millet” kelimesinin modern anlamıyla kullanıldığına dair bu örnekler sanırım kâfidir. Sami milliyetçiliğe tek bir isim bulabilmiş değildir ama üstelik, Osmanlı bağlamında kullandığı “vatan ve millet kadri” formülüyle başka neyi anlatmaya çalışıyor olabilirdi ki? Üstelik bu kelimelerin modern öncesi veya milliyetçilik çağı öncesinde aynı kelimelerle kastedilen eski kavramları anlatmak için kullanılmadıkları o kadar bellidir ki… Bunlar eski anlamlarıyla kişinin doğduğu yer ve dinî topluluk sevgisini belirtmek için kullanılmış olsaydı, bir kalkınma veya modernleşme bağlamında kullanılır mıydı hiç? Sami, başlangıcı İslâm topraklarında olan bilimin “gerçek miras” olarak Avrupa’dan alınmasını, bütün Osmanlılara öğretilmesini öneriyor ve böyle olduğu zaman herkesin “vatan ve millet kadrini lâyıkı veçhile öğrenmiş” olacağını söylüyordu. Kimin, kendi doğum yerini ve içine doğduğu dinî cemaatinin kıymetini hakkıyla bilmesi için modern bilime ihtiyacı olacaktı ki? Gülhane Hattı’ndaki “devlet ve millet gayreti ve vatan muhabbeti” şeklindeki tarifin de en az Sami’ninki kadar kullanışsız olmasına rağmen “milliyetçilik” kelimesini karşılamak için kullanıldığı düşüncesindeyim.
Mustafa Sami’nin risalesinin etkisini biraz olsun ölçebilmek için yapılacak iş onun kendisinden sonraki Osmanlı aydınlarını ne denli etkilemiş olduğuna bakmaktır. Bu etki de hem üslup hem de fikir seviyesinde olmak üzere iki türlüdür. Fatih Andı’nın dikkatimizi çektiği üzere merhum Mehmet Kaplan, daha 1948’de, 19. Yüzyıl Osmanlı yazarları arasında “avâm-ı millet” için yazmak bilincinin “Şinasi’den çok önce, Takvim-i Vekâyi’e kısa cümlelerle makale yazan” Mustafa Sami Efendi ile başladığı tesbitini yapmıştır. Tanpınar da Namık Kemal’in, Sami’ye olan borcunu şöyle anlatıyor:
“Onun Londra için yazdığı şeyler ile Namık Kemal’in aradan o kadar sene geçtikten sonra bu şehir için yazdıkları, üslup meselesinin dışında bir bakışla karşılaştırılırsa, büyük muharririn bu isimsiz adama neler borçlu olduğu anlaşılır. Denebilir ki bazı noktalarda Namık Kemal, Sami Efendi’yi genişletmekle iktifa eder. Bu, hatta cümlenin yapı şeklinde bile görülür.”
Yine Tanpınar, Sami Efendi’nin fikir seviyesindeki etkisinin de farkındadır: “Ayrıca, nasıl Sadık Rifat Paşa bize “hürriyet” kelimesini verirse, o da ‘hubb-ı vatan ve millet’ gibi Şinasi nesrinin getirdiği sanılan bazı mefhumları öylece sunar.” Doğru tabii ki ama burada küçük bir düzeltme yapılması gerektiği kanaatindeyim; bu veya benzer kavramları Sami Efendi’den de önce Gülhane Hattı’nın kendisinde görüyoruz. Tarihçilerin ve edebiyat tarihçilerinin neden gözünden kaçmış bilmiyorum. Tanpınar, Şinasi ve Namık Kemal’in yeni yazım tarzlarının da Sami Efendi’den etkilendiğini düşünüyor ve “Şinasi cümlesinin ilk örneklerini de” Sami’de bulduğumuzu söylüyor.
Bendeniz de bir makalemde, ünlü Osmanlı tarihçisi, hekim ve devlet adamı Hayrullah Efendi’nin Avrupa Seyahatnamesi adlı eserinde en az iki yerde, Sami’den fazlasıyla etkilenerek ama ondan hiç bahsetmeyerek yazdığını saptamıştım. İşte bu Sami’den: “Binâberin Avrupalıların dest-gâhı hüner ü ma‘rifetlerinde hâsıl olan şekerin baklava ve hoşâbı bize hoş gelip îyd ü sûrgâhda kadife ve çuhaları kıyafet ve endâmımıza doğrusu ne alâ yaraşır.” İşte bu da Hayrullah Efendi’den: “Biz hâlâ ne kadar meselâ Frengistan’dan gelen şekerin şerbetiyle lezzet-yâb olmak ve düğün ve bayramlarımızda giyinip kuşandığımız elbise ve tezyinâtın kâffesinde Frengistan emtiasına mecbur ve muhtaç kalmak arına katlanacağız?”
Frengistan’dan şeker geliyor, şerbet yapıyoruz ve düğünde bayramda giyinip kuşanıp “birbirimize arz-ı azamet ü haşmet ettiğimiz” elbiseler de oradan gelen kumaşlardan yapılıyor… Mesele tabii ki sadece bir üslûp ve tarz meselesi değildir. Bağlamlar da aynıdır. Avrupa sanayileşmiş ve modernleşmişken Osmanlı geri kalmıştır. Hayrullah Efendi’nin de Sami’den aldığı temaları işlediği ve genişlettiği görülüyor: “Bizim memleketimiz yani Türkistan’ımızda çuha imaline yarar tiftik ve yapağı mı yoktur? (…) Yahut şeker istihsaline yarar nebatat mı yetişmez?” Onun daha 1863’te “senin milletin olan Türkler ve dindaşın bulunan Araplar” diyerek adını koyduğu milliyetçiliğinin Sami Efendi’ye ve onun erken millî iktisatçılığına borcu yüksektir.
Sami Efendi’nin Avrupa’dan özel olarak aldığı düşüncenin bir kalkınma aracı olarak gördüğü milliyetçilik olduğu söylenebilir. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Avrupa’dan milliyetçilik fikrini alan Avrupa yanlısı veya Avrupa hayranı olmaz, kendi milliyetçiliğini kurar veya kuracak olanları etkiler. Bu bağlamda Sami Efendi’nin sonraki kuşaklar üzerindeki gölgesi aslında uzun olmuştur. Bunun tanınmaması ve takdir edilmemesi ise başka bir meseledir ve bazı çağdaşları tarafından acımasızca eleştirilmesinden bile daha trajiktir.