Tatarcık Abdullah Molla çok ilginç bir kişiydi. Âlimdi, ulemadandı. Hem de ulemanın en üst rütbesi olan şeyhülislâmlığa son bir basamak kalıncaya kadar ulema hiyerarşisi içinde yükselmiş bir âlimdi. 1749’da daha 19 yaşındayken müderris oldu. Kudüs, Mısır ve Medine kadılıklarına getirildi. Anadolu kazaskerliği payesi alarak ordu kadılığı göreviyle 1787 Rus seferine katıldı ama Sadrazam Koca Yusuf Paşa tarafından Mayıs 1788’de azledildi ve Manisa’ya sürgüne gönderildi. Kısa süre içerisinde serbest bırakıldı. İstanbul’a geldi ve İsveç ile yapılacak olan ittifakın müzakerecilerinden biri oldu. 1790 yazında önce Anadolu, sonra da Rumeli kazaskerliğine getirildi. İlk kazaskerliği sırasında Prusya ile olan ittifakın hemen uygulamaya konması için çaba harcadı. İkincisi esnasında da reisülküttap ile birlikte Lehistan ile ittifak müzakerelerini yürüttü. Londra’ya daimî Osmanlı büyükelçiliği açılması konusunda İngiliz elçisiyle yapılan görüşmelere başkanlık etti. 1794’te Rumeli kazaskerliğinden azledildi ve Aydın- Güzelhisar’a sürüldüyse de III. Selim tarafından aynı yıl affedildi. Ocak 1796’da ikinci kez Rumeli kazaskeri oldu ve bir yıllık görev süresini tamamladıktan sonra hummaya yakalandı ve 16 Mayıs 1797’de öldü. Vakanüvis Halil Nuri Bey ve ondan naklen Ahmed Cevdet Paşa pek çok güzel huyunun ve zeki oluşunun yanı sıra, görevlerinin gerektirdiği kadar ciddî biri olmadığını, bazı hafiflikler yaptığını ve çok borcu bulunduğunu kaydediyorlar.
Abdullah Molla’nın, başta, her ikisi de yine 1791 lâyihacılarından olan Reisülküttap / Çavuşbaşı Raşid Efendi ve Koca Yusuf Paşa gibi önemli zevat ile geçinememesine rağmen III. Selim tarafından sevildiği ve kollandığı anlaşılıyor. Molla’nın onun zamanında diplomatik müzakerelere katıldığı yani “mecalis-i mükâleme”ye memur olduğu görülüyor. Hatta ölümü üzerine yerine gelen İbrahim İsmet Beyefendi’nin de ölümünden sonra yine ulemadan Seyyid Mehmed Münib Efendi’ye verilen bu görevden Cevdet Paşa, “mükâleme-i Efrenciyye” olarak bahsettiğine göre Abdullah Molla’nın “uzmanlık alanının” Avrupa devletleriyle yapılan müzakereler olduğunu söyleyebiliriz ki bu da yaşam öyküsünden kolayca görülüyor. Dahası, Selim 1791’de Tatarcık’ı şeyhülislâmlığa getirmeyi düşünmüş ama meşveret meclisindeki yerinin doldurulamayacağı düşüncesiyle bundan vazgeçmiş. Demek ki hem şeyhülislâm hem de meşveret üyesi olunamıyordu ve Selim’in, Abdullah Molla’ya o grup içinde daha çok ihtiyacı vardı. Sürgünde olmadığı zamanlarda, Abdullah Molla’nın bu gereği kadar bilinmeyen ve önemi iyi anlaşılmamış mecliste görev yapmaya devam ettiğini düşünebiliriz.
Abdullah Molla ve ulema sınıfından diğer bazı kişilerin III. Selim’in ıslahatının beyin takımı içinde yer aldıkları, dahası Nizam-ı Cedid kanunlarının yapımında bilfiil görev yaptıkları düşünülürse klasik tarih yazımcılığımızdaki “muhafazakâr- inkılapçı”, “yenilikçi- gelenekçi” veya daha sert bir şekilde ifade edilen “ilerici- gerici” gibi ayrımların fazla anlamlı olmadığını söylemeliyiz. Ulema, bir zamanlar görüldüğü ve gösterilmeye çalışıldığı gibi mutlaka her reformun karşısına dikilen yekpare bir tabaka değildi. Diğer kesimlerde görülen farklı tavırlar ve partizanlıklar ulema için de geçerliydi ama artık Osmanlı modernleşmesinde ulema sınıfından kişilerin hiç olmazsa çeşitli ve önemli roller oynadığının farkında olmak durumundayız. “Reformistler” arasında bulunan molla, südûr, seyit, kadı, ulema bolluğu acaba bizlere bir şeyler söylüyor mu söylemiyor mu? Dahası, söyleneni anlıyor muyuz anlamıyor muyuz? Yoksa tümden gelerek, bunların her birini arızî, tesadüfî, istisnaî olarak görüyor, aslında olmamaları gereken konumlarda olduklarını bu şekilde açıklamaya çalışıyor ve günümüzden bakarak “nüfuzu kırılacaklar” sınıfında mı görüyoruz? Sanırım mesele biraz da bununla ilgili.
Abdullah Molla’nın yeniden düzenlenen orduyla Osmanlı merkezinin gücünün artırılması gerektiği hakkındaki görüşlerine kısaca değinmiştim. Daha pek çokları gibi o da Güney’e öncelik verilmesini istiyor, Mısır ve Irak gibi Arap ülkeleri merkezin denetimine girdikçe kısa süre zarfında devletin gelirlerinin iki katına çıkacağı kanaatinde bulunuyordu. Peki, doğru veya yanlış, sonuçta Mısır ve Irak ticaret uğrağı ülkelerdi, Hicaz gibi değillerdi, merkezî hazineye katkılarda bulunabilirlerdi, diyelim ki Osmanlı devleti buraları doğrudan denetimi aldı, sonra ne olacaktı? Hazine sorununu böylece çözdükten sonra Kuzey’e mi yönelecekti? Kırım’ı ve elden çıkan diğer yerleri mi fethedecekti?
Ulemadan olsun veya olmasın pek çokları gibi Tatarcık da lâyihasında gaza ve cihaddan bahsediyor. Ama acele etmeyelim. Molla, Hz. Muhammed’in, kıyamete kadar “teyid-i din-i mübin” ve şeriatı “tahkim” etmek amacıyla ittihat ve meşveret ettiğini söylüyor. Böylece “tanzim-i hâl-i müminin” edildikten sonra onun “sünen-i sünnet-i seniyesine” gereken önemi veren Raşid halifeler de Müslümanları ebede kadar korumak için gereken (ilelebet hıfz-ı millet-i beyzâyı müstelzim) “tedabir-i hasene” alarak vakitlerinin çoğunu müşrikleri ortadan kaldırmak için harcamışlar. Molla’nın dediği açıktır. Müslüman toplumun işleri danışarak, meşveret ile yapılmalıdır. Din, kıyamete kadar yaşayacaktır. Yalnız burada şöyle bir şey de var: Din ve devlet beraberse veya bazı lâyihacıların dediği gibi ikiz ise, o zaman mantıken devletin de kıyamete kadar yaşaması gerekir. Dolayısıyla, Abdullah Molla, “Devlet-i âliyye-i ebedü’l-karar” formülüyle karşımıza çıkıyor. Asıl ilginç olan ise, onun ve daha pek çokları için bu noktadan ıslahata, yenileşmeye veya modernleşmeye de bir yol olmasıdır. Din (ve devlet) alınacak “güzel tedbirler” ile kıyamete kadar yaşayacaktır veya öyle olabilmesi için bu tedbirleri almalıdır.
Abdullah Molla’nın, Osmanlı ordusunun neden ıslahata muhtaç bir hâle geldiği yolundaki tarihsel anlatımı ise çağdaşları için tipiktir. Kanunî zamanında devletin kuvveti kemâle ulaşmış çünkü harp işlerine çok dikkat ve ihtimam edilirmiş. Yeniçeriler yaz ve kış hazır ve itaatli imiş. Bunu gören Hıristiyan devletler de ellerindeki toprakları mümkün olduğu kadar koruyabilmek için aklî tedbirlere başvurmuş. Yaz kış hazır olacak asker düzenlemeye evvela “Nemçe çasarı” başlamış. Geometri kaidelerine uygun kaleler inşa etmişler, barut üretmeye çok emek vermişler. “Tüfenkendazlık ve top ve humbara ile ateşbazlık sanayiinde” ustalaşmış ve çok çeşitli yeni sanatlar ihdas etmişler. Kale muhasaralarına dair kitaplar telif etmişler. Bütün bu fenleri de askerlerine öğretmiş ve “kılıç ile yürüyüş” eden İslâm askerlerini taburlarına sokmamaya ve ekseriya galip olmaya başlamışlar.
Yine pek çok çağdaşının yaptığı gibi Abdullah Molla’nın Osmanlıya gösterdiği örnek ise diğer Avrupa devletleri değil Rusya’dır ve bunun da belirli bir sebebi vardır. İklim açısından olsun, halkının eğitim durumu ve yetenekleri açısından olsun, Rusya bu modernleşmeyi başarmışsa Osmanlının haydi haydi başarması gerekir. Molla, Büyük Petro’nun Avrupa devletlerini dolaştığını ve bu gelişmeleri kendi gözleriyle gördüğünü söylüyor. Petro’nun ıslahatından önceki Rusya tasviri ise siyaseten doğrucu olmaktan çok uzaktır:
“Ol vakte değin memalik-i Rusya ahalisi behâim makulesinden (hayvan gibi) bilâ-rabıta ve zabıta fırka fırka Kazak, Kalmak ve Kumuk gibi tevaifden (taifelerden) ibaret perişan-hâl ve bir ferd ile mukabele ve mukateleye bimecal etraflarında olan hükümdarların mağlub ve mahkûmu…”
Böyle imişler ve özellikle de Osmanlı devletinin gönderdiği Kırım hanlarının ayakları altında ezilirlermiş. “Hamiyet-i kâfiresi ve celâdet-i cibilliyesi” dolayısıyla bu hâle dayanamayan Petro da etrafındaki Hıristiyan krallarını taklit ederek durumunu düzeltmiş. Bu farklı fikirlerdeki çeşit çeşit halkı “dâhil-i havze-i itaat” etmiş. Müslüman olmadığı halde hamiyeti ve yaradılışındaki yiğitlik ile Petro başarılı olabiliyorsa Osmanlı yöneticileri de olmalıdır. Görüldüğü üzere Molla, birbirleriyle bağlantısız ve kuralsız, bölük bölük yaşamayı başlı başına bir güçsüzlük kaynağı olarak görüyor. Durum Rusya için böyle idiyse Osmanlı için de çok farklı olmamalıdır. Dolayısıyla, Molla’nın büyük bir merkezileşme taraflısı olduğunu rahatça ileri sürebiliriz.
Üstelik anlaşılan o ki Osmanlının işi çok daha kolay olacaktı. Pek çok çağdaşı tarafından paylaşılan, Osmanlının ikliminin elverişli ve halkının kabiliyetli olduğu yolundaki görüşleri Abdullah Molla da dile getiriyordu:
“Ekser arazi-i devlet-i âliye adil ekalimde (ılıman iklimlerde) vaki olmağla ahalisinde kabiliyet ve istidad-ı zati sair memalik ahalisinden ziyade olduğu umur-u malumeden olmağla sair nasın beş on senede talim edecekleri sanayi ve fünûnu bu iklimin ahalisi birkaç sene zarfında talim ve telakki ve cümleden ziyade kesb-i maharet edecekleri bî-iştibah (şüphesiz) olub…”
Öyle görünüyor ki insanların yeteneklerinin coğrafya tarafından belirlendiği yolunda olan ve bugün ancak “coğrafî determinizm” diyebileceğimiz düşünceler Osmanlı dünyasında hayli revaçtaydı. Daha o dönemde yapılan Levent Çiftliği’ndeki muallem asker nizamı, yani Nizam-ı Cedid askerleri için yapılan kanunda da, 1839 Gülhane hatt-ı hümayununda da bu tür düşüncelerinin yansımasını ve bununla birlikte gelen bir iyimserliği buluyoruz. Levent Çiftliği kanununda, yeni askerlerin, “milel-i âharın (başka milletlerin) yirmi otuz senede güçle tahsil edebilecekleri sanayi-i harbiyeyi” sadece Allah’ın inayeti ve padişahın himmetiyle kısa süre içerisinde öğrenmeyi başardıkları söyleniyor.
Tatarcık Molla, halkın ve dolayısıyla Osmanlı askerlerinin yetenekleri hususunda ne kadar eminse, gerekli bilginin nereden, nasıl alınacağı ve kimler tarafından öğretileceği konularında da o kadar takıntısızdır. Risalesinde defalarca bu bilginin kaynağının Avrupa olduğunu belirtiyor ve Avrupalı dost ülkelerden getirilecek subaylar tarafından Osmanlı askerlerinin eğitilmesini öneriyor. Kendi ifadelerinden birkaç örnek görelim.
Molla için kritik kavram, devletin, kendisine yönelen tehdide aynen karşılık verebilmesi yani mukabele bi’l-misl yapabilmesidir. Avrupalıların askerlik konularında yazdığı kitaplar “dost bulunan düvel” eliyle veya başka yollarla edinilmeli ve tercüme ettirilmelidir. Askerin talim ve terbiyesi için “mühtedi Efrenc taifeleri” veya daha önce III. Mustafa zamanında, “Fransız beğzâdelerinden Tot nam Efrenc sürat toplarını isaga ve talim ettiği” gibi ihtida etmeyen uzmanlar getirilmelidir. İngiliz, Fransız ve diğer Hıristiyan devletlerden “ıtmâ‘”/ tamaha düşürme ile yani cazip teklifler yaparak “top ve tüfenk ve humbara ve sair fünûn-ı harbiye muallimleri” getirilmelidir. Tatarcık, risalesinin sonuç kısmında bu görüşlerini bir daha vurguluyor ve özetliyor:
“Dost olan düvel marifeti ve sair takrib ile düvel-i nasaranın fenn-i harbde olan müellifat-ı cedidelerini tedarik ve ne tarik ile olursa fünûn-ı harbiyede mahir ve mühendis Efrencler celb ile talim-i tevaif-i askeriyeye mübaşeret ve top ve sair edevat-ı harbiyeyi dahi anların reyi üzere tesviye ve imale dikkat…”
Lâyihacılar içinde Molla bunu öneren tek kişi değildi. Mesela eski Rikâb kethüdası Rasih Efendi de “dost olan Efrenc devletlerinden fünûn-ı harbiyede mahir üstadlar” getirilmesini söylüyordu. Hatta Reisülküttap Abdullah Birrî Efendi “Prusya’dan elli veyahut yüz miktar oficyal” celb olunsun diyerek sayı bile vermişti.
Demek ki Abdullah Molla (ve diğerleri) için Hıristiyan devletlerle dursuz duraksız, sürekli bir savaş söz konusu değildi. Bu devletlerin bazıları pekâlâ dost ve müttefik de olabiliyordu… Bundan çok daha önemli bir konu var, Molla’nın yeniden düzenlenecek askerlerle Osmanlı ülkesi dâhilinde merkezî devlet otoritesi sağlanması yolundaki önceliğini gördük. Sanılmasın ki bu yapıldıktan sonra Molla’nın gösterdiği hedef mesela Rusya ile savaşmak, Kırım’ı geri almaktır! Tatarcık, kendi şahsi bağlarına rağmen bunu yapmıyor. Osmanlı devletinin güçlendiğini gören düşmanları ve özellikle en güçlü düşman olan “Moskov melaini” korku ve dehşete kapılacak ve Allah’ın yardımıyla, savaşmaksızın Kırım ve havalisinden el çekecektir. Böylece, Rusların aciz kalarak dostça ilişkilere başlayacağına şüphe yoktur.
Belki III. Selim ve yakınındaki gençler bu tür görüşlere gülüyordu ama bu da Tatarcık Abdullah Molla’nın yeni bir savaşa kalkışılmaması yolunda, kendi üslubuyla yaptığı uyarıydı… Geriye vurgulamak istediğim bir husus daha kaldı: Nasıl oluyordu da yeniçeriler için söyleyecek iyi tek bir cümlesi bile olmayan Molla, bütün bu ıslahatın ve merkezileşmenin yeniçeriler vasıtasıyla yapılabileceğini düşünüyordu?