Osmanlı tarihi çalışanlar ara ara işin elifbasına döner ve “Kimdi bu Osmanlılar?” diye sorarlar. Peşinen söylemek gerekiyor ki aldatıcı bir şekilde basit bir sorudur bu. Meselenin bir kısmı, modern devletin adamakıllı tasavvur edip şekillendirdiği biz modernlerden kaynaklanıyor. Modern devletin iyi tanımlanmış sınırları dâhilinde; zorunlu bir şekilde eğittiği, pek çok yerde yine zorunlu olarak askere aldığı, kazancını vergilendirdiği, sağlığıyla ilgilendiği, kaydettiği, eline bir kimlik varakası verdiği, hangi şartlar altında bu kimliğe sahip olup kaybedebileceklerini de güzelce tanımladığı vatandaşlar olarak, modern öncesi insanların da bizimkine benzer net kimlik kategorileri çizmesini bekliyoruz.
Oysa Antik Yunan’ın Atina’sında olduğu gibi vatandaşı olan ile olmayan arasında bugünkü kadar net (ve ancak bir şehir devletinde uygulanabilecek) ayrımlar koyan sistemlerin varlığına rağmen modern öncesi toplumların genelinde vatandaşlık / uyrukluk açısından böyle bir netlik yoktu. Öte yandan onların da kast, sınıf, rütbe, din, etnik köken, dil, kabile üyeliği ve bir şehrin veya yörenin ahalisinden olmak gibi kimliğe yansımaları olan aidiyetleri tabii ki vardı. Modern öncesi dönemde de ülkeler olduğuna göre bir ülkenin ahalisinden olmanın getirdiği bir aidiyet ve bunun kimliğe yansımaları ve çeşitli seviyelerde ifadeleri olmaz mıydı?
Modern milliyetçiliğin Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıktığı konusunda tarihçiler genelde anlaşır ama Fransız Devrimi’nden önce bir Fransa’nın olmadığını, onun da bir kimliği (daha doğrusu çeşitli kimlikleri) bulunmadığını söyleyemeyeceğiz sanırım. Biraz abartarak, bugünkü Fransa toprağında bulunan mağara resimlerinden başlayıp Fransa’nın Kimliği üzerine devasa ama tamamlayamadığı bir çalışma yapan Fernand Braudel’e soracak olursak hiç söyleyemeyeceğiz! Ünlü tarihçinin yapmak istediği Fransa’nın nasıl ortaya çıktığını incelemekti ve tabii ki bırakın mağara dönemindeki insanları, ülkeye adlarını veren Germen kabilesi Frankların bile modern Fransa toplumu ve kimliğine katkıda bulunmak gibisinden bir bilinç ve vizyona sahip olmadıklarını söylemeye gerek bile yoktur.
Bu nokta da bizi yukarıda bahsettiğim aldatıcı basitliğin başka bir veçhesine, doğrudan zaman içindeki değişmelere ve onları yakalayarak değerlendirebilmekteki güçlüğe yani tarihsel sorgulama sürecinin yapısından doğan güçlüklere getiriyor. Olağan işlerdendir; ülkelerin adları ve o adların etrafında şekillenen kimlikler de (kaçınılmaz olarak) değişiyor. Hiç uzağa gitmeye gerek yok, bugün Sovyetler Birliği diye bir ülke var mı? Olmadığına göre o biraz alaylı “Sovyet insanı” (Homo Sovieticus) tipinden bahsedebilir miyiz veya daha ne kadar bahsedebiliriz? Aynı şekilde Habsburg hanedanın hâkim olduğu bir siyasî oluşuma ait olmaktan dolayı herhangi bir şekilde bir Habsburg kimliği geliştirenlerin bugün izleyicileri var mı? Hanedanın üyelerinden başka kim kendini bu kimlikle tanımlıyor?
Öte yandan tarihsel birikimin zenginliği bize, bunlardan farklı örnekler olduğunu da söylüyor. Bunun için de hiç uzağa gitmeye, hatta bulunduğumuz yerden ayrılmaya bile gerek yok. Milattan yüzlerce yıl önce bir kabile birliğinin şehri, sonra krallık (res privata), daha sonra cumhuriyet (res publica) ve ondan sonra da imparatorluk olan Roma’nın mirası hem ülke adı hem de ondan kaynaklanan bir kimlik olarak, Doğu Roma’nın siyasî bir varlık olarak ortadan kalkmasından sonra bile yüzlerce yıl daha yaşadı. Kendilerine hiçbir zaman “Bizanslı” demeyen ve hep “Romalılar” (Romaioi) diyen Doğu Roma’nın Hıristiyan ahalisinden bahsetmiyorum, orası da tabii ki çok önemli ama genelde Müslümanlar ve özelde Osmanlı Müslümanları arasında yaşamaya devam eden bir ülke adı ve kimlikten, Rum’dan ve Rumî’likten söz ediyorum.
Buna da Cemal Kafadar’ın 2007’de Muqarnas’ta yayımladığı makalesinin Türkçeye çevrilerek, makalenin kendisi kadar hacimli bir girişle birlikte geçen ay bir kitapçık hâlinde yayımlanması vesile oldu. Kendine Ait Bir Roma. Diyar-ı Rum’da Kültürel Coğrafya ve Kimlik Üzerine adını taşıyan bu çalışma, Salih Özbaran’ın 2004 tarihli öncü çalışması, Bir Osmanlı Kimliği. 14.-17. Yüzyıllarda Rûm / Rûmi Aidiyet ve İmgeleri ile beraber okunmalıdır.
Burada katiyen bir kitap eleştirisi yapmak niyetinde değilim, daha ziyade her iki tarihçinin de dikkatimizi çektiği Rum / Diyar-ı Rum / Rumî kavramlarıyla ilgili bir şeyler yazmak istiyorum ama elim değmişken söylemeksizin geçmiş olmayayım; Cemal Kafadar’ın makalesinin Fatih Özgüven’ce yapılan çevirisi genelde iyi ve yerinde. Yalnız birkaç yerde orijinalindeki anlamın kaydığını düşünüyorum. Meselâ, orijinalinde, meşhur Emevi halifesinin, “Yazid b. Mu‘awiya” olarak verilen ismi Türkçe metinde, sanırım siyaseten doğrucu kaygıların neticesi olarak “Ezidi kökenli Muaviye” olmuş! Seydi Ali Reis de “kaptan-ı derya” değil, sadece “Mısır kaptanı” idi. Bir de Kafadar’ın kendisi, makalenin içinde değil ama çok önemli soruları ortaya attığı girişinde, Tevârih-i Âl-i Selçuk yazarı Yazıcızâde Ali’yi, Gelibolulu Yazıcızâde Ahmed Bîcan ve Mehmed biraderlerin babası yapıyor ve eserini de “İstanbul’un fethinden birkaç yıl önce” Gelibolu’da yazdığını söylüyor. Bu üç Yazıcızâde’nin bazen kardeş olarak gösterildiğinden haberdarım. Ama kesin olarak bilinen sadece Muhammediye yazarı Mehmed ile Envârü’l- âşıkin yazarı Ahmed’in kardeş olduklarıdır. Onların babaları da Yazıcı Salih olduğuna göre o kadro dolu gözüküyor.
Kafadar’ın sorduğu bazı sorulara gelince; “vatan ve ona mukabil kavramların” tarihiyle ilgili gayet yerinde ve önemli sorular bunlar. “Osmanlıların veya giderek Osmanlı devletinin şemsiyesi altına girecek olan Türkdilli insanların Türklükle ilişkisi neydi? Türkmenlikle, Oğuzlukla, Moğollukla, Taciklikle ilişkisi neydi? Kendilerine ait topraklara ne derlerdi?” şeklinde formüle ettiği soruya cevap olarak “en önemli anahtar kelimeler arasında ‘diyar-ı Rum’ ve ‘Rumilik’ vardır diyor.
Kafadar, milliyetçilik çağında vatan kavramının “eski dar anlamı”nın geliştirildiğinin ve kelimenin “çağdaş siyaset söyleminde başat” bir konumda olduğunun tabii ki farkındadır. Ne var ki, bir tarihçi olarak ulus-devletin ortaya çıkmasından önce kaynaklarda gördüğü “vatan” kullanımlarını “eskiden vatan deyince doğdukları köyü anlarlarmış” klişesine indirgemeye razı değil:
“Peki ama, diyerek tarihçinin burada sorması gerekir, daha önceleri vatan sevgisi sadece insanın doğduğu köy veya kasabaya duyduğu muhabbetten öteye gitmez miydi? On dokuzuncu yüzyıldan önce ‘Hubbü’l-vatan mine’l-iman’, yani ‘vatan sevgisi imandandır’ hadisini (belki de zayıf olduğunu bile bile) zikredenlerin bütün kastı bu muydu?”
Bu soruyu soruyor ve Fenârîzâde Ali Çelebi örneğini veriyor. Çelebi, tahsil için Acem’e gider ama “hubbü’l-vatan galebe çalar ve bilâd-ı Rum’a döner”. Kafadar, “Burada vatan, bırakın köy meydanını, bir şehir veya bölgeden bile çok daha geniş bir aidiyet iklimi çağrıştırır” demekte.
Vatan söz konusu olunca teferruat da hâliyle uzuyor, ama Kafadar’ın uyarıları ve çözümlemeleri önemli, biraz daha devam edelim:
“Şimdi kullandığımız şekliyle vatan fikrinin modern ideolojilere ve siyasetlere has olduğu doğru ve bunu bilmek özcü-köktenci dayatmalara karşı çok önemli, ama şunu da unutmamak kaydıyla: Bir ‘yer’e aidiyet hissi, eski zamanlarda da dar ve sığ bir şey değil, o aidiyetle birlikte savunmacı refleks de öyle, kaybın verdiği acı da öyle. (…) Toprak sınırlarını temel alan ulus-devletlerden önce aidiyet ve asabiyye ifade eden kelimelerin ve bu meyanda ‘vatan’ kelimesinin farklı ölçeklerde ve esnekliklerde ve çoğu zaman hiçbir siyasi çağrışım olmadan kullanılmış olduğu aşikâr. Tam da üzerine oturduğu semantik zeminin bu kayganlığı yüzündendir ki, vatan-yurt konusu ‘eskiden şunu anlarlardı’ diye yekpare bir ‘modernlik-öncesi’ne indirgenemez. Ayrıca gördüğümüz üzere vatan gibi, il gibi, yer gibi mekânsal mecaz ve soyutlamalar ulus-devletler öncesinde ciddi bir duygu yükü taşıyabiliyordu. Bu yüzden zaman zaman, uzaktan ve dolayımlı olsa dahi siyasi bir içerik yüklenebileceklerini de kabul etmeliyiz.”
Peki, uzun seferlere ve seyahatlere çıkan bir nice Osmanlının dönmek için yanıp tutuştukları “bilâd / diyar/ memalik-i Rum/ Rum neresi oluyordu? Bu soruya bağlamlardan bağımsız, her zaman verilebilecek tek bir cevap maalesef yok. “Rum”, Osmanlı yönetimindeki topraklardan en fazla Anadolu’yla özdeşleştirilse bile, böyle bir tanımlama, Salih Özbaran’a “eksik” görünmüştür. Nitekim Cornell Fleischer de, Gelibolulu Mustafa Âli’nin kültürel bir bağlamda “Rum”dan bahsederken Osmanlı devletinin Anadolu ve Rumeli’ndeki çekirdek topraklarını kast ettiği fikrindedir. Cemal Kafadar da şimdi aynı soruyu soruyor:
“Peki, diyar-ı Rum Anadolu mu? Yaklaşık yüz yıldır, bilhassa Türkiye’de tarih üzerine yazanların büyük çoğunluğu için, birinci terimi ikincisiyle karşılamak neredeyse otomatiğe bağlanmış bir alışkanlık. Rum Selçuklu Devleti deyince en azından coğrafi olarak bir örtüşme var, çünkü Selçuklular Anadolu’nun dışına taşmıyor; ama Osmanlı döneminde ‘şüerâ-yı Rum’ Anadolu şâirleri, ‘ulemâ-yı Rum’ Anadolu âlimleri diye çevrilebilir mi? Biyografilerine baktığınızda Balkanlar’da doğmuş, büyümüş ve İstanbul’da kariyer yapmış niceleri var, belki Üsküdar’a geçmek dışında Anadolu’ya ayak basmamış olanları var. Diyar-ı Rum, Balkanlar’ı ve Anadolu’yu kapsayan, ya da belki Tuna’dan Fırat’a kadar uzanan demeli, ve modern çağlarda adını koymakta zorlandığımız bir ‘yer’. Osmanlı Devleti’ni bir Anadolu (büyümüş sonra yine küçülmüş Türkiye) yahut bir Ortadoğu devleti olarak görme ve anlatma eğilimi, o ‘yer’i, bırakın anlamayı, görmemizi bile engelliyor.”
Görülebileceği gibi Kafadar’ın diyar-ı Rum anlayışı da Fleischer ve Âli’ye yakın. Burada Anadolu’dan kesinlikle büyük ama Osmanlı İmparatorluğu’nun bütününden küçük, başka bir deyişle Osmanlı’nın Arapça veya Kürtçe konuşan bölgelerini dışarda tutan bir kültürel coğrafya ile karşı karşıyayız. Bunun daha Doğu Roma ortalıktayken ve Türkler bölgeye göç etmezden yüzlerce yıl önce Ortadoğu halklarının kullanımlarında yer etmiş olan “Rum” adlandırmasıyla da uyum içinde olduğunu söylemek gerekir. Yalnız tüm hikâye bu kadar değil ve kelimenin kültürel coğrafyaları aşan siyasî kullanımları da olmuştur. Babürlü İmparatoru Hümayun’un yaptığı gibi “Rum”u siyasî bir varlık olarak da anlamak da mümkündür. Bunu, aktarmaya zaten niyet etmiş olduğum ama haftaya kalan Seydi Ali Reis’in Hindistan macerasına bırakalım. Bu arada, dipnot kabilinden söyleyeyim ki Kafadar, Osmanlı döneminde diyar-ı Rum ile Anadolu arasında gerekli olarak bir ayniyet olmadığını hatırlatmakta tabii ki haklıdır ama Osmanlı tarih yazıcılığında “diyar-ı Rum” deyince sadece Anadolu’yu anlayan bir damarın varlığı da yüz yıldan çok öncelere gidiyor. Sanırım bir şekilde bunu da konuşacağız.