Verilerin eksik ve bazen de şüpheyi davet edecek bir şekilde mükemmel olarak kaydedilmeleri ve seçici olarak derlenmiş bulunmaları gibi sebeplerden ötürü Osmanlı sanayiini nicelik boyutuyla çalışmanın güçlüklerine dair epey bir kelâm etmiş bulunuyoruz. Son olarak, 1925-1926 Devlet Salnamesi’nin teşviklerden yararlanan kuruluşların listesini vermesi hasebiyle Osmanlı’dan kalan sanayii varlığı hususunda bir fikir verebileceğini söylüyordum. Tanım gereği bu da kısıtlı bir liste olduğu ve ayrıca devlete ait olan kuruluşları dışarıda bıraktığı için bize sanayinin bütünü hakkında gözlemler yapma imkânı vermiyor. Yine de, 20. Yüzyılın başlarında, bugünkü Türkiye sınırları içinde sanayileşmenin özel sektörde hangi dallarda nasıl bir dağılım gösterdiğini görebiliriz.
Aslında, “Osmanlı sanayii” deyince neden bahsettiğimizi somutlaştırmak için kısaca saymakta fayda var: Çırçır, un, iplik, pamuklu, yünlü ve ipekli dokuma, çorap fabrikaları, makarna, buz, zeytinyağı, sabun, ıtriyat, tuğla ve kiremit, tarım makineleri ve aletleri, madeni eşya, ispirto üreten fabrikalar, demir dökümhaneleri, deri ve kösele, çimento ve su kireci fabrikaları… Devletin elindeki askerî fabrikalar ve silah fabrikalarını da eklersek tabii ki daha net bir resim elde ederiz.
İzlenim seviyesinde olacak ama dikkatimi çeken birkaç sanayi kuruluşundan da tek tek bahsedeyim. Mesela, Karesi’de (Balıkesir- Edremit) Soğanyemez Mahallesinde Ali Rıza ve ortağı Sezai Ömer [Madra] Beylerin yılda 600.000 kıyye zeytin işleyen ve 50 beygirgücünde bir buhar makinesi ile çalışan bir zeytinyağı fabrikası varmış. Burdur’da, Ilıca mevkiinde Çilzâde Fahreddin ve ortaklarının 12 beygirgücünde bir petrol motoruna sahip fabrikası yılda “asgarî 200.000 kiremit ve 2 milyon tuğla” üretiyormuş. Edirne idare-i hususiyesi tarafından çalıştırılan “imalât-ı haşebiye ve hadidiye” (ağaç ve demir eşya imalâtı) fabrikasının ürettikleri ayrıntılı bir şekilde verilmiş. Buna göre, bu fabrikada yılda 700 araba, 200 pulluk, 500 saban, 200 mısır makinesi, 200 tınaz makinesi, 60 metreküp kereste, 2.500 kilo döküm, 2.500 kilo muhtelif torna, freze tesviye işleriyle 5.100 kilogramlık demir işleri üretiliyormuş.
Bunların tarımda kullanılan araçlar ve aletler olduğu anlaşılıyor. İstinye Havuzları ve Destgâhları Osmanlı Anonim Şirketi ise faaliyet alanını “bilumum vapur ve gemi tamiratı ve kazan ve motor makinelerinin tamir ve müceddeden imâli” olarak gösterdiğine göre, tamirden daha öteye gittiğini düşünmek durumundayız. Bu bağlamda, 1913- 1915 sanayi sayımında İzmir’de içten yanmalı motorların üretildiğine dair bir kayıt olduğunu hatırlamakta da fayda var. Bu arada, bu sanayi kuruluşlarının hepsinin çok az bir güçle çevrildiği yolunda bir izlenim vermek istemem. Böyle bir genelleme yapılabilir ama ciddî güce sahip fabrikalar da göze çarpıyor. Mesela, Gebze, Eskihisar, İncirburnu mevkiindeki Eskihisar Çimento ve Su Kireci Osmanlı Anonim Şirketi’nin fabrikasında, yılda 40.000 ton çimento ve 25.000 ton su kireci üretmek için 204, 550 ve 1088 beygirgücünde üç buhar makinesi kullanılıyormuş. Yine Gebze- Darıca’da Taşliman mevkiindeki Arslan Osmanlı Anonim Şirketi’nin fabrikası da 900 ve 250 beygirgücündeki iki buhar makinesiyle yılda 30.000 ton çimento ve 12.000 ton su kireci üretiyormuş.
Vurgulanması gereken bir nokta ise 20.Yüzyılın başında ortaya çıkan bu görüntünün arkasında neredeyse yüzyıllık bir sanayileşme tecrübesi olduğu, Osmanlı’da modern anlamda sanayileşme girişimlerinin II. Mahmud ve Abdülmecid dönemlerine kadar geri gittiğidir. İlginçtir, bugün Osmanlı’da sanayi ve sanayileşme / sanayileşememe tartışmaları yapılırken işin bu boyutu yani erken Osmanlı sanayileşmesi büyük oranda göz ardı edilmektedir. Daha da ilginç olanı ise, Osmanlı sanayileşmesini yetersiz ve son kertede başarısız görse ve öyle gösterse de Erken Cumhuriyet’in bu konuda hiç olmazsa en temel gerçekleri kabul etme kapasitesi günümüzdeki bazı kişilerden daha yüksek görünüyor.
Mesela, 1931 tarihli Tarih IV kitabı, ülkede ilk fabrikanın açılmasının üzerinden neredeyse yüz yıl geçtiğini biliyordu. Bu meşhur ders kitabına göre, “Cümhuriyet idaresi”, Yeni Türkiye’nin bir an önce “sanayi sahasında tekâmülünü” istiyordu. Henüz cumhuriyet ilân edilmeden İzmir’deki Türkiye İktisat Kongresi’nde önemli kararlar alınmıştı. Yeni Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun çıkarıldığı 1927’ye kadar açılmış olan fabrikaların sayısı toplam 470 iken, o yıldan kitabın yayın tarihi olan 1931’e kadar bu sayı 1988 olmuştu. Sonrası şöyle:
“Bu iki rakamdan, Türkiyede son dört yıl içinde iki bine yakın yeni fabrika kurulmuş olduğu yani bir asra yakın zaman evel, ilk fabrikanın açıldığındanberi bütün Osmanlı İmparatorluğunda toplanan yekûnun (4) mislinden fazla nispette bir artış bulunduğu anlaşılır.”
İttihat ve Terakki hükûmetinin sanayi teşviklerini ve tabii ki diğer “Millî İktisat” politikalarını devam ettiren Cumhuriyet’in sanayileşmeye ciddî bir vurgu yaptığı ve bu konuda büyük gelişmeler yaşandığı hususunda herhangi bir kuşku olamaz. Fakat bendeniz, bu konunun bilinmesinde ve öğretilmesinde değil, erken Osmanlı sanayii ve sanayileşme çabalarının özellikle kamusal alanda hemen hiç bilinmemesinde bir sıkıntı görüyorum. Meselenin özü benim için budur. Osmanlı sanayileşme tarihinin daha alfabesinde tıkanırsak Cumhuriyet sanayiinin de nasıl bir temel ve birikim üzerinde yükseldiğini gözden kaçırırız. 1925’te Sanayi ve Maadin Bankası’nın kurulduğunu, onun uhdesindeki fabrikaların Sümerbank’a geçtiğini biliyoruz da bazıları günümüze kadar faaliyetlerini sürdüren o fabrikaların en önemlilerinin, Feshane’nin, Beykoz’un, Bakırköy’deki Basmahane’nin, Yıldız’ın ve Hereke’nin Osmanlı’dan devralındığını bilmeyelim mi? Bilirsek söylemeyelim mi? Acaba bunu söylemek bir kurguyu mu bozuyor? Yoksa Osmanlının yöneticileri öyle Sanayi Devrimi’nden bihaber olacak kadar derin bir rehavet içinde değil miydi? Sanayi Devrimi daha olurken kendi imalathanelerini buhar gücüyle çalışır hâle getirmeye mi başlamışlardı? Ağzımızdan yel alsın ama bu ülkede sanayileşme çabaları yoksa Tanzimat döneminde mi başlamıştı?
Tanzimat dönemi Osmanlı sanayileşmesi bu yazının kapsamını çok aşar hiç girmesem daha iyi ama birkaç şey söylemiş olayım. Mesela, Osmanlının buharlı gemilerle ilk tanışması herhâlde daha önceydi ama 1827’de bu gemilerden biri olan Swift satın alınarak Osmanlı hizmetine girdi ve bir rivayete göre Sürat, diğerine göre ise Sagir adını aldı. Osmanlı topraklarında gemiler için ilk buhar kazanının yapılması içinse farklı tarihler geçiyor. İzmir tersanesinde 1837’de bir kazan yapıldığı bilgisi de var ama Bernd Langensiepen ve Ahmet Güleryüz, ilk kazanın 1855’te Zeytinburnu Fabrikası’nda yapıldığını söylüyorlar. İşin güzeli Zeytinburnu Demir Fabrikası’ndan başka, aynı yerde 1855’te kurulmuş pamuklu emprime ve alaca bez üreten bir de tekstil fabrikası vardı. Her hâlükârda, Zeytinburnu Demir Fabrikası, Tersane, Tophane ve Tüfekhane gibi tesislere Osmanlı’nın ağır sanayii gözüyle bakabiliriz.
Önder Küçükerman, “Zeytinburnu fabrikasında yapılan fırınlarda çelik namlular dökülmesi başarılmış, bunlar top fabrikalarında mükemmel hâle konmuştu” diyor ve Tophane ve Tüfekhane’nin ikisinde de 120 beygir gücünde birer buhar makinesi olduğunu kaydediyor. Tabii bir de Samoko’daki demir fabrikası var… 1835’te ordunun fes ihtiyacını karşılamak için kurulan Feshane kısa bir süre sonra buhara geçmişti ve 19.Yüzyılın ortalarında yılda 400.000 fes ve 30.000 metre çuha üretiyordu. Bu arada, İslimye ve İzmit’te de yine devlete ait büyük çuha fabrikaları olduğunu not edelim. Kökeni 1810’larda özel bir şahıstan satın alınan tabakhaneye giden Beykoz Fabrikası ise 1842’de buhara geçti. 1912’de de 90 beygirlik iki dizel motoru ve yeni buhar kazanlarının gelmesiyle günde birkaç yüz civarında olan kundura üretimi 1.000 çifte çıktı…
Osmanlı sanayii konusunda söylenecek daha çok şey var. Doğrudan alakalı olmasına rağmen, sermaye birikimi ve sanayiinin finansmanı, kredi gibi konulara hiç dokunmadım bile. Yalnız bir konu var ki değinmeden geçemeyeceğim. Bu Osmanlı sanayiinde yeni hiçbir şey yapılmaz, bazı önemli ürünlerin modelleri ve prototipleri Osmanlı fabrikalarında geliştirilmez ve üretilmez miydi acaba? Maalesef bu konuda yapılmış çalışmalar çok mahduttur. Bazen kaynaklarda geçen bir ürün fizikî olarak ortada olmadığı için bir hükümde bulunmak imkânsız oluyor. Mesela, 1862’deki 2. Londra Sergisi’ne Şam’dan Bayezid Efendi “imalâtta kullanılan makine” diye tarif edilen bir makine ile katılmış. Ne makinesi olduğu bile belli değil. S. Balyan adlı İstanbullu bir Osmanlı tebaası da bir “lokomotif” göndermiş. Bir gün, bir yerde bir izi karşımıza çıkıncaya kadar bunun da neye benzediğini bilemeyeceğiz sanırım.
Müzelerimizde bazı Osmanlı sanayi ürünlerinin fizikî olarak mevcut olduğu hâllerde ise çok şanslıyız. Ola ki bugünün ilgisizliği yarının araştırmacılarında gerçek bir meraka dönüşür, her biri hakkında ayrıntılı çalışmalar yapılır da karanlık biraz kalkar. Geçen yazımın görseli olarak Askeri Müze’de bulunan geriden dolmalı ve çok atışlı bir revolver topun fotoğrafını verdim. Yine aynı yerde, Tüfekhane’de 20. Yüzyılın hemen başlarında yapılmış bir makineli tüfek sergileniyor, kimseciklerin dikkatini çekmeksizin… 1892’de Tersane-i Amire’de üretilmiş, “kuyruktan dolar, kamalı, kızaklı sahil topu” ise tunçtan yapılmış çok güzel bir model…
Ama asıl, Ahmet Süreyya Emin Bey’in yaptığı topu anlatacaktım. “Geriden dolar” ve “namlusu yiv setli” olan demirden yapılma bu “seri ateşli sahra topu” müzenin ilk katında, satış yerinin hemen yanında sergileniyor. Kundağının ön tarafındaki pirinç plakada “Zeytinburnu Fabrika-i Hümayunu Mamulâtı. Muhterii [icat eden]: A. Süreyya Emin” yazılı. Müzenin verdiği bilgiye göre, Ahmet Süreyya 1848’de İstanbul’da doğmuş ve 1923’te yine İstanbul’da ölmüş. Sergide olan topu yapmaya ise 1866’da Zeytinburnu Fabrikası’nda başlamış ve 1868’de tamamlamış. Sonrasını Askeri Müze Toplar Koleksiyonu kataloğundan izleyelim:
“Devletin o zamanlar üzerinde durmadığı bu proje daha sonra İstanbul’daki Krupp Fabrikası temsilcisinin ilgisini çekmiş, Emin Bey’in izni dahi alınmadan Sultan II. Abdülhamid’den alınan çizimlerle ve padişah buyruğu ile Almanya’da seri ateşli topların imaline başlanmıştır.”
Ne olmuş, tasarı ve prototip hep dışarıdan gelirken bu kez Osmanlı’dan mı gitmiş? Almanların meşhur Krupp Fabrikası, çizimleri buradan giden bir topu mu seri olarak üretmiş ve dünyaya ihraç etmiş? Sorular mebzul… Evvela, tabii ki ateşli silahlar uzmanı değilim ama 1868 yılı seri atışlı toplar için biraz erken bir tarih… Yine de seri üretimden önceki bir aşama söz konusu olduğu için bu ihtimalin otomatik olarak dışlanmasından yana değilim. Öte yandan, topun çizimlerine başladığında Ahmet Süreyya Bey 18 yaşında görünüyor ki bu dahi tuhaf. Topla beraber çekilmiş resmi daha olgun bir kişiye ait gibi ve tabii ki hikâyede II. Abdülhamid’in adının geçmesi de bize daha geç bir tarihi öneriyor. Neyse, topta, bir de “kama payı gerisinde”, “PATENT von Broadwell CARLSRUHE” yazıları bulunuyor. L.W. Broadwell, Almanya’da yaşayan bir Amerikalı mucitmiş. Acaba, Ahmet Süreyya Bey’in topuyla ilişkisi neydi? Söz konusu olan patent sadece topun bazı aksamına, mesela, kamasına mı aitti? Müzenin uzmanları da sanırım bu tür mülahazalarla bu top için “Türk- Alman” nitelemesini kullanmış… Ne dersiniz, sırf bu bağlantılar bile daha çok araştırmaya ihtiyaç olduğunu göstermiyor mu?
ARA TOPLAM VE KÜÇÜK BİR ARA BAŞLIK
Karar’da yazmaya başladığımdan beri Taha Akyol, “Ara başlıklar kullanın” tavsiyesinde bulunuyordu. Herhâlde faydası olurdu ama bu öğüdü tutmadığım aşikâr. Ama şimdi yazımın içeriğinden epey farklı bir şeyler söyleyeceğim, buna bir ara başlık kesin gerekir. Akademikler için alışılmışın dışında kısalıkta, adeta mini makaleler niteliğinde olan bu yazıların, bazılarına da okunmaz ve anlaşılmaz geldiğinin ve hiç değilse bir okurda da düşmanlık ve kızgınlık hâsıl ettiğinin farkındayım; “insan anlayamadığına düşman olur” diye boşuna dememişler. Tesellim, olumlu yönde aldığım tepkilerin hem sayı hem de nezaket seviyesi olarak bunun kat kat fevkinde olmasıdır. Dolayısıyla ilk teşekkürüm okurlarıma. Bana sayfalarını ve dostluklarını veren Karar ailesinin bütün üyelerine de yürekten teşekkürler.
İsmail Kara, Biraz Yakın Tarih Biraz Uzak Hurafe kitabının önsözünde şöyle diyor: “Fakat bilfiil gazeteci olmadan haftada bir gün, iki gün de yazsanız kafanızın bir tarafı sürekli olarak o günlerde yazacağınız yazıyı, yazının muhtevasını, başlığını arıyor, onunla ilgili malzemeler derliyor, cümleler, paragraflar kuruyor, muhataplar hazırlıyor.” Bu ifadeler bana da tercümanlık edebilecek nitelikte, ben de hâlimce bir maraton koştum. Şimdiye kadar okuduklarınız benim 40 yıllık meraklarımın bir yansımasıydı. Hâliyle o kadarlık bir ara daha alamam. Ama başka işler yapmak için dahi olsa bir molaya ihtiyacım olduğu kesin... 4 yıla yakın bir zamanda elinizdekiyle birlikte 200 yazı yazdım. Bir kenara not aldığım mutasavver konu başlıklarından da bir bu kadar çıkar. Toplamda 300.000 kelime kadar yazmış bulunuyorum. Gereken konu tasnifini yapıp, notlar, bibliyografik referanslar ve indeks eşliğinde yayımladığımda diğer kitaplarımın hacminde 3 cilt olacak gibi duruyor. Buna bir ara toplam diyelim. Tekrar Karar’da görüşmek dileğiyle Allah’a ısmarladık.