Osmanlı’da Oğuz destanını ve kabilelerin jeneolojik ilişkilerini en iyi bilenlerden biri tarihçi Neşrî’ydi.
Geçmiş, tarih ve hafıza kavramlarının aralarında bir ilişki olduğu muhakkak. Bunlardan geçmiş ve tarihi birbirlerinin yerine kullanmak ise yaygın bir alışkanlık. Oysa tarih, geçmişin birebir aynısı değil, istesek de olamaz. O yüzden bazı tarihçilerin, çalışma alanları olan geçmiş hakkında kestirip atmaları hep tuhafıma gitmiştir. Birkaç defa da söyledim galiba, “masanın üzerine vurulan bir yumruk kesinliğindeki” bir tarih anlayışından ve o anlayışın gerektirdiği otorite tavırlarından pek bir şey anlamıyorum. Tarihçi de olsa bir kişi, bin sene öncesini kesin bir şekilde nasıl bilebilir ki? İşte bu noktada, bir tür hafıza alternatifi veya yapma bellek olarak “tarih” devreye giriyor. Ömrümüzün sınırlarını ve doğal hafızamızın maluliyetlerini tarih ile aşmaya gayret ediyoruz. Fakat nasıl biliyoruz tarih vasıtasıyla geçmişi?
“Kaynaklar” diyelim kısaca. Ama onların da sorunları var, hem de çok. Tarihle uğraşmanın büyük bir kısmı bu kaynakları tasnif etmek, iç ve dış kritiklerini yaparak sahiciliklerini tesbit etmek, tarihlendirmesini yapmaya çalışmak, kimin, kimler için hangi koşullarda ve ne amaçla ürettiğini anlamaya çabalamakla geçiyor. Kaynağı, o eleştiri süzgeci dediğimiz nesneye tâbi kılıyor ve yeni öğrendiğimiz bilgi parçalarının eski bildiklerimizle ilişkisini kurmaya çalışıyoruz. Disiplinin “zanaat” kısmı diyelim.
Bunlara riayet etmeye gerek duymaksızın “sanat” faslına geçen amatörce çalışmalardan çok uzak bir çalışma, hem de doğrudan Oğuz Kağan Destanı adı altında meğerse birkaç ay önce Tufan Gündüz dostumuz tarafından yayınlanmış. Gündüz, Reşideddin Oğuznâmesi’nin yeni bir çevirisini yapıyor ve Uygurca varyant ile Yazıcızâde’ki “Oğuz Kağan’dan öğütler” kısmını günümüzün Türkçesiyle veriyor. Bu kaynak yayınına notlar ve toparlayıcı bir önsöz de eşlik ediyor. Bir solukta okudum ve gerekli notları aldım. Bazı hususlarda farklı düşünüyoruz ama çok yararlı bir çalışma olmuş.
Ne diyorduk? Ahmedi’de ve çok daha belirgin bir şekilde Aşıkpaşazâde’de Osmanlıların kabilevî orijinlerine ait başka bir rivayet vardı. Tarihçiler kaynaklarını değerlendirirken, yazarın yazdığı konu hakkında yeterince bilgili olup olmadığını da gündeme getirirler. Aşıkpaşazâde, hangi boyun hangi atadan türetildiği yolundaki efsaneleri yeterince bilmiyor ve meselâ “Gök Alp nesli” derken Gün Han ile bir karıştırma mı yapıyordu? Olabilir mi hakikaten şöyle bir şey? Sanmıyorum ama Aşıkpaşazâde’nin metninde Oğuz destanını, değişik Oğuz boyları arasındaki jeneolojik ilişkiyi ve hiyerarşiyi doğrudan konu edinen herhangi bir kısım da yok. Sadece, eserinin başında verdiği hayâli Osmanlı jeneolojisinde Gök Alp, babası Oğuz ve onun da babası Kara Han’ın adları geçiyor.
Peki, bunları çok iyi bildiği kesin olan bir başkası da vurgulu bir şekilde Gök Alp diyorsa? İşte bunun için de Kitâb-ı Cihan-Nümâ adlı eserini yine II. Bayezid döneminde veren Mehmed Neşrî’ye müracaat etmek yeterlidir. Bugünkü ölçülerle yaklaşırsak, adını hiç anmadığı için Aşıkpaşazâde’nin eserini iktibasdan çok intihal ettiğini söyleyebileceğimiz Neşrî, aslında bilim ve tarih felsefesi üzerine kafa yoran, Arapça, Farsça ve Türkçe kaynakları kullanan ve bunlar arasındaki uyuşmazlıkları gidermeye çalışan bilgili bir tarihçiydi. Kullandığı bazı orijinal kaynakların bugün kaybolmuş olmasından dolayı, eseri, özellikle Karahanlılar için artık birincil kaynak niteliği taşımaktadır. Tartıştığımız konu açısından ise, Ahmedi ve Aşıkpaşazâde’nin yanı sıra Reşideddin ve Kayı rivayetinin ilk destekçisi Yazıcızâde’yi de kullanmıştı.
Hayatın, gerçi ilmin sebebi olduğunu ama âlemlerin yaratıcısının ilmi, hayatın sebebi kıldığını söyleyen ve bunu “Zira hayat bilâ-ilm memattan eşeddür” (Zira ilimsiz hayat ölümden zordur) sözüyle açıklayan Neşri’nin Oğuz destanı ve jeneolojisi üzerine geniş bir bilgisi vardır. Eserinin birinci bölümü “Evlâd-ı Oğuz Han ve Ensâb-ı Oğuz Han Beyanındadır” başlığını taşır. Oğuz destanını güzelce özetlemiştir. Oğuz Han’ın ölümünden sonra başa geçen Gün Han’ın, kendisine hiçbir işte karşı çıkmamaları için kardeşlerinin arasında damgayı koyduğunu söylüyor. Gün Han’ın ölümü üzerine de yerine büyük oğlu Kayı Han geçmiş. Babası ve dedesinin yolundan sapmamış, pek çok ülkeye akınlar yapmış. Saltanat, nesilden nesile onun çocuklarının elinde kalmış fakat “zamanla meysereden [sol kol] Salur bin Dağ Han bin Oğuz nesline intikal” etmiş ve bunlarla Fars Kisraları arasında, Hazreti Muhammed zamanında, cahiliye döneminde büyük savaşlar ve katliamlar olmuş. Bunun, Batı Türk Kağanlığı zamanında Sasanilerle yapılan savaşlardan bir iz olması çok mümkün ama orada duralım.
Görüldüğü gibi, Neşrî’ye göre Gün Han- Kayı kolu, Oğuz’un en büyük oğlunun koludur ve çok uzun bir süre yönetim de onların elinde kalmıştır. Ne var ki, Neşrî, göçebe Türk imperium’unda üstünlüğün Oğuz hanedanının başka dallarına geçebileceğinin de farkındadır. Üstelik Salur boyu, saltanatı devralan tek boy değildir. Başka bir yerde de kaynaklarından aktarma yaparak, “Bi’l-külliye saltanat-ı Türk Han, selâtin-i Selçukiyye’ye intikal etti. Bunlar meyseredendür. Kınık bin Dingiz [Deniz] Han ibn-i Oğuz neslindendür” diyor.
Dolayısıyla üstünlüğün hep Gün Han- Kayı’da kalması gibi bir durumun söz konusu olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Dede Korkut destanî hikâyelerinde de Hanlar Hanı’nın, Gök Han kolundan Bayındır olduğu fakat asıl gücün Dağ Han kolundan Salur Kazan Bey’de bulunduğu bir düzen resmedilmektedir. Fazla dağılmaksızın, bu kaynakta Bozoklar’a Taş [Dış] Oğuz, Üç Oklar’a İç Oğuz dendiğini ve siyasî üstünlüğün, Reşideddin’in aksine, hep İç Oğuz’a ait olarak gösterildiğini kaydedelim. Dede Korkut’un sonuncu destanı, “İç Oğuza Taş Oğuz Asi Olup Beyrek Öldügi Boy” adını taşır.
Peki, yazdığı Osmanlı tarihini uzak bir coğrafya ve zamandaki Oğuz destanıyla başlatan ve hem Gök Han hem de Gün Han rivayetlerini içeren kaynakları kullanan Neşri’nin kendisi bu hususta ne diyordu? “Şol vakıt ki Sultan Mahmud bin Sebüktekin, Âl-i Selçuk’ı yüz bin miktarı etrâkle Horasan’a geçürdi idi, Âl-i Selçuk’a müntesib olan etrâkden Gök Alp Han evlâdından tavarlu ve rızklu bir tâife bilâd-ı Ermeniyye’den nevâhi-i belde-i Ahlat’a nüzûl idüp yüz yetmiş yıl mikdarı tâ Cengiz Han hurucuna dek anda kaldılar.”
Moğollar, İran’a saldırınca bu göçer evli Türklerin başı olan Kaya Alp oğlu Süleyman Şah, kendine bağlı elli bin evi alarak Anadolu’ya göç etmiş. İşte, Ertuğrul’un babası ve Osman Bey’in dedesi olan kişi bu Süleyman Şah’mış.
Her iki rivayeti ve tabii ki Oğuz boyları jeneolojisini iyi bilen Neşrî’nin Yazıcıoğlu’nun Kayı görüşüne itibar etmemiş olması, üstünlüğün Kayı’dan sonra Üçoklardan Salur ve Kınık boylarına geçtiğini bilen biri için çok da şaşırtıcı olmasa gerektir. Yazıcıoğlu’na geleceğiz, ama bu soy- boy konusunun belirli bir önem taşıdığı 15. Yüzyılda, Kayı olmanın gerekli olarak bir avantaj sağlamadığını belirtelim ve Behcetü’t-Tevârih yazarı Şükrullah’ın tanıklığına da yer verelim.
Şükrullah, 1449’da, II. Murad tarafından Karakoyunlu Hükümdarı Cihanşah’a elçilikle gönderilmiştir. Cihanşah, bir gün ona, Sultan Murad’ın kendisinin hem ahret kardeşi hem de akrabası olduğunu söylemiş. Bunu kanıtlamak için de kendi tarih okuyucusu Mevlana İsmail’in çağrılmasını ve “Oğuz tarihi”nin getirilmesini istemiş. Moğol yazısıyla yazılan bu kitaba göre, Oğuz’un Gök Alp, Yer [Dağ] Alp, Deniz Alp, Gün Alp, Ay Alp, Yıldız Alp adlı altı oğlu varmış. Cihanşah şunları söylemiş: “Kardeşim Sultan Murad’ın nesebi Oğuz oğlu Gök Alp’e ulaşıyor. Gök Alp oğulları, Kızıl Boğa oğlu Kaya Alp oğlu Süleyman Şah oğlu Ertuğrul’a kırk beşinci göbekte erişmiştir. Kara Yusuf’un [kendi babası] nesebi ise kırk birinci göbekte Deniz Alp’e erişmektedir (…) Kardeşim Sultan Murad’ın nesebi bizim nesebimizden ağadır. Gökle denizin arasında fark olduğu gibi.”
Önce Timur, sonra da Akkoyunlular karşısında Osmanlı’ya dayanan Karakoyunluların, gerçek hayatta tanıdıkları Osmanlı üstünlüğünü, Oğuz ensâb geleneğinin sağladığı kolaylıklar sayesinde kâğıt üzerinde de tanımakta bir sıkıntıları olmazdı herhalde. Bu anekdotta ilginç olan şu ki Cihanşah, Osmanlıların mensup olduğu spesifik boyu zikretmediği gibi kendi boyunun adını da vermiyor. Sadece efsanevî atalar Gök Han ve Deniz Han’dan bahsedilmesi maksudun hâsıl olması için yeterli olmuş görünüyor. Bu durumun nedenleri hakkında ancak bazı tahminler ve yorumlar yapabiliriz. Belki, 15.Yüzyılın yarısında, bir zamanlar anlamlı olan boy aidiyetlerinde bir çözülme ve bununla birlikte gelen bir ilgisizlik ve bilgisizlik söz konusudur. Belki de bir kayıt sorunudur ve Şükrullah bu kadarını kaydetmeyi kâfi görmüştür.
Öte yandan, Cihanşah’ın, Osmanlı kroniklerinde kaydedilen Osmanlı atalarının bazılarını sayması, Osmanlı geleneklerinden haberdar olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla, Gök Alp’ten bahsetmesi de o geleneklerin bir yansıması olabilir. Moğol harfli Oğuz tarihinin ise Uygurca Oğuznâme olma ihtimali yüksek. Eğer öyleyse burada söz konusu olanın da destanî bir eser olduğunu söyleyebiliriz. Her hâlükârda, Şükrüllah, diplomatik nezakete halel getirmemiş ve “Bizde farklı rivayetler de söyleniyor” yollu bir şey dememişe benziyor. Belki o da bilmiyordu.