Vaktine göre “tuhaf” fikirleri olan Moralı Süleyman Penah Efendi’yle devam ediyoruz. Başta Delvine ve Avlonya sancakları halkı olmak üzere Osmanlı Arnavutları için önerdiği projenin emperyal ve kolonyal bağlamlar içinde görülmesi gerektiği kanaatimi söylemiştim. O vadide biraz daha yürüyelim.
Penah Efendi, çok sonraları “Anglo” emperyalistlerin dünyayı kolonileştirirken kendilerine sermaye yaptıkları “beyaz adamın yükü” (white man’s burden) kavramını bilemezdi. Daha 19.Yüzyılın sonuna çok vardı ve Rudyard Kipling 1899’daki meşhur şiirini yazmamıştı ki… Penah, Fransız emperyalistlerin cevabî kavramı “medenileştirme görevi” (la mission civilisatrice) deyimini de bilemezdi ve onun da kendi diline “vazife-i temdin” olarak çevrildiğini hâliyle görmemiştir.
Anakronizme düşmeye hiç gerek yok, bunları nasıl bilebilirdi ki? Ama önerdiği projenin, bu iki emperyal patikadan hangisine daha uygun düşeceğini sorgulamakta bir beis olmaz herhalde. Birincisi, halkının derisinin rengi beyaz olmayan yerlere medeniyet götürüyor, oraların ahalisini “yükseltmeye” çalışıyor ama asla kendinden saymayarak kendi kimlikleriyle bırakıyordu. İkincisi de yine medeniyet götürüyor ama bu medeniyet yoluyla oraların insanlarının da “Fransız” olabileceğini düşünüyordu.
Gerome, Arnavut muhafız
Dediğim gibi Penah Efendi bunları bilemezdi ama kendi döneminde birinci aşaması çoktan kemâle ermiş olan Batı kolonyalizmi ve dünyada yükselmekte olan Batı hegemonyası hakkında pek çok şey bildiği muhakkaktır. Projesini anlatırken “delillerini” ve örneklerini ağırlıklı olarak Batı ve bilhassa İspanyol kolonyalizminden seçmesini fevkâlâde dikkat çekici buluyorum. Bakın, bugün artık bir efsane olduğunu bildiğimiz Batı kökenli şu hikâyeyi bile bir vesileyle araya sıkıştırıyor:
“İklim-i Amerika’yı İspanya yeniden buldukda sefineler ile atlar götürüp soltatlar [askerler] süvar olup Amerika’yı tutmak için müsâraat (teşebbüs) eylediklerinde kavm-i Amerikan bunları cesed-i vahid (tek beden) kıyas edip soltatlar attan nüzûl (indiklerinde) ettiklerinde görüp mütehayyir oldular (şaşırdılar).”
Bizim efendi yine insaflı, bu efsanenin varyantlarının bazılarında yerliler at ve sürücüsünün tek bir varlık olmadığına hiçbir zaman ayılamıyorlar ve bu garip yaratıktan ödleri koptuğu için Amerika’nın fethi kolaylaşıyor! Penah, hiç olmazsa süvarileri attan indiriyor… Bunu anlatmasına sebep ise her zamanki gibi ıslahat yapılması ve taşraların “nizâm” altına alınması. Bütün Mora da böyle bu hâlde, Amerikan yerlileri gibiymiş.
Arnavutların özeline dönersek; Penah, onların Türkçe bilmemekten dolayı içlerine kapanık yaşadıklarını, ancak kendi eğitimsiz tavır ve tarzlarını bildiklerini (bilâ terbiye tavr ve tarz), başkalarından ve başka diyarlardan anlayış ve bilgi ürünlerini (meta-ı feraset ve irfan) alamadıklarını söylüyor. Böyle olunca sadece kendilerini beğeniyor, kendi karar ve davranışlarını övüyor ve “başka millet ile ülfet” istemeyerek, iyisini de kötüsünü de sadece kendi cinsleriyle beraber işlemek istiyorlarmış.
Bu izolasyon hâlini kırmak ve Arnavutları “düzene” koymak için Penah’ın önerdiği çözüm radikaldir: Arnavutça konuşmak yasaklanaymış! Daha da ilginç olanı ise bu projede dinî inancı devreye sokması ve bunun Arnavutların muteber din âlimleri ve şeyhleri aracılığıyla yapılmasını önermesidir. “Halk, krallarının dini üzeredir” (En-nâsü alâ din-i mülûkihim) sözü uyarınca bu din adamları devreye girmeli ve bundan sonra Arnavutça konuşulmaya imiş! Fazla dağıtmak istemiyorum ama Penah Efendi’nin alıntıladığı sözün, 1555’teki Augsburg Barışı’ndan sonra Protestan- Katolik savaşlarına bir çözüm olmak üzere geliştirilen Cuius regio, eius religio (Kimin ülkesiyse onu dini) ilkesiyle büyük benzerlik gösterdiğini not etmiş olayım.
Arnavutların dillerini değiştirmek birkaç sene gerektirirmiş. “Bu günden sonra kimse isteyerek Arnavutça konuşmayıp Türkçe konuşalar diye şartlanalar” diyor ( Ba’d el-yevm ihtiyarî kimesne Arnabutca tekellüm eylemeyip Türkî tekellüm eyleyeler deyü şartlanalar). Üç beş sene içinde bir miktar Türkçe öğrenildikten sonra zorunlu hâllerde Arnavutça konuşulabilirmiş. Arnavutlar, âlimleri, şeyhleri, bey ve beyzâdeleri ve beylerbeylerinin ihtimamlarıyla kısa sürede kendi dillerini unuturmuş (ferâmûş ederler).
Penah, böylesi konuların eğlence sayılmayıp ciddiye alınması uyarısında bulunuyor ve devleti yönetenlerin, yönettikleri yerlerdeki değişik cinsten insanları (ecnâs-i muhtelife) yola ve düzene koyup, boyunlarına itaat halkasını takmaya sevk ve teşvik etmelerinin kendi dediğinden çok daha fazla ihtimam gerektireceğini söylüyor. Başkalarının tecrübelerinden yola çıkarak başarılı olunabileceğine dair de şöyle diyor:
“Delil, İspanya, Hind-i Cedid’i buldukda ahalileri Arnabudluk gibi değil idi yeri ve göğü fark eylemeyip ne gûne sanatlar ile nizâma bend ettirdiği[ni] inkâra mecâl yoktur. Amerika’dan karılar getirip İspanya’da tezevvüç ve tevellüd eden oğulları babasının ve anasının lisânlarını bilip sonra ol oğlanları Amerika’ya tesyâr (gönderilmek) ve tercümanlık edip müddet-i kalilede (kısa sürede) kavm-i mezbûr lisân-ı Amerika’yı ferâmûş ve lisân-ı Freng’i ele getirdiler.”
Meselenin, Arnavutların eğitilmesinden çok daha fazlası olduğu, dillerini unutturarak kültürel asimilasyona vardığı açıktır. İspanya İmparatorluğu, Arnavutluk’a göre çok “geri” olan Latin Amerika’yı çeşitli ince yöntemlerle düzen altına aldıysa, aynısını Osmanlı niye yapamasın?
Penah Efendi’ye göre böyle bir projeyi hayata geçirmek mümkündür çünkü insanlar yeteneklerine göre sınıf sınıftır. Bazıları bir günün veya bir senenin işini veya ömürleri boyunca olup biten olayları kendi istidatlarına göre bilecektir. Bunlar azınlıktadır. İnsanların çoğu, bulundukları bir toplantıda geçen sohbeti kaydetmeyi ve bir saat sonra aktarmayı bile beceremez. Nuh Tufanı’ndan beri bütün insanlık bu hâlde olsaydı, astronomi, hendese, pusula, barut ve ateşli silahlar, basma ile kitap çoğaltılması ve diğer fenleri kimse bilmezdi diyor. Açıkça söylemiyor ama bilgili olan veya bilimde gelişmiş olanların, olmayanları kolayca yönetimleri altına alabileceği temasını işliyor gibidir. Basiret sahipleri, içinde yaşadıkları devletin devamı için ömürlerini bu gibi konulara hasretmelidir fikrindedir.
Bu resimde Arnavutlara biçilen rolün Latin Amerika yerlilerinin yaşadıklarıyla örtüşen noktaları da var, farklı yönleri de. Tahakküm altına girmek ve yöneticilerin dilini benimseyerek kendi dillerini unutmak hususunda tam bir örtüşme var. Ondan sonrası daha karışıktır. Penah Efendi, Arnavutların nizâma girip, eğitilip Türkçe öğrenmeleri, bir bakıma Türkleşmelerinden sonra onlar için nasıl bir gelecek tasavvur ediyordu acaba? Bu sorunun ipuçları da risâlesinde vardır. Zaten askerlikle içli-dışlı olan Arnavutların, kendi önerdiği şekilde eğitilmeleriyle sadece kendi ülkelerinde veya Mora’da değil tüm imparatorluk çapında yararlı bir unsur olacaklarını düşündüğünü söyleyebiliriz.
1770 ihtilâlinden sonra Mora’nın durumunun iyi olmadığını bilen ve “Mora’nın nizamına inayet buyurulursa gayet isabet olurdu. Zira bir müddetten sonra benî âdemden hali kalacaktır” diyen Penah Efendi, Hıristiyan nüfusun memleketi bırakıp göç etmesini ciddî bir tehlike olarak görüyordu. Arnavutlardan ise mevcut hâlleriyle umutlu değildi:
“Zümre-i Arnabudan memalik-i mahruse ile ticaret ve sair
cihetiyle ülfetleri olmamakla sibâ’dan (yırtıcı hayvanlardan) farkları yoktur. Terbiyeye muhtaçtır. Zira nüfus-ı kesire olmalarıyla seferlerde çok iş görürler. Sebükbâr (yükü olmayan, hareketli) askerdir. Ancak şimdi olduğu gibi bir işe yaramazlar.”
Kısaca, Arnavutluk’un ıslahı için bir yandan Arnavutlardan düzenli asker yazılmasını gerektiren, diğer yandan da Arnavutların eğitilmesi ve Türkçe öğrenmelerini öngören bir proje düşünmüştü. Bu projenin bir de Arnavutları üretici duruma getirmeyi hedefleyen üçüncü ve iktisadi bir ayağı daha vardı. Bu da, Yenişehir kazasının çeşitli kasabalarından kadın ve erkek “erbab-ı sanayiden” ustaların Arnavutluk’a gönderilmesi ve üç sene kadar kalarak oradaki halka astar, boğası, alaca ve diğer cins kumaşların nasıl üretileceğini öğretmelerini içeriyordu.
Penah’ın önünde örnek olarak sunabileceği, İspanya’nın uzak kolonyal tecrübelerinden başka, bir de, ezelî rakibi olması dolayısıyla Osmanlının herhalde daha fazla kulak kabartacağını umduğu Rusya vardı. Rusların, fitne uyandırmak amacıyla Akdeniz Adalarından ve başka yerlerden, bazen de Mora’dan “vafir uşaklar alıp Moskov’a götürüp ilm ü terbiyelerine ihtimam” ettiğini söylüyor. Moskovlu’nun basiret gözleri küfür perdesiyle kapalıyken bu derece özen göstermelerine ama ümmet-i Muhammed’den olanların bu işlere önemsememesinin uygun olmadığına ve Allah’ın da buna rızasının bulunmayacağına dikkat çekiyor.
Ona göre yapılacak iş basittir. Bir zamanlar İspanya’nın Yeni Dünya’da yapmış olduğunu yapmak ve daha yakın dönemlerde de Rusların, Rum çocuklarını eğitmesini ve tabii ki kendi amaçları için istihdam etmesini örnek almak gerekir. Böylece, Penah Efendi’nin, yalnızca Arnavutçanın yasaklanmasını önermekle kalmadığını ve maksudun bu şekilde hâsıl olacağı kanaatinde olmadığını görüyoruz:
“Delvine ve Avlonya, bu iki sancaktan bir miktar uşakları Âsitane-i Aliye’ye getirip surundan hariç bir mahalle koyup kut-i layemût (yaşatacak kadar) tayinatları ihsan ve hocalar tayin olunup, okutup ve Arnabudluk’da teftiş olunup bu iki sancaktan ne kadar bey ve beyzâdeler var ise ve paşazâdeleri, on beş yaşından yukarıları defter edip ve cümlesi bâ-ferman-ı âli Rumeli ve Anadolu, Mısır ve Bağdat’a varınca her ne mahalde vüzerâ ve mirimiran var ise taksim oluna…”
Birinci Abdülhamid devrinde kaleme alınmıştı ama pekâlâ İkinci Abdülhamid devrinde de olabilirdi. Aşiret Mektepleri ile bir yakınlık yok mu bu projede? Üstelik II. Abdülhamid devrinde, Arnavutçaya getirilen kısıtlamaların da bir öncüsü gibi… Benim çok ilgimi çeken bir husus ise, bazı Arnavut çocuklarının İstanbul’a getirilip hocalar tayiniyle eğitilmesi ve Arnavut önde gelenlerinin çocuklarının devşirilerek eğitilmeleri için vezir ve beylerbeyi kapılarına dağıtılması projesinin ilham kaynağı olarak Penah’ın sadece İspanyol ve Rus İmparatorluklarından örnekler getirmesi ve Osmanlı’nın kendi geçmişindeki aşikâr öncü tecrübenin, adı üstünde devşirme sisteminin hiç sözünü etmemesidir. Osmanlı devşirme sistemini adeta yeniden keşfedip hiçbir göndermede bulunmamasının nedeni hakkında ancak bir tahminde bulunabilirim: Devşirme’de, taşradan getirilen çocuklar sisteme entegre ediliyor ama ağırlıklı olarak merkezde görev alıyorlardı. Penah, eğitilen çocukların kendi vilayetlerine geri gönderileceğini açıkça yazmamış ama söylediklerinden öyle anlıyorum ki, o, taşranın kendisini dönüştürmek ve merkeze benzetmek istiyordu. Bu arada söylemeden geçmiş olmayayım, Penah Efendi’nin geliştirmeye çalıştığı model, daha sonraki iki yaklaşımdan herhalde Fransız olanına daha çok benzerdi.