Objektifler üzerlerindeyken şekillenmekte olan, Kuzey Kore’de “başarılı” bir örneğini gördüğümüz türden, günümüz hanedanları bir yana dursun, dünyayı geçmişte yönetmiş anlı şanlı hanedanların hepsinin üstesinden gelmek durumunda oldukları bir kökenler sorunu vardı. Nasıl oluyor da herkes gibi olan birileri ayrıcalıklı bir konuma geliyor, diğer insanları yönetme hakkını kendilerinde ve ailelerinde görebiliyorlar ve soylarından gelenler bu hakkı nesiller boyu muhafaza edebiliyorlardı? İrsî bir soyluluğun bulunduğu toplumlarda, “soylu sınıfın” arasından çıkan bir hükümdar ailesinin işinin biraz daha kolay olduğu düşünülebilir ama o soyluluğun da bir başlangıcı olduğuna, soyluların atalarının da alelade insanlar olduğu bir zamanlar bulunduğuna göre temel soru yerinde duruyor.
Yöneticilerin halkoyuyla belirlenmediği çağlar ve toplumlardaki yöneticilerin sorunu diyelim. Basitçe kökenler sorunu eşittir siyasî meşruiyet sorunu da diyebiliriz. Bu soruna hanedanların ve destekçilerinin getirdiği teorik çözümlere, “hükümdarlık teorilerine” girmeyeceğim. Bir genelleme yaparsak, hanedanın kurucusunun çok ayrıcalıklı ve kutsanmış biri olduğu dolayısıyla yönetme hakkını ilahî bir kaynaktan aldığı teması çok yaygındır.
İlginç olanı şu ki, hanedanların destekçileri yetkinin salt ilahî bir kaynaktan alındığını zikretmekle kalmamış, bu yetkiyi alan kişinin aynı zamanda soylu olduğunu belirtmek lüzumunu da hissetmişlerdir. Osmanlı hanedanı bunun bir istisnası değildir. Eski Osmanlı kroniklerinde, meselâ Âşıkpaşazâde’de, Osman Bey’e Allah tarafından “gaza ile hanlık” verildiği ve padişahlık müjdelendiğinin söylenmesinin yanı sıra, onun ta Oğuz Han’a ve Hazreti Nuh oğlu Yafes’e kadar geriye gidecek bir şekilde soylu olduğunun vurgulanması ve bunu ispatlamak için muhayyel silsileler verilmesi bu kabildendir.
Tarihçiler, daha sonraki Osmanlı başarısı ve büyüklüğüne bir açıklama getirebilmek gerekçesiyle Osmanlı kökenleri konusunu tartışmayı seviyor. İlginçtir, sadece hanedanın kendisinden veya destekçilerinden kaynaklanan meşrulaştırma iddialarını, kuruluşla ilgili rivayetleri ve hanedan efsanelerini ince eleyip sık dokumakla kalmıyorlar, kolayca geçtikleri spekülatif zeminde kendileri de yeni görüşler ortaya atıyorlar. Bu yazı serisinde görüşlerini oldukça ayrıntılı bir şekilde tartışmaya fırsat bulduğumuz tanınmış Osmanlı tarihçisi Heath Lowry de bunlardan biridir.
Lowry’nin, Orhan Bey’den başlayarak Osmanlı hükümdarlarının kendilerine gazi demekle birlikte, gazanın Osmanlı kuruluşu ve gelişmesinde önemli bir faktör olmadığı, erken Osmanlı devletinin, din uğruna savaş değil köle ve ganimet elde etme düşüncesi etrafında şekillenmiş ve Hıristiyanların katılımına da açık olan bir yağma konfederasyonu olduğu yolundaki görüşlerini görmüştük.
Lowry, Paul Wittek’i, meşhur “gaza tezini” inşa ederken dayandığı Ahmedi’yi seçici olarak kullanmakla eleştirmiş ve Ahmedi’nin Osmanlıların gazi olduğunu söylerken kuruluş sırasındaki realiteleri değil, 15.Yüzyıl başındaki idealleri ifade ettiğini vurgulamıştı. Erken Dönem Osmanlı Devleti’nin Yapısı adlı eserinde, başka kaynaklardan örnekler vererek tarihî gerçekliklerin Ahmedî’nin yazdıklarından ne kadar uzak olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Mesela, Bursa’da 1355’te kısa bir süre esir olarak tutulan Selanik metropoliti Gregory Palamas’a dayanarak şehirde bir Rum Ortodoks cemaatinin var olduğunu söylüyor ve şu yorumu yapıyor:
“Onların, Ahmedi’nin bize, yenilen bütün Hıristiyanlara ihtida veya ölüm şıklarını sunduğunu söylediği büyük gazi Orhan’ın hükümdarı olduğu şehirde yaşadıkları gerçeği, Ahmedi’nin mesnevisindeki anlatımın tarihselliğine kuşku düşürüyor. Daha ziyade, köklü bir İslâmî uygulama olan aman verme (kişilerin ve mülklerinin emniyetinin sağlanması) ile uyumlu bir şekilde Bursa teslim olmuş ve buna göre sakinlerinin medeni durumları korunmuştu.”
Gazanın bir parçası olan aman vermenin neden ondan farklı bir uygulama gibi gösterildiği hususu bir yana, ben burada Ahmedi’nin tam yansıtıldığı kanaatinde bile değilim. Ahmedi, Bursa fethedildiğinde sakinlerine “ya ihtida ya kılıç” gibi bir seçenek sunulduğunu söylemiyor ki. Hatta Orhan’ın fethettiği somut hiçbir yerde Hıristiyanlara “ihtida veya ölüm” seçeneği sunduğunu da söylemiyor. Sadece oğlu Süleyman Paşa’yı Rumeli’ne gaza etmesi için göndermesini anlatırken, “Davet ile gelmeyeni öldüre / Leşker-i İslâmı galip oldura” diyor. Savaş olacağını söyleyen bu çok genel ifadelerden, somut bir kentin fethedildiğinde spesifik olarak nasıl bir muameleye tabi tutulacağının anlaşılacağını düşünmüyorum. Kaldı ki “davet” kelimesi sadece ihtidaya değil egemenliğin kabulüne de davet demekti. Hatta Bursa gibi savaşa giriştikten sonra teslim olacağını bildiren bir kente bile zorla fethedilmiş muamelesi yapılmazdı. Mesnevi de olsalar kaynakların eksiksiz aktarılmasında fayda var.
Lowry, 15. Yüzyılın ortalarına kadar bir kişinin, Osmanlı yönetici seçkinlerinin ve/ya askeri birliklerinin üyesi olma hakkını kaybetmeksizin Hıristiyan olarak kalabildiğini de vurgulamıştır. Katılıyorum ama Osmanlı tımarlı sipahilerinin bazılarının Hıristiyan olması veya akıncılar arasında Hıristiyanların bulunmasının Osmanlıların gaziliğine nasıl bir engel teşkil ettiğini anlamıyorum. Kaldı ki Lowry’nin, Fatih’in 1472 tarihli hükmüne dayanarak bazı bölgelerde, akıncı / gazi olarak bilinen yardımcı kuvvetlerin çoğunluğunun Hıristiyanlardan oluştuğu görüşü de somut bir vakaya dayanmıyor ve bu tek hükümden çıkarsanmış bir genelleme gibi görünüyor. Fatih’in, Hıristiyanlardan akıncı yazılması emrini hiç hafifsemiyorum ama bir hükmün veya kanunun uygulamayla aynı olduğunu veya harfiyen uygulandığını her zaman ileri süremeyiz. Dahası, 1472 tarihli akıncı defterini transkripsiyon ve tıpkıbasım olarak yayına hazırlayan Emine Erdoğan Özünlü ve Ayşe Kayapınar, defterin başında sureti verilen bu hükme rağmen “bilfiil sefere katılmakla görevlendirilen Akıncıların büyük bir kısmının Türk- Müslüman” olduğu gözleminde bulunuyorlar. Defterdeki kayıtlar da onları doğruluyor.
Lowry’nin sözünü ettiğim spekülasyonuna gelince, doğrudan Osman Bey hakkında çarpıcı bir iddia ortaya atmış, onun gulam / köle kökenlerinden gelmiş olabileceğini ileri sürmüştür. İlginçtir, bu varsayım tarihçilerin çok ilgisini çekmemiş ve fazla tartışılmamıştır. İki aziz dostumdan örnek versem kâfidir. Feridun Emecen, Osman’ın köle kökenli olduğu görüşüne özel olarak eğilmeksizin, ama bu görüşü de aktararak, Lowry’nin tezlerinin bütünü için “biraz da zorlama mahsulü olduğu anlaşılan bu görüşler” ifadesini kullanmakla yetinmiştir. Aynı şekilde, Lowry’nin bu eseri için ayrıntılı bir tanıtma-eleştiri yazısında, Mehmet Öz de, “Lowry’nin erken dönem Osmanlı devletinin niteliği hakkındaki tahlili bir yandan sağlam tarihi delil ve akıl yürütmelere dayanırken öte yandan spekülatif mahiyet arz eden özellikler taşır” demiş, ama Osman Bey hakkındaki iddiasına değinmemiştir.
Eserinin sonunda, belge azlığından dolayı bu tür anlama çabalarının son derece spekülatif kalacağını kendisi de vurgulayan Lowry’ye de haksızlık yapmaksızın şimdi Osman Bey hakkında söylediklerine gidebiliriz:
“Böylece, ortaya çıkan çelişkiler, hanedanın kurucusu Osman’ın tam olarak gerçekte kim olduğu yolundaki ilginç soruya kısaca sapmamızı gerekli kılıyor. Onun maiyetinde kölelerin ve hadımların olduğu düşünülürse, kendisinin de uçlara gönderilmiş bir Selçuk, İlhanlı veya Germiyanlı gulam (köle) olmuş olabilmesi ihtimali var mıdır? Bu muhtemel ama kesinlikle kanıtlanamaz görünüyor.”
Tabii, farkındayım, bu bir iddia. Yazarın bunu gerçeğin ta kendisi gibi sunması da söz konusu değil. Fakat böyle olabileceğini Lowry’ye ne düşündürtmüş olabilir?
Lowry, Timurlu tarihçi Şerefeddin Ali Yezdî’nin Zafer-nâme adlı eserinde, Timur’un Bayezid’e yazdığı mektuplarda onun bir “Türkmen kayıkçı” olduğuna ve soyunun nerelere dayandığının herkes tarafından bilindiği imalarına dayanarak Osman’ın belki de Aydın, Menteşe gibi bir sahil beyliğinden geldiğine dikkat çekiyor ve Osmanlı hanedanının kurucusunun “alçakgönüllü (hatta köle) kökenlerine” bir gönderme yapıldığını düşünüyor. Bu akıl yürütme şeklini anladığımı söyleyemem ama Lowry’nin Osmanlı kroniklerinde Bayezid’in Timur’a ne söylediğini dikkate alarak bir çözümleme yapmamış olmasından dolayı şanslıyız demek durumundayım. Anonim Tevârih-i Âl-i Osman’da, Bayezid, Timur’a, hem de onun gayet düzgün hitaplarına karşı, “Ve hem kahpenün erisin gelüp benümile buluşmazsan” demiş görünüyor da…
Lowry’nin asıl gerekçesi Zafer-nâme’den değil Osman Bey hakkındaki en erken belgelerden ve kayıtlardan geliyor. Bunları dikkate alan tarihçinin ulaştığı hüküm şöyledir:
“Onun, Bithynia’nın bazı yerel Hıristiyan yöneticileriyle yakın bir ilişkisi olduğu ve kendi maiyetinde köle idareciler kullandığı gayet açık olduğuna göre, bu hükümdar hakkında basit bir köylü çoban olduğu yolundaki geleneksel görüşün ciddice tashihi gerekiyor.”
Osman Bey hakkındaki “geleneksel görüşler” tabii ki düzeltmeye ihtiyaç duyabilir ama Lowry’nin, Osman’ın köle kökenli ve başka bir devlete hizmet eden bir gulam olabileceği yolundaki görüşlerine ne mesnet teşkil ediyor? Daha net görmek için eserinde birkaç sayfa geri gitmemiz gerekiyor.
Lowry, 1324 tarihli Mekece vakfiyesini tartışırken, Orhan Bey’in mütevelli olarak Hadım Şerefeddîn Mukbil’i atadığına dikkat çekiyor. Ona göre bir hadımın mütevelli olarak atanması hiç de tesadüf eseri değildir. 1324’de Orhan’ın maiyetinde bir hadımın ne aradığını soruyor ve bu kişinin, ailenin hizmetinde azat edilecek kadar uzun bir süre kalmış olması gerektiği, Osman’ın hizmetinde bulunmuş olmasının neredeyse kesin olduğu ve tabii ki kendisine fazlasıyla güven duyulduğu sonuçlarına ulaşıyor. Bu dönemde hadımların bir İslâm hükümdarının sarayında bulunmasının siyasî zekâya ve gelişmişliğe işaret ettiğine ve bunun 14. Yüzyıl başında Osmanlı Hanedanı’na genelde atfedilenin çok ötesinde olduğuna dikkat çekiyor.
Lowry, bunun Osman’ın beyliği esnasında idareci olarak görev yapan kölelerin tek örneği olmadığını da Aşıkpaşazâde’ye dayanarak gösteriyor. Onun, Osman’ın “kulu” Balabancık’ın Bursa’nın fethinde oynadığı rol hakkında söylediklerine dikkatimizi çekiyor. Osman Bey, Balabancık’ı, Bursa’yı kuşatmak için yaptığı hisarların dağ tarafında olanının komutanı yapmış… İzleyen satırlara ise akıl sır erdiremiyorum:
“Aşıkpaşazade bu kulun büyük bir kahraman olduğunu bize söylüyor. Osmanlı daimî köle ordusunun (Yeniçeri birlikleri) ortaya çıkmasından neredeyse yarım asır önceki bir çağı tartıştığımızı akılda tutarsak, burada karşılaştığımızın Arapça / Farsça gulam kelimesinin bir çevirisi (calque) olarak kul olduğuna emin olabiliriz ki bu terim köle idareciler ve ordu görevlileri için kullanılıyordu.”
Yani? Yeniçerilerden önce “kul” kelimesi bilinmiyordu, kullanılamazdı; dolayısıyla Osman zamanında kullanılan “gulam” kelimesini Aşıkpaşazâde kendi döneminin “kul” kelimesiyle karşılamıştır! Lowry’nin, Orhon Yazıtları’ndan beri “kul” kelimesinin Türkçede “erkek köle” anlamında kullanıldığını dikkate almadığı görülüyor. Hatta sevgili Metin Kunt hocamızın kulaklarını çınlatarak söyleyeyim, aynen Osmanlıdaki “kulların kulları” gibi o dönemde de benzer ifadeler görülüyordu: “Ol ödke kul, kullug; kün, künlüg bolmış erti” (O zamanda kul, kullu; cariye, cariyeli olmuş idi). Öylesine müreffeh bir dönemmiş ki köleler, köle sahibi olmuşlar…
Lowry, daha Osman Bey zamanında önemli görevler üstlenen kölelerin varlığına bakarak Osmanlıların basit çiftçiler ve/ya göçebeler olamayacağını söylüyor. Onların da aynen Selçuklular ve diğer Anadolu beyliklerinde olduğu gibi köle idareciler istihdam etmeleri, idareleri altında büyümekte olan çokdilli, çokdinli ve çoketnili nüfusla başa çıkacak seviyedeki bir devlet oluşumuna ve idarî gelişmeye işaret ediyormuş.
Haydi, Asya göçebe konfederasyonlarındaki köle idareciler ve komutanlar konusuna hiç girmeyeyim, bu manzara Osman Bey’in kendisini nasıl köle kökenli yapabiliyor? Köle sahibi olanın kendisinin de mutlaka köle olması gerektiğini, arabacının araba olması gerektiği kabilinden iddia etmeyeceksek bu iddiayı nasıl destekleyeceğiz? Bu arada, eğer hakikaten böyle bir ihtimal varsa, Osman Bey, kestirdiği sikkeye baba adı olarak neden “Abdullah” değil de Ertuğrul’u koymuştu dersiniz? Lowry haklı, bazı spekülasyonların kanıtlanması kesinlikle imkânsız. Şükür, aksini kanıtlamak o kadar güç değil.