Osmanlılar, vur kaç taktikleriyle sadece çağdaşları olan Bizanslıları değil günümüzün bazı tarihçilerini de aldatmayı başarmış görünüyor.
Darıca ve Eskihisar arasında olduğu tahmin edilen Pelekanon Ovası’nda yapılan savaşın aslında bütün safhaları hakkında bilgimiz var. Rivayet, savaşı ve sonuçlarını yorumlamaya gelince çatallaşıyor. Osmanlı kuruluşunda göçebelerin belirleyici olduğu yolundaki görüşleriyle tanınan, hatta Osmanlılara siyasî açıdan Moğol denebileceğini ileri süren tarihçi Rudi Paul Lindner’inkiler başta olmak üzere bu yorumlara bakacağız ama önce bir özet yapalım.
Bithynia’da bulunan göçebe Türkleri daha yaylalara çıkmadan yakalamak isteyen imparator III. Andronikos, Pelekanon’da bu amacına ulaşır. Daha doğrusu, Orhan Bey, Doğu Roma başkentinden imparator ve ordusunun ayrıldığını duymuş ve onları Pelekanon’a hâkim tepelerde karşılamıştır. Sonrası biraz tuhaf, Andronikos, amacına ulaştığı için memnun olması gerekirken, bir savaş meclisi toplar ve Orhan ancak kendilerine ovada saldırırsa savaşılacağı yoksa İstanbul’a geri çekileceği kararı verilir. Modern tarihçilerin anladığı gibi bu seferin amacı kuşatma altındaki İznik’i kurtarmak ise, savaş daha başlamadan Bizans’ın stratejik bir yenilgi aldığını kabul etmek durumundayız. Yoksa Andronikos’un amacı, doğrudan Orhan Bey ile karşılaşmak ve hesaplaşmak değildi de İstanbul’un çok yakınlarına sokulan bir göçebe grubu cezalandırmak mıydı, bilmiyorum.
10 Haziran 1329 günü çatışmalar akşama kadar devam eder. Orhan Bey, Bizans ordusunu yıpratmak ve yerinden oynatıp düzenini bozmak amacıyla gönderdiği okçu süvariyi yeni atlılarla destekler. Andronikos da kendi süvarisini çıkarır. Akşama doğru Orhan, kardeşi Pazarlu’nun savaşa girmesini emreder. Bunu da imparator, birine bizzat kendisinin kumanda ettiği üç birlikle karşılar. Bizanslılar bu çatışmalarda başarılı olduklarını düşünmektedirler ama düzlükteki ordugâhlarından da bir miktar ayrılmışlardır. Akşam yapılan savaş meclisinde, Kantakouzenos’un önerisiyle tekrar ordugâha dönmek, düşman tepelerden inerse savaşmak yoksa İstanbul’a çekilmek yolunda bir karar alınır. Dikkat edilirse, bu karar, bir gün önce, henüz hiçbir çarpışma olmadan alınan karardan farklı değildir. Ne var ki, şimdi her iki ordu da bütün gün savaşmış durumdadır.
Görünen o ki Doğu Roma ordusunun önemli bir kısmı saldırıya geçmiş ve yerinden oynamıştır. Orhan Bey ise, ordusunun büyük kısmıyla tepelerdeki konumunu hâlâ bırakmış değildir. Andronikos ve diğerleri ovadaki ordugâha doğru çekilirken, “yenilen” Osmanlının bazı birlikleri takibe geçer. Bunların tacizi, bazı “genç Romalı askerlerin” saldırıya geçmesine neden olur. Eğer, o ana kadar, Bizans ordusunda disiplin bir ölçüde korunmuş ve saflar bozulmamış idiyse bile, emir almaksızın saldırıya geçen askerler, askerî düzenin sonunun gelmesine neden olmuştur. İşin tuhafı, orduda sanki başka biri yokmuş gibi bu askerleri dizginlemeye Büyük Domestikos Kantakouzenos’un gitmesi, daha da tuhafı ise çatışma yerine ulaştığında oraya kendisinden önce giden imparator Andronikos’la karşılaşmasıdır!
İster istemez akla geliyor, o dayanamayıp saldırıya geçen genç Romalı askerlerin içinde imparator Genç Andronikos da mı vardı? Kantakouzenos’un askerî ve siyasî terbiyesi elvermiyordu da, ancak bu kadarını mı söylüyordu? Her hâlükârda, kendi başına saldırıya kalkışan disiplinsiz bir birliği kontrol etmek için hem imparator hem de Büyük Domestikos gitmişse bunun daha da büyük karışıklıklara neden olacağı tahmin edilebilir. Nitekim öyle de olmuş, imparator, Osmanlı okçusunun menziline girerek yaralanmış ve atından düşmeksizin asıl ordusuna ulaşmayı başarabilmişse de, daha büyük bir asker kalabalığının gözleri önünde yaralı bir şekilde atından düşmesi herhâlde çok daha yıkıcı olmuştur. Doğu Roma ordusunda panik başlamış ve askerler kendi başlarının kaygısına düşerek çevredeki küçük kalelere dağılmışlar, ortada ordu denecek disiplinli bir asker varlığı kalmamıştır.
Merhum Mırmıroğlu’nun, savaşın ilk safhası için verdiği şu hükme katılmamak için hiçbir neden göremiyorum: “Bu suretle Orhan Bey bir gün zarfında Bizans askerlerini sarp arazi içinde taarruza çekmeye ve bu suretle bunları yormaya muvaffak oldu.” Ordugâhlarına dönüş yolundaki Bizans ordusuna Osmanlıların saldırmasıyla başlayan ve imparatorun yaralanmasıyla sonuçlanan ikinci aşama için Mırmıroğlu’nun söyledikleri çok daha kategoriktir: “Bu muharebede Orhan Bey kendi planını tatbik etti; yani akıncı süvari askerleri ile hücum ederek Bizans askerlerini târümar etti ve bunlardan çoğunu itlâf etti.” Kantakouzenos’un Bizans kayıplarını örtmeye çalıştığı ve yenilginin boyutları hakkında pek konuşkan olmadığı düşünülünce, Bizans ordusunun kaybının ne kadar olduğunu bilemesek bile Mırmıroğlu’nun bu yorumu da isabetsiz sayılamaz.
Lindner ise, Osmanlı askerî uygulamalarının ne zaman göçebelerden ve göçebe savaş taktiklerinden uzaklaştığı sorusunu ele aldığı “Bapheus and Pelekanon” adlı makalesinde bu iki savaşı incelemiş, Pelekanon’da göçebe savaş taktiklerinin işe yaramadığı ve hatta göçebe usulü savaşın burada iflas ettiği gibi bazı radikal görüşleri ileri sürmüştür. Bu makalesinde Lindner, geçimini büyük oranda keçi ve koyun gibi hayvanların yetiştiriciliğinden sağlayan bozkır göçebeleriyle, geçimleri hayvan yetiştiriciliğinden ziyade askerî güç kullanımına dayanan göçebeler arasında kavramsal bir ayrım yapmaya çalışmıştır. Ona göre, ortaçağlar Anadolu’sunda ve Orta Asya bozkırlarındaki göçebelerin kendilerine menzil, hız ve hareketlilik kazandıran çok sayıda atları vardı ve bu atlı göçebeler büyük kalabalıklar hâlinde bir araya geldiklerinde, kârlı bir hayat için otlaklara olduğu kadar yağmaya (veya vergiye) da dayanırlardı. Okçu süvari olan bu göçebelerin tercihan, en az 5 atları olurdu. Düşmanlarını yenebilmek için büyük sayılar hâlinde toplanmak, yeterli okçuya sahip olmak, uzunca bir süre savaşı sürdürebilmek için yeterli yedek at bulundurmak ve atlar için de yeterli miktarlarda otlak ve suya sahip olmak gerekirdi.
Pelekanon Savaşı’nın nasıl cereyan ettiğini özetleyen Lindner, ilk günün başlangıç çatışmalarını aktardıktan sonra, “Göçebelerin Bizans saflarını ok atışlarıyla bozacak veya onları ezip geçecek denli bir atlı insan gücüne sahip” olmadıklarını söylüyor. Bizanslılar da, kısmen Orhan’ın derelere yerleştirdiği ve cenahlardan kendilerini taciz eden yaya okçulardan dolayı kazandıklarını düşündükleri zaferi sonuca ulaştıramamışlar. Pazarlu Bey ile yapılan çarpışmadan sonra, Bizanslılar yine ilerlemiş, Osmanlılar yine tepelere çekilmiş ve gün sona ermiş… Sonrası, malum, Osmanlıların takibi, imparatorun yaralanması, kargaşa…
Lindner, Pelekanon’un bir Osmanlı zaferi olmaktansa bir Bizans yenilgisi olduğunu söylüyor. Savaş alanı Bizanslılarda kalmış, eğer Andronikos’un yarasıyla ilgili söylentiler, Bizans artçısının disiplinsizliği ve Filokrene önündeki askerlerin paniği olmasaymış vuruşma, Andronikos açısından bir taktik zafer olarak görülebilirmiş ama tabii ki stratejik olarak ne Kocaeli Yarımadasını göçebelerden temizleyebilmiş ne de İznik’e yardım edebilmiş. Belki de, Osmanlılar kesin bir zafer kazanmadığı içindir ki Osmanlı tarihî hafızasında bu vuruşmaya bir yer ayrılmamış.
Lindner’in bu ilginç görüşlerinin devamına da bakacak ve Pelekanon’daki “Osmanlı başarısızlığını” ne gibi bir teorik temele oturtarak açıklamaya çalıştığını göreceğiz ama hemen not edeyim ki bir Osmanlı zaferi olduğu konusunda kimsenin şüphe duymadığı Bapheus savaşı da Osmanlı tarihî hafızasında kendine bir yer bulabilmiş değildir. Evet, Bapheus ve Pelekanon savaşlarıyla çağdaş herhangi bir Osmanlı kaynağına sahip değiliz ama Osmanlı ve Bizans kaynakları arasındaki bu irtibatsızlığın nedenini salt bununla açıklamak da yeterli olmaz. Ayrıca, Pelekanon’da söz konusu olan disiplinsizlik sadece Bizans artçısıyla sınırlı değildir, günün sonunda Bizanslıların çok ciddî bir yenilgi aldıkları, savaş alanında ve ordugâhta düzenli bir Bizans birliğinin kalmadığı, askerlerin dağınık olarak çeşitli kalelere sığındıkları Kantakouzenos’un anlatımından bile anlaşılıyor.
Velhasıl, Lindner’in nereye bakıp da bir taktik zafer unsuru görebildiğini doğrusu anlayamıyorum ama devam edelim. Ona göre Osmanlı göçebe taktikleri okçu süvarilerin Bizans ordusuna defalarca hücum etmelerini gerektirmekteydi. Okçular, oklarını attıktan sonra düşmana çok yaklaşmayacak, bunun yerine hızla çekilerek Bizanslıları saflarını bozmaya teşvik edecekti. Doğru tabii ki ama Lindner’in şu ifadelerine hiç katılmıyorum:
“Pelekanon’da, günün büyük kısmında, Bizanslılar saflarını bozmadı. Böylece Osmanlılar hedeflerinde büyük bir başarı kazanmaksızın okçularını pek çok defa ileri gönderdiler. Gerçekte, göçebe taktik planı Pelekanon’da başarısız olmuştur.”
Lindner daha sonra, Moğol tecrübesine bakarak ne olduğunu veya olmadığını anlayabileceğimizi söylüyor. Birincisi Osmanlılar nispeten az sayıda okçu göndererek Bizans hattına saldırmışlar. Bunların okları Bizans savunmasına pek az zarar verebilmiş. İkincisi, okçular dalgalar hâlinde saldırmamışlar, her seferinde Bizanslılara toparlanacak vakit kalıyormuş. Üçüncüsü Osmanlı askerlerinin toplam sayısı Bizans askerlerinden çok fazla değilmiş. Dördüncüsü, Osmanlı tarafındaki yaya okçulara ve savaşın ikinci günü Bizanslıların atlarını aramalarına bakılacak olursa Osmanlıların, Bizanslılara hızla saldırabilmek için yeterli sayıda dinç yedek ata sahip olmadıkları söylenebilirmiş.
Lindner, okuru, savaşın dağınık da olsa sıcak bir günün büyük bölümü boyunca sürdüğünü düşünmeye davet ediyor ve Pelekanon’dan neredeyse bir kuşak önce bir Moğol okçusunun ancak 45 dakika boyunca savaşabildiğini ve bu süre zarfında üç ila dört defa at değiştirmek zorunda olduğunu not ediyor. Zaten bütün saldırı bir buçuk saatten daha fazla sürmezmiş. Osmanlıların böyle bir saldırıyı devam ettirebilmeye yetecek kadar adamı ve atı bulunmuyormuş. Dahası, Osmanlıların at sayısında gerekli üstünlüğü sağlayabilmek için yeterli kaynaklara sahip olup olmadıklarını düşünmeli imiş. Bozkır midillisinin suya ve ota ihtiyacı varmış ve Osmanlı göçebeleri eğer standartlara uymak istiyorsa her kişi için en az beş at bulundurmalıymış. Her ata günde 5 galon (yaklaşık 19 litre) su gerektiği ve Orhan’ın 1500 süvarisi bulunduğu ve her birinin 5 at getirdiği düşünülürse Pelekanon’a bakan tepelerde bu kadar su bulunabilir miymiş? Lindner, kendisinin bulamadığını söylüyor. Eğer daha az at olursa o zaman da ikindiye doğru bunlar yorgunluktan işe yaramaz bir hâle gelirmiş.
Lindner, bir bozkır göçebesinin hayatını başarıyla sürdürebilmesi için beş ata ve yirmi ata denk gelen 100 koyuna yetecek kadar bir otlağa ihtiyacı olduğunu kaydediyor. Bir at içinse günde 9 pound yani 4 kilogramdan biraz fazla ot gerektiğini söylüyor ve Orhan’ın sadece, her biri beş atlı 300 süvarisi için günde 13,500 pound (6,123 kg) ot gerekeceği hesabını yapıyor. Orhan’ın süvarileri çok daha fazla olduğu için bu rakamın çok daha büyük olacağı gözlemini yapan Lindner, bölgenin, nasıl olup da savaşın kaderini değiştirecek sayıdaki ata otlak ve su sağlayabileceğini sorguluyor. Lindner, okçu saldırılarının, okçuların ve yedek atların sayılarının, aceleyle toplanmış ve çok da iyi eğitilmemiş bir Bizans kuvvetini yerinden oynatmaya yetmediğini kaynakların gösterdiği kanaatindedir. Ona göre Pelekanon’da, bozkır taktiklerinin sınırlarını görürüz: “Osmanlı göçebe gücü otlakların kısıtlı olduğu ve tarımsal yerleşimlerin bulunduğu yerlerde askerî sefer gereklilikleri için yetersiz kalmaktaydı”. Dolayısıyla, Osmanlı kaynaklarının yaya birliklerinin Orhan zamanında kurulmaya başlandığını söylemesi şaşırtıcı değildir ve askerî düşüncelerinin yerleşikleşmeye başladığını gösterir. Göçebe usulü savaş Pelekanon’da yenilgiye uğramıştır ve Osmanlıların gelecekte güce doğru yürüyüşünü yaya yapacaktır.
Evvela, Pelekanon’da göçebe taktiklerinin başarısız olduğunu gösteren hiçbir veriye sahip değiliz. Bizans ordusunun önemli bir kısmını taarruza çeken, sonunda da Büyük Domestikos’u ve imparatorun kendisini bile safların içinden çıkmaya ikna eden son derece başarılı vur kaç taktikleri var. Üstelik daha sonra da aynı taktiklerin kullanıldığı çok sayıda savaş oldu. Pelekanon’dan sonra yayanın öne çıktığı bir hipotezden ibarettir, tartışılmalıdır ama Feridun Emecen’in dikkat çektiği gibi, savaşlarda yayanın giderek ağır basmaya başlaması şeklinde bir dönüşüm olsa bile, bu dönüşümün “ilk habercisi Lindner’in belirttiği gibi bu savaşın sonrası değil, bizatihi kendisi olmuştur.” Dikkat edilirse Orhan’ın ordusunda zaten yaya askerler var…
Lindner’in tezlerini fazlasıyla teorik bir noktadan ortaya attığı görülüyor. Yaptığı tuhaf hesaplamalar sonucu Osmanlıların sahada fazla kalamayacağını keşfediyor ve göçebe savaş taktiklerinden vazgeçilmesini, Bithynia’da göçebe dinamiklerinin işlememesine hamlediyor! Bunu yaparken de olguları hiç dikkate almıyor. Sanki Orhan, ikinci günün ilk saatlerine kadar tepelerdeki hâkim pozisyonunda kalamamış da otlak ve su sıkıntısından ordusunu dağıtmış gibi… Sanki Bizans ordusu savaşın ilk günü akşamında ordugâhlarına doğru çekilmeye başlamamış, çekilirken vur kaç taktiklerinin tuzağına düşmemiş ve sonunda dağılmamış gibi... Anlaşıldı, devam edeceğiz.