Sultan II. Murad sadece Türkçe kitaplar yazılmasını ve çeviriler yapılmasını teşvik etmekle kalmamış, yazarların açık ve anlaşılır bir Türkçe ile yazmasını da istemiştir.
“Osmanlıca” dendiğinde, sadece divan şairleri ve münşilerin kullandıkları edebî dili değil, daha kapsayıcı bakarak, Osmanlı döneminde üretilmiş Türkçe metinlerin hepsini birden dikkate almak gerektiğini düşünüyorum. Hangi metnin hangi yalınlıkta veya karmaşıklıkta yazıldığı veya ne ölçüde yabancı dillerden alınma ödünç kelimeler içerdiği muhakkak ki tartışılabilir ama aynı dönemde, aynı dille yazılmış metinleri, “Bu Osmanlıcadır, bu Türkçedir” gibisinden bir tasnife tabi tutmanın üstesinden gelinemez. Bu yola girersek, aynı yazarın aynı metninin bir kısmı için “Osmanlıca” başka bir kısmı için “Türkçe” nitelemeleri yapmak durumunda bile kalabiliriz. Tabii ki daha doğru bir kullanım, bir metnin sadelik derecesini dikkate almaksızın, epeydir yerleşmeye başladığı gibi “Osmanlı Türkçesi” demek olacaktır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, Osmanlı hanedanı ve yönetici sınıfına ideolojik karşıtlık içinde geliştirilen bir söylemde ise, “Osmanlıca” denince, Türkçe olmaktan çıkmış yapma bir dil anlaşılıyor ve bu “halk Türkçesi” denilen başka bir dilin karşısında konumlandırılıyordu. Sadri Maksudi’nin (Aral) “Osmanlı devrinden kalma yazı dilini düzeltmek, yabancı sözlerden ayırtlamak ve öz türkçe söz köklerinden edebî ve ilmî bir dil yaratmak gerekliliğini ispat etmek” amacıyla 1930’da yazdığı Türk Dili İçin adındaki kitabında, bu tür görüşleri gayet köşeli bir şekilde ifade edilmiş olarak görebiliyoruz.
SULTAN II. MURAD
Sadri Maksudi, geçmişteki ihmaller sonucunda, “Osmanlı devrinde Türkün tahrir lisanı arapça, acemce ve türkçe kelimelerin gayri tabiî karışmasından doğan halitavî bir lisan oldu, bu üç lisanın gayri meşru münasebetlerinden doğmuş bir melez, bir azma mahsul oldu. Arapça, farisîce ve bir az da türkçe sözler karışık, bu dil macunu, Osmanlı devletinin resmî lisanı oldu” diyor. Daha sade bir “halkçı edebiyatın” varlığını da kabul ediyor ama bu hiç “hâkim edebiyat” olamamış. “Bütün Saray için yazan, şairler, müverrihler”, “Acem edebiyatının taklidi olan Saray edebiyatı” üslûbuyla yazarmış ve “yüksek münevver tabakalar” da bu edebiyata meftun imiş. Maksudi’nin hükmü kesindir: “Bu üslûbu evvelâ şairler kullanmağa başladı, sonra nesirciler taklit etti. Nihayet bu dil resmî, edebî ve ilmî dil oldu”.
Sadri Maksudi’nin sadeleştirme üzerindeki görüşleri ayrıca irdelenmeye değer ve bağımsız bir yazı konusudur. Burada vurgulamak istediğim nokta ise, bu yukarıda ana hatlarını vermeye çalıştığım vaziyete gelinmesine neden olan “Bu garip ve teessüflü ihmal”den Sadri Maksudi’nin âlimleri ve doğrudan Osmanlı sultanlarını sorumlu tutmasıdır. Ona göre geçmişteki âlimler ve sultanlar Türkçeye karşı görevlerini hiç yapmamıştı:
“Osmanlı devrinin evvelki asırlarında, halk dilini edebî bir dil derecesine çıkarmak düşüncesi bazı şairlerin zihninde anî tecelliler gösterdi isede, Türk dilinden Arap lisanı gibi işlenmiş bir ilim dili yaratmak fikri hiçbir alimin, hiçbir sultanın aklına gelmedi.”
Başka toplumlardan örnekler sayarak, “Osmanlı devrinde Türkler arasında” ne “millî dilden bir ilmî lisan yaratmak uğurunda şuurla çalışan alimler zuhur etti, ne de Romalıların Ogüstü, Arapların Memunu, Rusların büyük Petrosu, Katerinası, gibi millî dili himaye eden sultanlar zuhur etti” diyor. Şu ifadeleri de çok tipiktir:
“Hatta Osmanlı hanedanı devrinde Türk dili büsbütün metruk olmak tehlikesine maruz oldu; fakat hâkim zümrelerin Türk dilini ihmaline, istihfafına, kaba bir dil saymasına rağmen Türk dili yaşadı, Türk dili metruk olmaktan kurtuldu. Bu kurtuluşunu Türk dili, kendi kuvvet ve vasıflarına borçludur.”
Osmanlı veya değil, siyasî bir ideoloji olarak milliyetçiliğin ortaya çıkışından önceki dönemlerde âlimler ve hükümdarların bu modern ideolojinin talepleri uyarınca ne kadar “millî dil” politikaları geliştirebilecekleri ve uygulayabilecekleri gibi sıkıntılı bir konuyu öteleyerek söylüyorum, yani âlimler ve sultanların ihmalleri sonucunda Türkçe, Osmanlı döneminde az kalsın bütünüyle terk olunuyormuş! Bir süredir Türkçenin, Anadolu’da yazı dili oluş süreci hakkında yazıyorum. Pek çok kişi gibi mevcut tarihsel veriler ışığında, benim düşüncem de hiç bu yolda değil. Birkaç örnekle açıklamaya çalışayım.
II. Murad (1421-1451) döneminin her anlamıyla bir Türkçe edebiyat patlamasına tanık olduğu iyi bilinir. Padişah, sadece, hemen her konudaki metinlerin Türkçeye çevrilmelerini teşvik etmekle kalmıyor, çevirilerin dilinin de açık olmasını istiyordu. Kabus-nâme’nin yeniden Türkçeye çevrilmesi işini, “Bir kişi Türkîye terceme etmiş veli ruşen degül, açuk söylememiş” diyerek Mercimek Ahmed’e ısmarladığına değinmiştim. Demek ki yalın veya ağdalı bir üslûpla yazmak gibi tercihler daha o dönemde de Osmanlı yazın hayatında mevcutmuş.
II. Murad’ın emriyle Türkçeye çevrilen bir başka eser Arap tarihçi İbn Kesîr’in Tarih’idir. 14. Yüzyılda yazılan ve El-Bidâye ve’n-Nihâye fi’t-Târih adında bir genel tarih olan bu eseri çeviren, II. Murad’a başka eserler de sunan Şirvanlı Mahmud b. Muhammed adlı yazardır. Mahmud, kitabı çevirme gerekçesini şöyle anlatıyor:
“Egerçi bu kitabun letâifi padişah ‘Azze nasruhu hazretinün zamir-i münirine ve hâtır-ı müstenirine mahfi degül-idi. Lâkin merhamet-i ‘âmmesinden ve şefakat-i şâmilesinden emr itdi kim Türkî diline tercüme oluna; ta fayidesi ‘âmme-i müslimine ‘âm ve âidesi kâffe-i müminine tam ola. Pes emr-i şerife imtisâl idüp mümkin oldukça ahzar-ı ibarat-ıla tercüme olundı.”
Yani, bu kitabın hoş sözleri Murad’ın aydınlık gönlüne gizli değilmiş ama merhamet ve şefkatinin çokluğundan dolayı Türkçeye çevrilmesini emretmiş ki bütün Müslümanlara faydası dokunsun ve bütün inananlara kazanç olsun.
Çevirinin genel diliyse bu önsözün dilinden çok daha sadedir. İbn Kesîr tercümesini yayına hazırlayan Sayın Muhammed Yelten bu noktaya dikkat çekerek, Mahmud’un, padişahın emrine uyarak metni çevirdiğini söylemesi hakkında, “Yaptığımız araştırmalarda ‘ahzar-ı ibarat’ terkibindeki ‘ahzar’ kelimesinin ‘yeşil’ manasının dışında, ‘anlaşılması kolay olan, akla geldiği gibi söylenen’ manalarına da geldiğini tespit ettik” gözleminde bulunmaktadır.
Gerçekten de Mahmud, orijinal metinde geçen ayet ve hadisleri bile gayet anlaşılır bir şekilde çevirmiştir. Mesela En‘âm suresinin 97. Ayetinden alıntı yaptıktan sonra, “Yani ol Allah’dur kim sizün içün yılduzlar yaratdı kim anun-ıla karanulukda yol bulasız” diye Türkçesini veriyor. Bu da karşılaştırma için Elmalılı mealinden: “Kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye yıldızları sizin için yaratan O’dur”… Yeri gelmişken, Türkçe metinlerin girişlerinde ağır bir dille çeşitli inşa sanatları gösteren yazarların, metin içinde çok daha anlaşılır bir dille yazmalarının çok rastlanan bir olgu olduğunu not etmiş olalım. Herhâlde, “güzel yazı” diline ne denli hâkim olduklarını, dolayısıyla entelektüelliklerini kendi çevrelerine göstermeyi bir miktar gerekli görüyorlardı.
Yine aynı şekilde II. Murad’ın emriyle veya yönlendirmesiyle Türkçeye çeviri yapanlardan biri de Muînüddin b. Mustafa / Muînî adlı şairdir. Mevlana’nın Mesnevî’sinin, Mesnevî-i Muradiyye adıyla 1436’da Türkçeye yapılan ilk çevirisi onundur (Bkz., Kemal Yavuz yayını). “Ekmeliyyet niyyetin dutdı sıfat / Cehl gitdi kâmil oldı mârifet” diyerek II. Murad döneminin entelektüel yönelimlerini öven şair, Mesnevî’yi neden Türkçeye çevirdiğini de şöyle gerekçelendiriyor:
“Kavmine kendü lisânıyla nüzûl
Eyledi küllî nebî vü hem resul
Biz de Türkî dil ile şerh eyledük
Kavmümüze dilleriyle söyledük
Mesnevî kim mânî-i mutlak-durur
Her ne kim varsa içinde hak-durur
Diledük Türkî lisân-ıla beyân
Olına mâfâza an-ayni’l-ayân
Hâs u âm andan ideler menfaat
Tola nûrı âleme güneş-sıfat
Türkî vü Çinî Acem yâ ger Arab
Cümlesinden kasd olan tevhîd-i Rab”
Âşık Paşa’dan beri tanıdık fikirler değil mi?
II. Murad dönemine ait son bir örneği de siyaset-nâme literatüründen vereyim. Anadolulu Hanefi bir kadı olan Kâsım b. Mahmûd Karahisarî, II. Murad’ın saltanatının başlarında, bir ihtimal 1422’de, İranlı sufi Necmeddîn-i Dâye’nin Mirsâdü’l-‘İbâd adlı eserinin daha önceden Türkçeye çevirmiş olduğu beşinci bölümünü II. Murad’a ithaf eder. Padişahın görevleri ve toplumdaki çeşitli kesimler üzerine olan bu kısım kendi içinde sekiz bölümden oluşmaktadır. Kâsım b. Mahmud çevirisine padişahın adından mülhem olarak İrşâdü’l-Mürîd ile’l-Murâd fî Tercemeti Mirsâdü’l-‘İbâd adını vermiştir. (İlk üç bölümü için bkz., Şefaettin Severcan yayını, sekiz bölümün tamamı için de bkz., Özgür Kavak yayını).
Kâsım b. Mahmud eserini tarikat yoluna girip hakikate ulaşmak isteyen müritler için çevirdiğini söylüyor. Bu kişiler için çok kitaplar yazılmış ama kimileri Arap, kimileri Fars dilindeymiş. Şöyle diyor:
“Amma ol talibler ki ‘Arabiyetde râcil ve ‘Acemiyetde kâsırdur ol kitâblarun istifadesinden <kendüler> bî-haber olup me‘ânisine muttali‘ olmazlar meğer ki bir kimseden istimâ‘ ideler, pes ol vakt fâide dutalar. Lâ-cerem böyle olıcak bu za‘if ü fakir (…) diledi ki bu iki dilden bî-haber olan tâliblere dahı anlarun kelâmında bî-nasib kalmayalar…”
Fakat Kâsım’ın istediği gibi Türkçe bir kitap bulunmadığı ve kendisinin de bağımsız bir kitap yazacak kudreti olmadığı için Mirsâdü’l-‘İbâd’ı çevirmiş:
“Ve hem kendünün ol kadar mâyesi ve sermâyesi yoğidi ki müstakil bir kitâb telif idüp sülûki anda beyân eyleyeydi. Lâ-cerem böyle olıcak maslahat gördi kim meşâyih kitâblarından birin Türkîye tercüme eyleye.”
E, bu da Âşık Paşa’dan beri sıklıkla kullanılan bir formül. Eğer Türkçeden başka dil bilmeyenler birtakım eserlere ulaşamıyorsa, o eserleri Türkçe olarak onlara ulaştırmalıdır.
Tercümesini bir mücevher olarak gören Kâsım ona uygun bir yuva aramaya çıkar. Hangi padişahın hazinesi bu inciye kabuk / sedef olacaktır ki oraya armağan etsin diye düşünür. Şükür, çok uzaklara gitmeye gerek kalmaz. Kitabı için II. Murad’ın “hazinesinden özge bir emin yer” bulamaz. Kitabın aslının yazarı Necmeddîn-i Dâye nasıl ki eserini Alaeddin Keykubat’ın hazinesine lâyık görüp oraya armağan etmiştir, Kâsım da, başka kadirşinas sarraflar olmadığı için eserini “Şah Murad hazinesine lâyık görüp” Murad’a götürür ki tüm istedikleri gerçekleşsin.
Özgür Kavak’ın vurguladığı üzere, “Tercümede kullanılan dil ise yalındır, Farsça ve Arapça kelimeler kullanılmış olmakla birlikte bu dillere ait kelimelerden müteşekkil uzun terkiplerin sayısı son derece azdır.” Bu noktayı göstermek için Necmeddîn-i Dâye / Kâsım’dan toplumsal düzen anlayışı ve padişahın görevleriyle ilgili iki alıntı yaparak bitireyim:
“Ve bir dahı pâdişâh çoban gibidür pes vâcib budur ki çoban koyun <sürüsinü> saklaya, kurdun şerrinden def‘ ide. Ve eğer sürüde baz‘ı boynuzlu koç olsa ve baz‘ı koyun boynuzsuz, boynuzlusı dilese ki ana hayf idüp te‘addî kıla pes anı komaya ki ana zulm ide belki def‘ ide.”
Altı yüz yıl sonra da anlamayacak bir şey yok değil mi? Üstelik Kâsım, “İmdi İslâm sürisinün kurdı kâfirlerdir” diyerek açıklıyor da. Padişah ve adamlarına “aş ve ekmek”, onların kötülüğünü Müslümanlar üzerinden gidermekle helal olurmuş. Zulmeden boynuzlu koçlara gelince onlar da toplumdaki zalimlermiş. Kâsım, kimler olduklarını da söylüyor: “[B]egler leşkerinden ve ehl-i menâsıbdan ve nâiblerden ve kadılardan kuvvetine göre ve âletine göre her biri <ra‘iyyetden> bir miskini esir idüp zahmet virür.”