1579’dan önce yazılarak III. Murad’a sunulan Hırzü’l-Mülûk, adil ve işler bir toplum yapısına kavuşmak için başta padişah olmak üzere bütün devlet görevlilerinin ve reayanın nasıl davranmaları gerektiğini mümkün olduğunca genelleyerek ve kişiselleştirmeden uzak durarak anlatmaya çalışıyordu ama asıl derdi “Sokullu meselesini” çözmekti. Bu anlamda, bu metne “teorik” bir metin denemez ve zaten anonim yazarı da Sokullu’nun adını açıkça anarak ona olan muhalefetini açığa vurmuştur.
Geçen yazımda, Hırzü’l-Mülûk’un III. Murad’a, Sokullu’nun mallarının ve servetinin müsadere edilmesi yolunu gösterdiği düşüncesinde olduğumu yazmıştım. Paşa’nın gelirlerinin, yeniçerilerin hepsinin maaşına fazlasıyla yeteceğinin söylenmesinin daha başka nasıl bir anlamı olabilirdi ki? Bahusus, yazar, kamu kaynaklı bu servetin Sokullu’nun elinde bırakılmasının bir “israf” olduğunu söylemiş ve padişahı harekete geçmeye davet etmişken… Ne var ki metnin hiçbir yerinde de “Mehmed Paşa katledilsin ve malı miriye zapt edilsin” açıklığında bir ifade yok. Belki de Hırzü’l-Mülûk yazarı, Sokullu’nun katlini önermiyor, sadece Sokullu sonrası için birtakım nasihatler ediyor, “gelecekte bu yanlışlar yapılmasın” uyarılarında bulunuyordu. Bu uyarılarda bulunduğu tabii ki müsellem keyfiyettir de biz Sokullu suikastının arkaplanını konuşuyorduk… “Metin bir bütün olarak değerlendirildiğinde bu ihtimal çok düşüyor” diyerek kanaatimi zaten söyledim şimdi bunun içini doldurmaya çalışayım.
Hırzü’l-Mülûk yazarının çok dikkat çekici bir görüşü vardır: Raşid halifeleri kendi adlarına bağımsız yöneticiler olarak görmüyor ve Hz. Muhammed’in “vezirleri” olarak sunuyor. “Hazret-i Ebu Bekir Sıddık ki Sultan-ı enbiyanın vezir-i azamı makamında yâr-i ‘atiki ve vefâdar refikiydi” diyor. Tabii ki bir unvan olarak “vezir” çok sonraları, Abbasiler zamanında ortaya çıkmıştır ama ilk bakışta bunun, Hz. Muhammed’in hayatındaki durumu ve Hz. Ebu Bekir’in o sıradaki konumunu aksettirdiği düşünülebilir. Ne var ki, yazar, Hz. Ömer’e “vezir-i sânî”, Hz. Osman ve Hz. Ali’ye de “vezir-i sâlis” ve “vezir-i râbî” diyor.
İşte, bu “vezirlerin” şanları ve heybetleri cihanı tutmuşken onların giydikleri aba ve eski pamuklu kumaştan ibaret imiş (giydikleri pelâs ve bir köhne kirbas idi). Kıssadan hisse, makamın büyüklüğü mal ve varlık ile olmaz, belki padişah ve halifeye sadakatle hizmet etmekle olurmuş. İlk bakışta, tevazu telkin eden, devlet adamlarına gösterişten kaçınmalarını ve büyüklüğü sadece padişaha hizmet ile yakalamayı öneren tipik bir “nasihat” diyebiliriz. Ama yazarımız biraz daha fazlasını söylüyor:
“[İllâ hıyanet ile mevsuf olanlar her ne mertebe âli mansıbda olsalar yine sitâreleri düşkün ve yüzleri kara ve rikâb-ı saltanatta ettikleri hıyanet elbette bir gün aşikâre olur ve her biri şanlarına lâyık ve sezâ olan cezayı bulur.”
Yani, özellikleri hıyanet olanların makamları ne kadar yüksek olursa olsun yıldızları düşkündür ve bir gün ettikleri hıyanet ortaya çıkar ve cezalandırılırlar! Mal ve servet biriktirmeyi anladık da bir de ihanet boyutu mu varmış işin? Neymiş bu ihanetin niteliği? Dahası bu suçlamalar (ve temennilerin) muhatabı Sokullu muydu?
Metin burasını açıkça söylemiyor, sadece bir genel uyarı yapıyor, sadrazam olanların “dünya kiriyle” bulaşığı olmaması gerektiğini, reayanın ve yoksulların işleriyle uğraşmaları ve kamu hazinesini çoğaltmaya bakmalarını (tevfir-i beytü’l-mâl ile mukayyed olup) salık veriyor. Yalnız burada bile, Sokullu’nun kişisel orijinlerine ve devşirme kökenlerine bir gönderme vardır. Yazar, Hak teâlâ’nın inayet ederek, bir kişiyi küfür ve sapkınlık ülkesinden hidayet mülküne çıkarıp İslâm nimetiyle hisselendirmesi ve onu İslâm padişahına vezir yapması saadetinin yeterli olması gerektiğini söylüyor.
Sokullu’nun hangi yöntemlerle hazine arazilerini kendisine temlik ettirdiğini görmüştük. Hırzü’l-Mülûk yazarının en fazla eleştirel olduğu noktalardan biri, devlet görevlilerine ve özelde Sokullu’ya bu arazilerin mülk olarak verilmesidir. Böyle olunca “kılıç tımar” sayısı azalmakta, yani ihtiyaç zamanında fiilen orduya katılarak savaşacak tımarlı sipahi sayısı düşmekteydi. Burada küçük bir parantez açayım ve Yeni Dünya’nın keşfi ve sonra da kolonileştirilmesi nedeniyle Avrupa kıtasına gelen gümüşün, Osmanlı sistemine girmeye başlamasının gerçekten de önemli sonuçlar doğurduğunu, her şeyden önce ekonomide bir parasallaşma yarattığını, bunun da dirlik sistemi üzerinde yıkıcı etkileri olduğunu söyleyeyim. Sokullu’nun, Adriyatik kıyılarında kontrol ettiği, köyler, kasabalar ve iskelelerden Venedik ve başkalarına yapılan tahıl satışı muhakkak ki Sokullu’ya ve sonuçta sisteme nakit getiriyordu ama dirlik sistemini de bir anlamda bozuyor, gelirini azaltıyor, battal ve gereksiz kılıyordu. Reayası mülk araziye ve çiftliklere göç eden tımarların gelirleri ve dolayısıyla besleyebilecekleri asker sayısı düşüyordu. Bunun yarattığı sakıncaları gidermek içinse dirlik değil de nakit karşılığında istihdam edilen yeniçeriler ve diğer askerlerin sayıları artmak durumundaydı. Bu ise daha fazla nakde ihtiyaç gösterecekti.
Hırzü’l-Mülûk yazarının düzeltilmesini istediği temel bozukluk da aslında buydu. Ona göre memleketler ve vilayetler fethetmenin amacı ülkeyi genişletmek ve hazineyi çoğaltmaktı yoksa vezirlere ve diğerlerine temlik etmek değildi. Daha fazla toprak daha fazla sipahiyi beslemek içindi, şahıslara mülk olarak verilmek için değildi. Dolayısıyla önerisi basitti, arazi vezirlere mülk olarak verilmemeliydi:
“Lâzım olan oldur ki min ba‘d vüzeraya ve gayra karyeler ve mezralar ve bilcümle arz-ı mirîden bir nesne temlik olunmak reva buyurulmaya. Eğer bir miktar zamana değin dahi bu minval üzere karyeler ve mezralar temlik olunursa varidat masarife kifayet etmediğinden gayrı kılıç tımar cüz’i kalıp (…) bir taraftan a‘dâ hareket ve hücum eylese mukavemette külli müzayaka ve ıztırab çekilmek lâzım gelir. Asıl münasib olan hiç temlik olunmamak gerek…”
Burada, biraz derinlemesine mi okuyorum, bilmiyorum ama “min ba‘d” (bundan sonra) ifadesini önemli görüyorum. Ne olacaktı da bundan sonra kimseye arazi temlik edilmeyecekti? Dahası o ayrıntılı bir şekilde tarif ettiği “Sokullu düzenine” ne olacaktı ki onun bir sonrası olsun? Öyle sanıyorum ki yazar, Sokullu ve onun kurduğu sistemin ortadan kalkacağı varsayımıyla bu tavsiyelerde bulunuyordu. Aslında bütün önerileri, ancak Sokullu’nun devreden çıkarıldığı veya ortadan kaldırıldığı bir dünyada geçerli olabilirdi.
Hırzü’l-Mülûk yazarı bu hususta büyük bir tutarlılık içindedir. Söylediği her şey, Sokullu’nun yaptıklarını tersine çevirmekle ilgiliydi. Bunun için de ortada bir Sokullu olmaması gerekiyordu. Mesela, sadrazama hiç mülk verilmemesinin en iyisi olduğunu söyledikten sonra eğer verilirse ancak bir-iki köy verilmesini söylemekteydi. Sadrazam tamahtan uzak durmalıydı. Eğer ahireti için bir cami ve imaret yapmak arzusunda olursa padişah buna izin vermeliydi. Ama “müteaddid imaret ve cami yapmaya ruhsat buyurulmaya” idi… Herhangi bir yerde cami ve imarete ihtiyaç olursa vezirler ve diğerlerinin arasından daha önce cami yapmayanlara izin verilmeliydi. Bu ifadeler, ancak Sokullu’nun kendi adıyla anılan çok sayıda külliye yaptırdığı ve bunları ayakta tutmak için de yine çok sayıda vakfa gerek duyduğu bilinirse anlam kazanıyor. Yazara göre reayadan ve başkalarından mal toplayarak böyle külliyeler yapmak “öksüz oğlanın kaftanın arkasından alıp dul avrata geyürmek (giydirmek)” gibiydi. Kısaca yazarımız, Sokullu’nun külliye yaptırmak gerekçesiyle kamu arazilerini veya reayadan edindiği kendi mülk arazilerini vakıf haline getirmesine ve dolayısıyla devletin toplayacağı verginin azalmasına karşıydı ve benzer bir durumun tekrarının önlenmesini istiyordu.
Aynı şekilde ; “Ve hidmet-i vezaret evladı ve tevâbi‘i (bağımlıları) çok kimesneye verilmeyip akvam ve akrabası yok bir akıl ve müstakim kullarına inayet buyurulmak gerektir” dediğinde de aklında Sokullu vardı. Sadrazamın zihni, çocukları ve bağımlılarının geleceği ile meşgul olmamalı, sadece memleket işlerine ve reayanın asayişine bakmalıydı. Sadrazam, “müdebbir-i umur-ı cumhur-ı ümem” (halkın işlerini düzenleyen) olduğu için, kendi başına iş yapıp, kendini beğenmemeliydi. İşlerinde meşveret etmeliydi. Kendisine yüksek saraylar ve çok sayıda binalar yapmak ve köyler temlik ettirmek sevdasında olmamalıydı. Görevleri ehline vermeli, kendine mensup olanların başını “devlet ve izzetle evc-i Süreyya’ya (Süreyya / Ülker yıldızının tepesine) çıkarıp”, başkalarına intisap ettikleri için “mağzubu” olanların (gazabına uğrayanların) gözyaşını akıtmamalıydı. Üstelik sadrazamın hasları “leb-i deryada” değil, Sivas, Halep, Diyarbekir ve Erzurum gibi içerideki beylerbeyliklerinde bulunmalıydı. “Niye?” diye sormuyoruz değil mi? Sokullu’nun hasları (ve mülkleri) deniz kıyısındaydı, o da voyvodaları aracılığıyla tahıl ticareti yapıyordu ya…
Geldik “ihanet” bahsine. Burada dört başı mamur bir komplo teorisi vardır. Hırzü’l-Mülûk yazarına göre padişah-ı İslâm’ın vekili olan kişi ham bir tamaha düşerek, “ashab-ı nar” (cehennemlik) dediği Avrupalıların sayısız akça ve dinarlarını almak hevesindeymiş. Padişah, ne zaman, ya bizzat kendisi giderek veya bir serdar göndererek gaza ve cihada niyetli olsa bu sadrazam (Sokullu), sırf inanmayanları korumak (mücerred kefereyi sıyanet) için çeşit çeşit sebepler beyan edip fütuhat yapılmasını engelliyormuş.
Bu ifadeler, Hırzü’l-Mülûk’un anonim yazarının Sokullu’nun muhalifi olmakla kalmayıp, imparatorluktaki savaş lobisine yakın biri olduğuna işaret ediyor. Dahası, yazar, Sokullu’nun savaştan uzak durma çabalarını sadece Hristiyanları korumak arzusuna bağlamakla da kalmıyor. Ona dinî bir sapkınlık da affediyor: “Neuzu billahi Teâlâ; amma yevm-i miada münkir olanlardan bu mertebeler istib‘âd olunacak değildir”. Buradaki suçlama, “yevm-i miada” yani kıyamet gününe inanmamak, onu inkâr etmek gibi dehrîlik anlamına gelebilecek gayet spesifik bir suçlamadır. Böyle inkârcılardan bu derecede bir ihanet beklemek de olmayacak bir şey değilmiş! Öyle görünüyor ki, siyasî mücadelenin, işin içine dini karıştıracak kadar sertleştiği bir dönemdi. Yazar, bu dediğini desteklemek için geçmişten başka ihanet örnekleri veriyor. Mesela Kanunî’nin Körfös / Korfu seferi sırasında, Venedikliler altın yüklü varillerle dolu bir kalitayı gizlice Ayas Paşa’ya göndermiş ve onun çabalarıyla seferden vazgeçilmiş…
Ona göre padişahın eski usul gözetmesine de gerek yokmuş. Daha tahta çıkmadan vezirleri iyice araştırmalı ve altıncı, yedinci, dördüncü, beşinci “dinlemeyip” hangisi sadrazamlığa uygunsa onu atamalıymış. Yazar, “vezaret hidmetine harem-i şeriften çıkmak lâzımdır denilmeyip”, yani enderundan yetişip yetişmediğine bakmaksızın temiz birinin atanabileceğini de söylüyor ve Yavuz’un sadrazamı Piri Mehmed Paşa örneğini veriyor. Bunu ise yazarın “devşirme vezirler tahakkümüne” bir karşı çıkışı olarak görmek mümkündür.
Her hâlükârda, III. Murad’ı sadrazamdan kurtularak idareyi doğrudan üstlenmeye teşvik eden bir metinle karşı karşıyayız. Yazar “Saltanatın lezzeti dâd u dihiş (ihsan ve bağış, makamların tevcihi) iledir. Beş on yıldan beri dâd u dihiş padişahlardan gidip veziriazam olanlar tasarrufuna düşmüştür” diye şikâyet ediyor ve durumun düzeltilmesini öneriyor. O dediği süre içinde gerçekten de “padişahlar” vardı ama veziriazam bir taneydi. O da yazarın açıkça adını verdiği gibi “bilfiil sadrazam” olan Sokullu’dan başkası değildi. Çoğul formu kullanması kimseyi yanıltmamalı.