Başlıktaki soruya, Cumhuriyet Türkiye’sinde başından beri öğretildiği ve bugün bazılarının çok daha keskin ve o oranda da karikatürleşmiş bir dogmatiklikle inanmaya devam ettiği gibi “Hayır, yoktu” cevabını verirseniz ne âlâ. Hiç değilse bir kısım akademisyenin ve ahalinin öfkesini çekmezsiniz. Yok, benim gibi, “Vardı” deyip hangi koşullar altında ne olduğunu anlatmaya çalışırsanız işin rengi değişir.
12 ve 17 Kasım 2019 tarihlerinde Fatih Altaylı’nın Teke Tek programına konuk oldum. Muhakkak görüyorsunuzdur, bu sayfada televizyon veya diğer vasatlardaki faaliyetlerimi hemen hiç konu edinmem. Paylaştığım araştırma sonuçlarımın ve görüşlerimin “faydasız ilim” olduğu hükmüyle bazılarını Allah’a sığınmaya icbar ettiğini de görüyorum ama terazinin diğer kefesinin hâlâ çok daha ağır bastığını gösteren emareler var, ben de devam ediyorum. Uzatmayayım, bu sayfanın, gündelik tartışmalardansa yazarının merakıyla ve okurlarının ilgisiyle belirlenen kendine has bir tarih içeriği var ve öyle olmasına da özen gösteriyorum.
Şimdiki istisnanın sebebi ise, hem katıldığım aktüel tartışmanın özünde tarih konulu olması ama ondan da öte, şu paylaştığımız tuhaf çağdaki pek çok diğer toplum gibi fazlasıyla polarize olmuş bir görüntü veren kendi toplumumuzda, mesleğini icra etmeye çalışan bir tarihçi olarak karşılaştığım tepkiler. Sahi, çok da uzun olmayan bir süre önce akla kolay gelir şey miydi ki, Osmanlı İmparatorluğu’nda sanayinin varlığı- yokluğu üzerine bir tartışma veya Osmanlı’nın bir sanayii olabileceği fikri, fikri bırakın ihtimali, bir bölük insan açısından bu denli “incitici” olsun da dengelerini ve terbiyelerini bozmalarına sebep olsun?
Tabii ki benim bulunmadığım çeşitli sosyal medya vasatlarındaki kişilerin yüksek oranda amiyane ifade, şahsî hakaret, hatta küfür içeren yorumlarını tek tek ele almayacağım. İçlerinde hızını alamayıp, beni öldürmek istediğinden dem vuran bir “nâ-şahıs”, bir takma ad bile bulunuyor. Dünya da tersine döndü. Hele bir lâf etmeye görün, kamunun önüne gerçek adlarıyla çıkan şahısların kendilerini savunmalarını yadırgayanlar, avatarlarını veya lâkaplarını savunmak için ateşpâre kesiliyorlar! Neyse, kısaca söylersem, “Cumhuriyet düşmanı” imişim, tabii ki cahilmişim, nasıl oluyormuş da çalıştığım üniversite beni istihdam ediyormuş, etmeyeymiş. Cezalandırılmamı, atılmamı istiyorlar ama kötücüllükten değil alicenaplıklarından; meğerse öğrencilerime çok üzülüyorlarmış… Meselenin özüne daha çok temas eden hususlar da pek farklı değil, Osmanlı’nın asla bir sanayii olamazmış. Hiçbirinin aklına yatmamış. Un fabrikasını, buharlı değirmeni, kiremit fabrikasını, fes fabrikasını, çuha fabrikasını beğenmeyen de var, Zeytinburnu demir fabrikasında Osmanlı’nın çelik top namlusu dökmesini, kendi yaptığı geriden dolmalı topları savaşta kullanmasını, Tophane-i Amire’yi, Tüfenkhane-i Amire’yi, Tersaneyi beğenmeyen de. İşte tam bu noktada, erken Cumhuriyet döneminin propagandasını da aşan bir şeyler var, ilginç bir sosyolojik vakıa, belki daha sonra görürüz.
Programın, daha doğrusu programların da sanırım burada uzun uzun üzerinden gidemem. Şimdilik elektronik ortamda mevcut bulunuyorlar, isteyen bütün olarak izleyebilir. İlkinde benden başka Yusuf Halaçoğlu ve Halit Kakınç vardı. İkincisinde ise Kakınç katılamadığı için yerine Vahdettin Engin geldi. Fatih Altaylı’nın programları düzenlemekteki amacı, Sayın Cumhurbaşkanı’nın kısa bir süre önce, Osmanlıdaki okuryazarlık oranları ve savunma sanayiinin mevcudiyeti hakkındaki sözlerini tartışmaktı. Altaylı orada gündeme getirmedi ama Sayın Cumhurbaşkanı’nın sözlerinin, Sayın Anamuhalefet Partisi Başkanı’nın fasılalı ama tutarlı bir şekilde dile getirdiği bazı görüşlere cevaben söylendiği de kolaylıkla tahmin edilebilir. Başka ülkelerde de olduğu üzere, siyasîler ara ara tarihî konuları tartışır, güzel. Yalnız, televizyonda da söyledim, ben düşüncelerimi herhangi bir siyasî konuma göre şekillendirmem. Mevcut siyasî tartışmalardan bağımsız, tarihçi olarak, bildiğimi söylerim.
İlk programın yarısına doğru söz bana değdi. “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kopuş mu devamlılık mı?” ve “Cumhuriyet’e neler miras kaldı?” temaları üzerinde konuşuluyordu. Altaylı, bu soruları tekrarlamaya gerek görmeksizin “Hakan Hocam buyurun” diyerek benim de görüşümü sordu. Tarihçilerin görevinin, hem olduğunda kopuşu tesbit etmek hem de devamlılığı göstermek olduğunu ve kestirmeden giderek hanedandan başka her şeyin erken cumhuriyete, Osmanlıdan kaldığını söyledim. Orada da örnekler verdim, ama “her şey” deyince bilmem ki artık saymaya gerek kalıyor mu? Danıştay, Yargıtay, Sayıştay, ilkokulundan üniversitesine kadar okullar, ordu, parlamento, siyasî partiler, itfaiye, posta, jandarma ve polis teşkilâtları, kanunlar, spor kulüpleri, Kızılay, Yeşilay, Ziraat Bankası, gazeteler, Osmanlının borcu, Osmanlının bayrağı… Konumuz açısından önemli, pek çok da sanayi tesisi. Ayrıca, kalmayıp da ne olacaktı? Kısaca, Osmanlı’dan bir memleket kaldı. Neyin kalmadığı da aşikâr: Hanedan. O zaman, yıkılan ve ilga edilenin hanedan ve saltanat, devam edenin isim ve rejim değişikliğiyle memleket olduğu da açık değil mi? Kaldı ki, Osmanlı İmparatorluğu’nu Türkistan ve Türkiya / Türkiye olarak adlandırmak, hem de Osmanlılar arasında, daha imparatorluk döneminde bile bugün sanıldığından daha yaygındı. “Türkiye” adı Büyük Millet Meclisi’nin başına eklendiğinde hiç kimse, “Nereden çıktı bu isim?” dememişti. Dolayısıyla, belki biraz da ayıp olmuştur ama ne kaldı diye sormanın “çok abes bir tartışma” olduğunu da söyledim. Büyük Millet Meclisi’nin devam falan olmayıp, zamanında bu sayfada yazdığım gibi doğrudan bir Osmanlı meclisi olduğunu da söyledim. İlginçtir, bütün bu saydıklarım içinde tek itiraz hem oradakilerden hem de izleyicilerden, sanayie geldi.
Başka kapsamlı bir itiraz noktasının ise Osmanlının yıkılışı üzerine söylediklerimden kaynaklandığını düşünüyorum. Cumhuriyet tedrisatında bu konuların başından beri nasıl öğretildiğini (aslında hemen hiç öğretilmediğini) kafamın bir kıyıcığında tutarak, “Rönesans’ı, Reform’u [aslında Reformasyon], Askerî Devrim’i veya Sanayi Devrimi’ni ıskalamak ki onlar da hep tartışılır, yeni bilgiler ortaya çıkıyor, Osmanlı devletini ortadan kaldırmadı” dedim. Meşrutî bir monarşi olan Osmanlı devletini I. Dünya Savaşı’nın sonlandırdığını, Osmanlı devletinin I. Viyana’dan sonra sürekli çökerek bir gün de yıkılması gibi bir olgunun olmadığını, I. Dünya Savaşı’nın, Viyana’nın galiplerini de, Hapsburgları da, Romanofları da yıktığını, Hohenzollernleri de ortadan kaldırdığını, savaşın dönüştürücü etkilerinin iyi etüt edilmesi gerektiğini söyledim. Altaylı, hak vererek, “Onlar gidip Osmanlı kalır mıydı?” diye sordu ben de kısaca “O hâliyle kalmazdı, dönüşürdü” cevabını verdim. Aslında olan da bundan başka bir şey değildir. Bu meyanda, Osmanlı hanedanını kaldırmanın siyasî bir tercih olduğunu, Millî Mücadele’nin başında böyle bir hedef olmadığını da belirttim.
Malum, Türkiye’de bir yaklaşım, şu yukarıda Rönesans ile başlayanların mutlaka geçilmesi gereken merhaleler olduğu, Osmanlı gibi geç[e]meyenlerin de bu dünyada tutunamadığı, giderek zayıfladığı, çöküşe başladığı ve bir gün de çöktüğü görüşündedir. Bazen, araya Bilim Devrimi de katılır, böyle bir modernleşme güzergâhı çizilir. Osmanlı modernleşemediği için ortadan kalkmıştır. Bu düşünce çizgisinin bir faydası ise, Osmanlının kimse tarafından ortadan kaldırılmadığı, kendi kendine tarih sahnesinden silindiği görüşüne imkân tanımasıdır. Söylenecek çok şey var. Rönesans (İtalyan Rönesans’ı), Akdeniz- Karadeniz ticaretiyle zenginleşen Kuzey İtalya kentlerinde ortaya çıkan, sanatta ve bir ölçüde beşerî bilimlerde bir akımdı. İtalya’nın güneyine bile etkisi çok sınırlıydı. Peter Burke’ün ikna edici bir şekilde tartıştığı gibi Ortaçağların bir olgusuydu. Kaldı ki Avrupalı pek çok ülkenin Rönesans’la ilintisi, Fatih devri Osmanlı’sından daha fazla değildi.
Reformasyon derseniz, Katolik kilisesi içinde hem doktriner nitelikli, hem de kilisenin ve ruhban sınıfının örgütlenişiyle ilgili taleplerin bir kısım Hıristiyanlar nezdinde kabul görmesi sonucu Protestanlığın ortaya çıkmasına neden olan bir dinî hareket. Bizde az bilinir ama doktriner açıdan değilse de kilisenin örgütlenişiyle ilgili bir Katolik reformasyonu da vardır. Daha önemli olan ise Katolik kilisesinin Reformasyon karşıtı faaliyetleridir. Dünya Hıristiyanlarının çoğunluğunu oluşturan Katolikleri sınırlı etkileyen, Ortodoks Kilisesi’nin ve diğer kiliselerin hiç bulaşmadığı Reformasyon, nasıl olup da Budistlerin, Hinduların, Müslümanların modernleşme haritasında bir merhale oluyor? Diğer dinleri bırakın, Ortodoks Hıristiyanlar modernleşmedi mi?
Esasen, inanç ve ekonomik performans arasındaki ilişkiyi kurmak için yapılan en kapsamlı çaba Max Weber’e aittir. Çok eksik bir tarih bilgisiyle, kapitalizmin yükselişini (ama aslında ekonomik performans ve moderniteyi) Protestan çalışma ahlâkına bağlamış, kendi devrindeki konjonktürü yansıtır bir şekilde, Protestan Kuzey Avrupa ülkelerinin başarısını ve Katolik Güney Avrupa’nın başarısızlığını açıklamaya çalışmıştı. İnsan hassaten merak etmiyor değil, bugün sanayi ülkeleri olan Rusya, Çin, Japonya, Türkiye gibi çeşitli dinlere mensup ve hiçbiri Protestan olmayan ülkeleri görseydi tezini acaba gözden geçirme lüzumu duyar mıydı? Dünyanın birinci sanayi ekonomisi olan Çin, Protestanlığı bırakın, Weber’in anladığı şekilde kapitalist bile değil. Dolayısıyla, diyorum ki Bilim Devrimi, Askerî Devrim ve tabii ki Sanayi Devrimi’ni bir miktar ayrıştırsak bile modernleşme öyküleri anlatırken şu “Rönesans ve Reform” duraklarını güzergâhtan çıkarsak daha açıklayıcı ve daha az Avrupa-merkezci olmaz mı?
Konuya dönersem, Osmanlı sanayileşemediği, okullaşamadığı, modernleşemediği için aslında meşrutî monarşiden cumhuriyete geçiş ve tabii ki Arap vilayetlerini kaybediş diye özetleyebileceğimiz bir şekilde yıkılmadı. Televizyonda da vurguladım, böylesi illiyet ilişkilerini kurabilmek çok güçtür. I. Dünya Savaşı, Osmanlıya göre çok daha sanayileşmiş, modernleşmiş Hohenzollern Almanya’sını (imparatorluk rejimini) yıktı ama savaşa katılmayan veya “doğru” tarafta katılan sanayileşmemiş ve moderniteyle tanışıklığı çok daha kısıtlı olan pek çok ülkeye de hiç dokunmadı. Bundan daha can alıcı bir şey varsa, o da Osmanlının (aynen Çarlık Rusya’sı) gibi modernleşmediği için değil, modernleşirken yıkıldığı gerçeğidir. Tam öyle değil tabii ki ama sanayileşmeyi, modernleşmeyle özdeş görme gibi bir eğilimimiz var. Acaba, benim Osmanlı sanayii üzerine söylediklerim bu bağlamda mı bir sıkıntı yarattı? Öyle ya, şu yukarıda açıklamaya çalıştığım kurguya göre, Osmanlının sanayileşirken, modernleşirken yıkılmaması gerekmez miydi? Veya şöyle koyayım meseleyi; Osmanlı, sanayiinde muharrik herhangi bir güç kullanmadığı, büyük fabrikalarının hemen hiçbirini kurmadığı, devlet eliyle kamu parasını eğitime henüz harcamaya başlamadığı, okulların birkaç askerî okuldan ibaret olduğu 1820’lerin başında değil de bunların hepsinin mevcut olduğu 1920’lerin başında yıkılıyor, bunda bir garabet yok mu?
Aslında, her iki programda da çoğu tarihçinin bildiğinden daha öteye geçen pek bir şeyler söylemedim. Ne Osmanlının sanayileşmiş bir ülke olduğunu söyledim, ne de sanayiinin tam aksamıyla mevcudiyetinden bahsettim. Bilâkis, işin ucunun 19. Yüzyılda ucuz ve seri üretim yapan Avrupa sanayi ile rekabet edilememesinden dolayı kaçtığını, bu malların daha kaliteli değil, ucuz olduğu için piyasaları ele geçirdiğini, bir anlamda bugünkü Çin ürünleri gibi olduğunu söyledim. Vakanüvis Lûtfî Efendi’den, Avrupa sanayiinin Osmanlı ürünlerini nasıl taklit ederek Osmanlı pazarına girdiğine dair bir örnek verdim. Kakınç ile 19. Yüzyıl öncesi için bile anlaşamadık. Ben, 1500- 1800 yılları arasındaki diğer Erken Modern Dönem devletlerinde ne sanayi varsa Osmanlı’da da olduğunu söyledim, örnek olarak top döküldüğünü, gemi yapıldığını belirttim. O da “Yahu ne yapıyorsunuz, döktüğünüz toplar nereyi vuruyor?” şeklinde bir tepki verdi. Sadece, o dönem Osmanlı ateşli silahlar sanayiini çalışan Gabor Agoston’un, Osmanlı silahlarıyla Avrupa silahları arasında anlamlı bir fark göremediği yolundaki bulgusundan bahsettim.
Soru “Osmanlı’da sanayi var mıydı?” olunca akla gelenleri söylemezlik etmedim tabii ki. Osmanlı sanayi kollarını, işletmelerin adlarını, buhar kullanıp kullanmadıklarını, dahası Osmanlı sanayinden tasarım örneklerini, geliştirilen prototipleri söyledim. Osmanlıdan Cumhuriyet’e tabii ki bir sanayi mirası da kaldı. Bunu söylemenin, bunları konuşmanın benimle tartışanlarda neden bir infial yarattığını anlamış değilim. Halaçoğlu, “Batı’yla mukayese ettiğinizde Osmanlı devede kulak kalıyor. Boy ölçüşmek söz konusu değil” ve daha sonra da “Bunları ihraç ediyor muydu Osmanlı?” görüşlerini serdetti. Altaylı ise, herhalde “halkımız anlayabilsin” diye iki ayrı kez renkli çıkışlar yaptı. İlkinde “Osmanlı’da Wright kardeşler çıktı da uçak mı yapıldı, anlamadım ki!”, ikincisinde de “Bakın şuraya gidiyor, Newton, Osmanlı’dan çıkmıştı. Newton Osmanlıydı mı diyeceğiz?” dedi. Kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi bunları lafzen söylemediğim gibi uzaktan yakından çağrıştıracak bir şey de söylemedim.