“Türkiye” kelimesinin öncüllerinden “Türk Eli” nin çok sınırlı bir kullanımı olmuş, çok daha yaygın olan “Türkistan” ise 20. Yüzyıla gelindiğinde hemen hemen ortadan kalkmıştı.
"Türkistan” ile devam edeceğim ama geçen yazımda geçmesine rağmen “Türk Eli” kullanımına tarihî bir metnin tanıklığıyla örnek vermediğimi görüyorum. Önce onu hâlledelim. Eğer Farsça (-stan) takısının Türkçede tam bir karşılığı varsa bu “el/il” kelimesidir. “El”, herhalde başlangıçta birlikte yaşayan, göçebe hayvancılık yapan, bunun için de belirli bir uyum ve barış içinde olmaları gereken insan grubu anlamına geliyordu. Belki Hun etnik adının da kendisinden türediği “kün/küng” kelimesi gibi, “insanlar”, “halk” anlamı vardı ki bugün Türkçede yaşayan “Ele-güne karşı” deyiminde bu iki ilgili veya eşanlamlı kelimeyi hâlâ yanyana görmekteyiz. “Elkızı” deyiminde ise aileden olmayan, büyük gruptan, halktan gelen dolayısıyla da “yabancı” anlamı var ki, “El, elin ölüsünü türkü ile ağlar” atasözünde de kelimenin kazandığı bu yabancılık anlamı görülüyor.
“El” kelimesinin bir üst siyasî otoriteye bağlı, dolayısıyla birbirleriyle barış içinde olan halk bağlamındaki kullanımı ise “ülke”, hatta modern anlamda olmasa bile “devlet” anlamlarını da verir. Kelime bu anlamıyla Osmanlı dönemine de erişmiştir. Uzaktan görülen bir insan grubunun dost mu düşman mı veya belli bir siyasî otoriteye bağımlı mı bağımsız mı olduğunu anlamak için “İl misiniz, yağı [düşman] mısınız?” diye sorulurdu. Fazla dağıtmayayım ama “el/il” kelimesi zengin ve bazen birbiriyle çelişir görünen anlamlara sahip olan bir kelimedir; “halk”, “yabancı”, “ülke/devlet” anlamlarına gelir ki bu sonuncusunu başka bir “el” nezdinde temsil eden kişiye de “ilçi/elçi” denirdi, hâlâ da öyle.
Dadaloğlu’nun meşhur dizelerinde, “Kalktı göç eyledi Afşar elleri, ağır ağır giden eller bizimdir” dediği el, muhakkak ki topraktan bağımsız, orijinal anlamıyla, sadece bir halkı tarif eden bir kelimeydi ama Türkçedeki kullanımların giderek sabit yer adları için kullanıldığı da bir gerçek. Osman Bey’in yoldaşı Akça Koca’dan gelen Kocaeli, Şehzade Korkut’tan gelen Korkuteli, içteki (merkezdeki) elden İçel, dıştaki elden Taşeli, ağaç bulunan yerden Ağaçeli, paşanın oturduğu yerden Paşaeli… Osmanlı’nın kendi iç eli ise Bursa, Edirne, İstanbul yöreleriydi… Uzatmak tabii ki mümkün ama herhalde iktifa eder.
Bu “el” yardımı ile türetilen yer adlarından en çok bilinen ve en uzun ömürlü olanların başında Rumeli geliyordu. Şimdilerde sessiz sedasız “Avrupa yakası” denilerek en azından İstanbul’a mütealik kısmı tedavülden çekiliyor, kalan kısımları için de Trakya ve Balkanlar adlarını kullanıyoruz ama şükür, henüz “Avrupa Yakası Kavağı” veya “Avrupa Yakası Hisarı” demiyoruz ve “Rumeli” deyince epey bir insanın zihninde hâlâ bir coğrafya canlanıyor.
Rum etnik adından “Rumeli”ni türeten Osmanlı’da bir de Türk etnik adından türetilme Türk Eli var. “Bir” derken de, neyse o, sadece bir kaynakta geçiyor, o dönem için başka bir örneğini bulamadım! Söz konusu kaynak, Osmanlı’nın, Şâhnâme müellifi Firdevsî-i Tusî veya Firdevsî-i Farisî’ye cevabı olan Firdevsî-i Rumî’nin (Firdevsî-i Tavîl veya Uzun Firdevsî) 1503’te yazdığı Kutbnâme’dir. Lâkabı “Rum Firdevsî’si” olan bir kişinin “Türk Eli” gibi bir kelime kullanması veya icat etmesi de herhalde, ancak Osmanlı’da olurdu.
Firdevsî, mesnevi şeklinde yazdığı ve İbrahim Olgun ve İsmet Parmaksız tarafından yayına hazırlanan bu eserinde, 1501 yılında Osmanlı’nın Midilli Adası’na vaki olan Venedik-Fransız-İspanyol donanmasının hücumunu, tabii ki şair nasıl yaparsa yani destanlaştırarak ve şiir olarak anlatır. Bu herhâlde Kutbnâme’nin tarihî kaynak olarak değersiz olduğu anlamına gelmez. İşte, bu eserin çeşitli yerlerinde “Türk Eli” kelimesi defalarca geçmektedir. Önce dili bugünkü telaffuza biraz yaklaştırarak birkaç örnek vereyim, sonra da bu kelimenin hangi bağlamlarda kullanıldığına bakalım.
Avrupalı savaş beğlerinden biri güya şöyle diyor:
Dedi Türk’e olalım mı yağı biz
Türk Eli’ne basalım mı ayağı biz
Bu tip ortak Batı teşebbüslerinin olmazsa olmazı ve tuzu biberi Papa da olumlu tabii ki bu isteğe:
Vakittir edip hurucu çıkasın
Türk Eli’ni Kudüs’e değin yıkasın
Macar kralının ise oldukça orijinal yaklaşımları varmış:
Tuna suyun leşker ile geçelim
Kılıç ile Türk Eli’ni açalım
(…)
Tuna suyun tez gelip geçmek gerek
Türk’ün elinde şarap içmek gerek
Fakat sonu hüsran tabii ve herhalde Firdevsî’nin kendi müellif dilinden olacak, teşebbüsün yenilgisinden sonra sağlam bir kınama geliyor:
Kast ederdin Tuna suyun geçmeye
Türk Eli’nde hamr-i gül-gûn içmeye
Ne demeliyiz şimdi? Aşikâr ki, Firdevsî’nin “Türk Eli” dediği yer Osmanlı ülkesi. Öyle, Evliya Çelebi’nin Türkistan’ı gibi Anadolu’da da değil bu Türk Eli. O dönemde Macarlar ve Osmanlılar arasında ciddî bir fizikî sınır olan Tuna’yı geçince hemen erişiliyor, Balkanlar’dan başlıyor ve asla bir hayal ülkesi değil çünkü kılıç ile feth edilebiliyor, yakılıp yıkılabiliyor. Öte yandan, eğer “17. Yüzyıl başındaki papaların ülkeler coğrafyası bilgisi kıttı” türünden zorlama bir yorum yapmayacaksak, Firdevsî’nin Papa’nın ağzına koyduğu “Türk Eli’ni Kudüs’e değin yıkasın” sözüne ne buyurulur? Henüz Merc-i Dabık savaşı bile olmadı, Osmanlı Kudüs’ü bırakın Haleb’i, Şam’ı yönetmiyordu ki o sıra! Ola ki Firdevsî, Avrupalıların Türk ve Müslümanı birbirinden çok ayırmadığı bilgisine sahip olmuş olsun ve hızını alamayarak Müslümanların kutsal kentlerinden Kudüs’e kadar olan yerleri de bu Türk Eli’nin bir parçası yapsın. Her hâlükârda, Firdevsî’de geçen Türk Eli nitelemesi yer adı olarak modern zamanlarda yeniden dolaşıma girinceye kadar başkalarınca benimsenmemiş ve Türkistan kelimesinin kazandığı kadar dahi bir yaygınlık kazanmamış görünüyor.
Osmanlıların “Türkistan” yer adını ise, değişik dönemlerde ve herhalde kelimeye farklı anlamlar yükleyerek ama rahatlıkla kullandıklarını söyleyebiliriz. Burada dikkat çekilmesi gereken nokta, kelimenin Erken Modern Dönem veya daha önceki kullanımlarında göze çarpan dar veya kısıtlı kapsamdır. Koçi Bey veya Evliya Çelebi, Türkistan dediklerinde nereyi anlıyorlardı sorusuna verilecek en kestirme cevap kesinlikle imparatorluğun tümünü anlamadıklarıdır. Dolayısıyla 19. Yüzyılda, Türkistan kelimesinin Osmanlı İmparatorluğu’nun bütününü anlatır bir hâle gelmesinin ve tüm diğer ülkelerin Türkistan tarafından kapsandığının söylenmesinin imparatorluğun başka bir ışık altında yeniden algılanması ve tabii ki merkez çevre ilişkilerinin yeniden kurgulanması açılarından önemi büyüktür ama bu büyük konuya şimdi girmeyelim.
Türkistan kullanımının 20. Yüzyıla taştığı ve bahusus Anadolu’nun Türkistan olarak görüldüğü yolunda bir örnek vererek bu yazıyı kapatayım. Hatırat türünü ve özellikle Cemal Madanoğlu’nun ki gibi kanlıcanlı ve samimi anıları severim. 1933 yılında, Cizre Hudut Taburu Makineli Tüfek Komutanı Birinci Mülâzımı olarak Şark hizmeti yaptığı sırada Madanoğlu, Şehmuz Efendi adlı orta yaşlı, şakacı bir kişiyle tanışır. Sonrasını onun hatıratından nakledeyim.
“Baktım ki şakacı bir adam, ben de arasıra ona takılmaya başladım:
- Zatıâlinizin adı?
- Şehmuz.
-Nerelisiniz?
- Ceziretüş Şerefliyem…
- Anlayamadım?
- Bilemediniz mi? Öyleyse tayin-i cihet eyleyem begim…
Ve tayini cihet (bir yerin konumunu belirtmek) eyledi:
- Şarkaaan Orak (ırak) Hindistan… Garbeen Anadool Türkistan… Şimaleen yayla Kürdistan… Cenuben çöööl Arabistan…
Ben bakıyorum sessiz… Şehmuz:
- Mülâzım Efendi ne bakıyorsun? Yoksa bu memleketi beğenmedin mi? Bütün bu ülkelerin ortasında Ceziretüş Şeref [Ceziretü’ş-şerif, Cizre, HE] elektrik gibi neşr-i envar eyliyor. (ışık saçıyor…)”
Şehmuz Efendi’nin eğlenceli bir kişi olduğu anlaşılıyor. İsteyen herkes kendi küçük yerini merkeze alarak böyle bir konum belirleme yapabilir. İran’ı neden atlayarak şarkta uzak Hindistan’a gitmiş orasını bilmem ama bilmediğim bir şey daha var: Şehmuz Efendi, Anadolu’ya Türkistan derken acaba bir 19. Yüzyıl kullanımının etkisi altında mıydı yoksa ta Evliya Çelebi’den veya daha öncesinden kendi gününe kadar taşınan bir bilgiye mi yaslanıyordu?
19. Yüzyıl Osmanlıları “Türkistan” dediklerinde imparatorluğun bütününü kastediyorlardı ama yeniden kurguladıkları bu imparatorluğun kalbinde de giderek daha vurgulu bir şekilde Anadolu’yu görüyorlardı. Öte yandan, Evliya Çelebi’nin, Osmanlı bağlamında “Türkistan” dediğinde Anadolu’yu kastettiği ve imparatorluğun tümüne “Türkistan” demeyi hatır ve hayâlinden bile geçirmediği ise müsellem bir keyfiyettir. Dolayısıyla kesin bir yargıda bulunmak güç, daha fazla tarihî tanıklığa ihtiyacımız var ama benim oyum Şehmuz Efendi’nin 19. Yüzyıldan çok daha gerilere giden bir kullanımın mirasçısı olduğu yönünde. Hangisi söz konusu olmuş olursa olsun kesin olan bir şey var ki, Şehmuz Efendi’nin bu şakayı yaptığı dönemde hem Anadolu bir coğrafya olarak yeniden kurgulanmış hem de “Türkistan” kullanımı tam bir antika hâline gelmişti.