Kayı veya değil, en erken Osmanlı kaynaklarında hiçbir boydan olaylar örgüsü içinde bahsedilmemektedir.
Değerli Orta Asya tarihçimiz İsenbike Togan’ın Sarıca Toplantıları çerçevesinde yaptığı bir konuşmayı hatırlıyorum. 1993’ün sonu veya 1994’ün başı olması gerek. Togan, konuşmasında ilginç bir noktaya temas etmiş ve Orta Asya dünyasında ta Kök Türklerden modern zamanlara gelinceye kadar “han” unvanı kullanan bütün hükümdarların sadece iki hanedana, Aşina ve Cengiz hanedanlarına mensup olduklarını söylemişti.
Gerçekten de Timur gibi bir cihangir bile Cengiz soyundan olmadığı için kendine “han” diyememiş, ancak Cengiz soylu bir prensesle evliliği yoluyla o hanedana bir mensubiyet iddia edebilmiş, unvanları arasına “güregen”i (güveyi, damat) ekleyerek ve birtakım Çağatay prenslerini kukla hanlar olarak tutmak yoluyla Ulus Çağatay’ın hükümdarı olabilmişti. Aynı şekilde Kırım’daki Giray hanedanından tutun 20. Yüzyıl başına kadar Türkistan’ı yöneten tüm hanlar Cengiz Han soyundan gelmedir.
İşte, bozkırların Cengiz Han’dan önceki han ailesi de Aşina’ydı. Tarihçilerin, sülale listelerinde geçen “kara” sıfatından dolayı “Karahanlı” lâkabını uygun gördüğü ama kendilerine gerçekte böyle bir isim vermeyen, dolayısıyla da kaynaklardaki adıyla yani “Türk Hakanlığı” olarak adlandırılması daha yerinde olan hanedanın da bir Aşina / Afrâsyâb bağlantısı vardı (Bkz. Ömer Soner Hunkan, Türk Hakanlığı. Karahanlılar).
İlginçtir, 13.Yüzyıl başlarına kadar yaşayan bu hanedan, Büyük Selçukluların siyasî olarak üstünlüğünü kabul etmiş olmasına rağmen, Selçukluların kendileri “han” unvanını almamış veya alamamışlardı. Bu, Selçukluların içinden çıktığı Sir Derya Oğuz devletinin “kağanlı” bir devlet olmamasıyla ve sadece “yabgulu” bir devlet olmasıyla ilişkilendirilebilir ve Oğuz yabgularının Aşina sülalesiyle bağlantılı olmamasına yorulabilir. Selçuklular bu kısıtlayıcı durumu, fethettikleri yerleşik İslâmî dünyanın “sultan” ve “padişah” gibi unvanlarını alarak aşmış görünüyor.
Osmanlılar ise çok başlardan en sonuncu padişaha kadar “han” unvanını rahatça kullanmışlardır. Bunu, yukarıda bahsettiğim konuşmasında, “Peki, Osmanlılar nasıl olup da bu iki hanedana mensup olmadıkları hâlde ‘han’ unvanını hep kullanabilmişlerdi?” diyerek İsenbike Hanım’a sormuştum. O da, “Osmanlılar, Orta Asya dünyasına o kadar uzaktı ki istediklerini dediler, etraflarında itiraz edecek kimse yoktu ki!” cevabını vermişti.
Orta Asya dünyasından fizikî uzaklık ve tabii ki Orta Asya siyasî meşruiyet geleneklerine göre davranan ve ona göre de davranış bekleyen bir baskı grubunun mevcut olmaması yani çeşitli anlamlarıyla bozkırın dışında olmak Osmanlı hanedanının işini kolaylaştırmış olabilir. Öte yandan Tanpınar’ın ünlü dizelerinden mülhem, Osmanlıların, bozkırın büsbütün de dışında olmadıklarını söyleyebiliriz. Bunun veraset usulü gibi başka tezahürleri de var ama burada sadece “han”a yoğunlaşalım.
Ahmedi’nin ikinci hükümdar Orhan Bey’in ismi etrafında bir kelime oyununa girerek “Ol [Osman Bey] ölicek yerin aldı Orhan / Ana dedi ehl-i kerâmet: Ur [vur], han!” demesinden bile erken Osmanlı toplumunun “han” olmaya bir değer atfettiğini çıkarsamak mümkündür. Aşıkpaşazâde ise Osman Gazi’yi nökerleri ve beyleri olan bir han olarak anlatmaktadır. Hatta Aşıkpaşazâde’nin, Osmanlı hükümdarının bir han olarak portresini çizmek için büyük bir gayret içinde olduğu söylenebilir. Ancak savaş şefi olmakla, gazayla gelebilecek ve biraz da soy ve sopla desteklenecek bir unvandır bu. Han olmayı sürekli olarak savaş bağlamlarında zikretmesi bize böyle düşündürüyor.
Ona göre Osman Gazi, Karacahisar’ı aldıktan sonra (1288) Germiyan’dan gelerek kasabaya yerleşen göçmenler Cuma namazı kılmak istemiş ve kendilerine bir kadı atanması talebinde bulunmuşlar. Bu dileklerini de onlara imamlık yapan Dursun Fakih, Osman Gazi’ye iletmiş. Osman da “Size ne gerekiyorsa öyle yapın” demiş. Dursun Fakih, “Hanım! Sultandan izin gerektir” deyince Osman Gazi’nin çok öfkelendiğini görüyoruz:
“Bu şehri ben hod kendi kılıcım ile aldım. Bunda sultanın ne dahli var ki andan izim alam. Ona sultanlık veren Allah bana dahi gazâ ile hanlık verdi (…) Ve ger minneti şu sancak ise ben hod dahi sancak götürüp kâfirler ile uğraştım (…) Ve ger ol, ben Âl-i Salçukvan der ise, ben hod Gök Alp oğluyum derin. Ve ger bu vilâyete ben anlardan öndin geldim der ise, Süleyman Şah dedem hod andan evvel geldi.”
Osmanlı kroniklerinin hemen hepsinde bulunan Selçuklu’dan Osmanlı’ya düzgün geçiş veya Osman’ın meşruiyetini Selçuk sultanından aldığı yolundaki görüşlerle taban tabana zıt bir resimdir bu. 13. Yüzyılın büyük isyancısı Baba İlyas’ın soyundan gelen Aşıkpaşazâde ile Selçuklu hanedanı arasındaki kan davasını ve dolayısıyla Aşıkpaşazâde’nin Selçuk karşıtı önyargılarını fazla karıştırmayalım ama söylediği açık. Bu sözlere bakarak, Osman’a “asi” demek bile mümkün olurdu, tabii bulunduğu ucu gerçekten bir Selçuklu sultanı yönetiyor idiyse! Cuma hutbesinin kimin adına okunacağı hâkimiyetin kimde olduğunu anlamaya yarayan en kestirme göstergelerden biri olduğu gibi, bir yere kadı atamak da ancak meşru yöneticinin ayrıcalığıydı. Kısaca, Osman’ın bağımsızlık iddiasını Aşıkpaşazâde böyle anlatıyor , “Ve ol kavim razı oldular. Kadılığı ve hitâbeti Dursun Fakı’ya verdi. Cuma hutbesi evvel Karaca Hisar’da okundu” diyor.
Başka bir yerde de Osman Gazi’nin bütün teşebbüslerinde başarılı olduğunu gören “gaziler” ona gelir ve “Hanımız! Elhamdülillah kim kâfir mağluptur ve ehl-i İslâm galiptir. Çünkü senin gibi hanımız var gayretli. Şimdiden sonra durmak câiz değildir” der.
Görüldüğü gibi Aşıkpaşazâde, han olmayı, en azından eş değerde bir meşruiyet kaynağı olarak sultan olmanın bir alternatifi gibi sunuyor. Epeyce ironiktir, Selçukluların, bozkırda meşru olarak tanınan han sülalesinden gelmedikleri için kendilerine sultan diyerek yeni meşruiyet kapıları açmasının tam aksi yönünde bir süreç işlemiş ve o unvanı zaten kullanan birileri olduğu için kendilerine sultan diyemeyen Osmanlılar yeniden han unvanına başvurmuş görünüyor. Etrafta herkesin “han” olarak kabul ettiği bir sülalenin olmayışı, dahası kimsenin “o kadar eskileri” hatırlamaması Osmanlıların bu unvanı sahiplenmelerini kolaylaştırmış olmalıdır.
İşte Oğuz efsanesi tam da bu noktada devreye giriyor. Metninin her yerinde olduğu gibi Aşıkpaşazâde burada da Osmanlıları götürüp Oğuzların Gök Han soyuna bağlıyor. Geçen hafta ise Yazıcızâde’nin o çok formel, o çok kitabî bir şekilde anlattığı üzere uçlarda bulunan Oğuz boylarının kurultay yaparak, Gün Han’ın oğlu Kayı’dan olması hasebiyle Osman’ı nasıl han seçtiklerini yazmıştım. Evet, Yazıcızâde “Kayı” diyor, anlattığından bağımsız olarak öyle olması da bir ihtimaldir ama 1300 dolaylarında böyle, her Oğuz boyunun katılımı ve kurultay yoluyla Batı Anadolu’da bir han seçilebilmesini tasavvur edebiliyor muyuz? Osmanlının Kayı’dan olduğunun nasıl bir bağlam içinde, hangi inanılırlıkta söylendiğinin hiç önemi yok mu?
Pek çok tarihçinin vurguladığı üzere Osmanlıların Kayı’dan geldiği iddiası ancak meşruiyetini Orta Asya- Bozkır geleneklerinden alan diğer devletlere karşı ideolojik bir işlev görmesinden dolayı bir önemi haizdir. Burada da Yazıcızâde’de açıklıkla görüldüğü gibi iki ayrı seviye var. Birincisi, gerçekten kabile konfederasyonu olan Karakoyunlu ve özellikle Akkoyunlu hanedanlarına karşı, onların boylarından daha soylu bir boy / atadan gelindiğini iddia etmekti. İkincisi ise, Cengiz Han’dan meşruiyetini alan Altınordu ve Timurlu gibi devletlere karşı efsanevî ve dolayısıyla daha eski bir bozkır geleneği ile donanarak prestij kazanmak ihtiyacıydı ki merhum Halil İnalcık’ın belirttiği üzere Timurluların durumunda bu Osmanlı bağımsızlığının savunulması anlamına geliyordu. Eğer, iki yüz küsur yıl önceki Cengiz’in hanedanından gelmek siyasî meşruiyet ve yönetme hakkı sağlıyorsa, ondan daha eski, ta Hazreti İbrahim zamanına giden Oğuz Han’ın, hem de büyük oğlunun soyundan gelmek bir hanedana daha büyük meşruiyet sağlamalıydı.
Burada gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir nokta ise şudur: Akkoyunlular, yine Gök Han kolundan Bayındır Han’ın soyundan geldiklerini iddia ediyorlardı ama Akkoyunlu konfederasyonu (ve sonra imparatorluğu) içinde gerçekten de Bayındır diye bir boy vardı. Üstelik de bu, beyin, sonraları da sultanın içinden çıktığı boydu. Aynı şekilde Karakoyunlu hanedanının da dayandığı kendi kabilesi, büyük ihtimalle Yıva boyundan gelen Baharlular vardı. Bunların muadili olarak Kayı veya değil, en erken Osmanlı kaynaklarında olaylar örgüsü içinde hiçbir boydan bahsedilmemesi, tek bir komutanın bile boy aidiyetinin zikredilmemesi fevkalâde ilginçtir. Osmanlı’da göçer asıllıların toplumda ayrıcalıklı veya yönetici sınıf olduğuna dair herhangi bir emare de yok.
Sonuç olarak, Osmanlıların içine doğduğu dünyanın, boy birlikleri ve tek tek kabile yapılarının çözüldüğü bir dünya olduğunu ve Osmanlı devletinin başka bir boyla rekabet hâlinde kurulmadığını söyleyebiliriz. Ancak bir yandan kendilerinin doğuya doğru ilerleyerek boylar dünyasıyla temasa gelmeleri, diğer yandan da “boylar dünyasının” Timur’un 1402 yılındaki hamlesiyle ta Bursa’ya, Osmanlının kalbgâhına dek girmesi hiç değilse siyasî propaganda seviyesinde durumu değiştirmiş görünüyor. Başka bir deyişle, kendileri fiilen bozkırın dışında olmakla beraber bozkır dünyasının terimleriyle meşruiyetlerini sağlayan diğer devletlere karşı rekabet edebilmek ve ayakta durabilmek için Osmanlılar da o dünyanın kurallarına göre oynamak gerektiğini düşünmüşlerdi. Bu konudaki en büyük yardımcıları ise tarihleri ve kültürleriydi.