Tam adı Hulâsatü’l-Kelâm fî Reddi’l-Avâm olan ama daha çok “Koca Sekbanbaşı Risalesi” adıyla tanınan eser bir yönüyle köklü nasihat-nâme edebiyatına yaslansa da aslında siyasî bir propaganda metniydi. Döneminin konuşma diline yakın canlı bir dille kaleme alındığına bakılırsa, III. Selim’in uygulamaya koyduğu Nizam-ı Cedid’i, Osmanlı seçkinlerindense, geniş halk kitlelerine anlatmayı hedeflemişti. Hatta amacı, “bir müddetten beri” “kendi üzerlerine hiç lâzım olmayan sözlerle kahvehane ve berber dükkânları ve meyhanelerde” devleti çekiştiren ve kötüleyen “avâm-ı nas”ın dediklerini çürütmek olduğu için bir bakıma bir karşı-propaganda metni bile denilebilir. Halk için bir nasihat-nâme de diyebiliriz.
Devletin nizamının bozulmasına zaten bu durum sebep olmuş. Görünürde Müslüman olup aslında “mesele-i taharetlerinden habersiz” olan manav, bakkal, kayıkçı, balıkçı ve hamal türü birtakım insanların devlet işlerini konuştukları için tedibi, hatta “nizam-ı âlem için siyasetleri” (idamları) gerekse de “hasbeliktiza” yaptıkları görmezden geliniyormuş. Yine de onların bu edepsiz hâllerinin sergilenmesi ve konuştukları konulardaki gerçek durumun gösterilmesi için padişah bir risale yazılmasını istemiş. Risalenin yazarı da Nizam-ı Cedid karşıtlarıyla giriştiği “topsuz ve tüfeksiz” tartışmalarını aktararak eserini oluşturmuş.
Bu amaçla yazılan bir risalenin elyazması olarak kalmayacağı ve baskı için hazırlanmış olduğu güçlü bir ihtimaldir. Ne var ki Hulâsatü’l-Kelâm III. Selim döneminde hiç basılmamıştır. Fakat İngilizce tam metin çevirisi, William Wilkinson’ın Eflak Beyliği hakkındaki 1820 tarihli kitabında verilmiştir. Metin kısa bir süre sonra, 1828-29’da Esad Efendi’nin Üss-i Zafer’inde genişçe kullanılmıştır. Aynı şekilde, Ahmed Cevdet Paşa da Tarih-i Cevdet’te bir özetini yapmıştır. Ebuzziya Tevfik’in Numune-i Edebiyat-ı Osmaniye’sinde de kısmî olarak yayınlanan Hulâsatü’l-Kelâm’ın Osmanlıca tam metin olarak kamunun önüne çıkması Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası’nın eki olarak yayınlandığı 1910 yılını bulmuştur.
Üzerinde çok konuşulan ve tartışılan bu metin 1974’te Sayın Abdullah Uçman tarafından yayına hazırlanmıştır. Bu yayının, döneminde bir ihtiyacı karşılamasına ve çok faydalı olmasına rağmen Hulâsatü’l-Kelâm’ın tam bilimsel yeni bir yayınının yapılmasında büyük fayda vardır. Bendeniz de 1995’te arşivde, yeniçeriliğin ilgasına ait ferman kopyaları arasında bu metnin eksik bir nüshasını buldum ve üzerine sonra bir de makale yazdım çünkü bu arşiv nüshasında, metne düşülmüş son derece ilginç derkenarlar bulunmaktaydı. Daha sonra da Aysel Yıldız bana, arşivde bulduğu bir parçayı daha ulaştırdı ama onda derkenarlar yoktu.
O makalemde bu derkenarların birinde olan 1222 tarihini bütün Hulâsatü’l-Kelâm’ın yazılış tarihi olarak algılamakta ise hata etmişim. 1222 yılının sadece son ayı 1808 milâdî yılına denk geldiği ve daha da önemlisi III. Selim 29 Mayıs 1807’de tahttan indirildiği için, Nizam-ı Cedid’i hararetle savunan bu metnin, Nizam-ı Cedid’in ilgasından sonra onun halefi IV. Mustafa’ya sunulmayacağı varsayımıyla yazım tarihini 1807 olarak kabul etmiştim.
Başı ve sonu olmayan, üstelik arşivciler tarafından üzerine iyice yanlış olarak 1241 (1826) tarihi atılan bir belgenin aslında Koca Sekbanbaşı risalesinden geldiğini teşhis etmek ve II. Mahmud değil, III. Selim dönemine ait olduğunu tesbit etmek de bir şeydi ama hata, hatadır. Derkenardaki tarih, evvelemirde derkenarın yazıldığı tarih olmalıdır. Otomatik olarak niçin tüm metnin tarihi olsun ki? Bahusus, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nde dikkat çekildiği gibi Hulâsatü’l-Kelâm’ın metninde 1217 (1802-1803) yılı için “geçen sene” ifadesi kullanıldığı ve orada anlatılan hadisenin 1803 yılı kışına ait olduğu dikkate alınırsa, eserin yazım yılının da 1804 olması ihtimali çok ağırlıklıdır. Hele, risaleyi kimin yazdığına dair araştırmaların ve tartışmaların sonradan geldiği nokta dikkate alınırsa 1807 yılının iyice bir imkânsızlık olduğu ortaya çıkıyor.
O tartışmaya da kısaca değineyim. Ben makalemi Finlandiya’daki bir toplantıda, 1997’de tebliğ olarak sunmuştum. Basılması birkaç yılı buldu. Orada, Wilkinson’da bulunan ve risalenin, “Çelebi Efendi, danışman, devlet nazırı” tarafından yazıldığını söyleyen kayda dayanarak, başta merhum Niyazi Berkes olmak üzere, daha başkaları gibi ben de Hulâsatü’l-Kelâm’ın Çelebi Efendi lâkabıyla bilinen Mustafa Reşid Efendi tarafından yazıldığını düşünmüş ve risaledeki bazı otobiyografik bilgi parçaları ile onun biyografisini bir araya getirme denemeleri yapmıştım. Aynı dönemde Sayın Ali Birinci ile Kemal Beydilli Hocamız arasında bu müellifin kim olabileceğine dair canlı bir tartışma yaşanmıştı.
2005’te ise Kemal Bey, Esad Efendi’nin Üss-i Zafer’indeki kayıtları zikrederek bu müellifin Vakanüvis Vâsıf Ahmed Efendi olduğunu yazdı ve “Esad Efendi, Cevdet Paşa dâhil herkesi mahcup etmiştir!” dedi. Cevdet Paşa’dan başlayarak tarihçilerin Üss-i Zafer’i dikkatle veya tam olarak okumadığını dile getiriyordu ve tabii ki haklıydı. 1791’de Osmanlı- Rus savaşı sona doğru yaklaşırken Maçin yenilgisi üzerine, Osmanlı ordusu, artık savaşacak hâli kalmadığının İstanbul’a bildirilmesini Sadrazam Koca Yusuf Paşa’dan istemiş, sadrazam da bunu yazamayacağını söylediğinde subaylar toplu bir dilekçeyi (mahzar) kendilerinin yazacaklarını söylemişlerdir. İşte, Beydilli’nin de dikkat çektiği gibi Hulâsatü’l-Kelâm yazarının bu dilekçeyle ilgili olarak “kalemimle olmuştur” demesi onun kimliğinin tesbiti için çok önemlidir.
Esad Efendi ise bu hadiseyi anlattıktan sonra Vâsıf Efendi’yi kastederek “Hatta mahzar-ı mezbûr müverrih-i mûmâileyhin kalemiyle mestur olduğu kendisinden mervidir” diyor. Yani söz konusu dilekçenin onun kalemiyle yazıldığı yine kendisinden rivayet olunuyormuş. Esad Efendi, burada, mahzarı yazdığını kendisine söyleyen Vâsıf için neden hafif de olsa şüphe uyandıracak şekilde “mervidir” diyor ve daha az muğlak bir ifade kullanmıyor, mesela “mesmudur” (işitilmiştir) demiyor, bunu bilemiyorum. Dahası, Vâsıf Efendi’nin biyografisi ile Hulâsatü’l-Kelâm’daki otobiyografik pasajların birebir örtüşmesi söz konusu değil. Fakat bir şüphe varsa bu ancak mahzarı Vasıf’ın yazdığı hakkında olabilir çünkü Esad Efendi, iki ayrı yerde Hulâsatü’l-Kelâm’dan alıntı yaparken adını vermese de bu risaleyi Vâsıf Efendi’nin yazdığını söylüyor.
Dolayısıyla, Hulâsatü’l-Kelâm’ın yazarının kim olduğu meselesine, tabii ki aksine bir bilgi çıkıncaya kadar, artık çözülmüş gözüyle bakabiliriz. İşte böyle olunca da benim 1222 / 1807 tarihlemem gerçekten bir imkânsızlık oluyor çünkü Vâsıf, Ekim 1806’da ölmüştür. Öte yandan, Sayın Mücteba İlgürel’in, risalenin “asıl adının Muhassenât-ı Asker-i Cedîd olduğu tesbit edilmiştir” şeklinde, Diyanet İslâm Ansiklopedisi’nde vardığı yargıya katılamıyorum. Her şeyden önce, risalenin adının ne olduğu metnin girişinde gayet açık olarak veriliyor. Esad Efendi’nin, “Vâsıf Efendi muhassenât-ı asker-i cedîd zımnında risâle-i mahsûsasında tahrîr eder icmâli şudur ki” ifadelerinden, risalenin adının Muhassenât-ı Asker-i Cedîd olduğu çıkmaz ki… Esad sadece, Vâsıf’ın risalesinde yeni ordunun faydalarını anlatmak amacıyla yazdıklarını özetliyor.
Görüldüğü gibi Osmanlı tarihçiliği zor. Tarihçilerin mesaisinin önemli bir kısmı anonim yazarların kimliklerini tahmin ve tesbit etmek veya tarihsiz belgelerin ne zaman yazıldığını bulmak gibi en temel konularla uğraşmaya harcanıyor. Yukarıdaki örnekte bu çapaklar nihayet ortadan kalktığı için şimdi gönül rahatlığıyla sorabiliriz: Osmanlı devletinin resmî vakanüvisi Vâsıf Ahmed Efendi, halk tabakasına Nizam-ı Cedid propagandası yaparken nasıl bir “tarih” anlatmıştı acaba? İşte bu noktada metin gerçekten cümbüşlü bir hâl alıyor. “Halk (veya Türk) bunlar, doğrusunu nereden bilecekler?” gibisinden bir düşüncenin eseri midir, nedir, Vâsıf, tarihçi olarak pekâlâ doğrusunu bilmesine rağmen inanılması güç çarpıtmalara imza atmış bulunuyor. İsterseniz daha süslü ve kibar ifade edeyim: Vâsıf, tarih malzemesini büyük bir özgüvenle hamur gibi yoğuruyor, kurgusal bir zemine çekerek bizlere türler arası nefis bir alternatif tarih yaklaşımı sunuyor… Sonuç pek değişmiyor. Yeniçeri ordusunu Kanuni Sultan Süleyman’a kurdurttuktan sonra…
Şaka gibi ama Hulâsatü’l-Kelâm, hem de pek çok yerde aynen bunu söylüyor. Risalede kendisini yeniçeri oğlu yeniçeri ve 1733 / 34 yılından beri seferlere katılmış 87 yaşındaki tecrübeli bir ihtiyar olarak gösteren Vâsıf, bunu tabii ki belirli bir kurgu içinde yapıyor. Dediğine göre, kendi günündeki yeniçeriler, neden yeni bir orduya gerek olduğunu sorguluyor ve “Âl-i Osman askeri kılıç ile dünyayı fethettikleri vakitte Nizam-ı Cedid askeri yoktu. (…) Bunlara hâcet yoktur. Hemen bize düşmanı göstersinler, dalkılıç olur düşman ordusuna dalarız, harab ederiz ve kralın tâcını, tahtını başına geçirip Kızıl Elma’ya dek gideriz” diyorlarmış.
Yazarımızın bu görüşlere cevapları ilginçtir. Buna göre, Kanuni zamanına gelinceye dek “Frengistan devletlerinin ve cumhurlarının birinde süratle top atmak ve çabuk çabuk tüfek kullanmak ve küçük topları tüfek gibi âsân (kolayca) kullanmak” ve savaş talimleri etmek gibi sanatlar olmayıp “bayağıca perişan-hâl askerle bizimle cenk” ederlermiş. Savaşlarda galibiyet de genellikle Osmanlı tarafında kalırmış. Fakat Tanrının hikmeti, nasılsa Kanuni, Nemçe seferinde üst üste birkaç sene sürekli olarak yenilince bu bozgunluğun, düzensiz olan “askerimizden” kaynaklandığını anlamış ve “nizam ve intizamlı asker ocaklarını ihdas” ederek yeniden asker yazmaya başlamış. Bu asker, yeniçeriler oluyor tabii…
O zaman da “dirliksiz taifesinden bir alay” şuursuzlar bu kurulan ocak, asker ve kanunu beğenmeyip tezvirata başlamışlar:
“Dünya filasl yeniçeri ile mi fetholundu? Sekban, acemiyan ve sair gönüllüyan ile fetholundu. Bu nasıl ocaktır, yazılan askerlerin kıyafetleri bizim gördüğümüz ve işittiğimiz şeyler değildir. Çorbacı ve odabaşı kalafatları nedir? Ve saka, aşçı ve karakullukçu kıyafetleri ve sair esvapları nasıl acayip şeylerdir.”
Dedikoduları böyle çoğaltıp “Yeniçeri Ocağı’na yazılan ve yazılacak askeri iğfal” ettikleri için “bir günde yüz adam yazılmış olsa ertesi günü iki yüzü kaçmaya” başlamış. Kanuni de Hacı Bektaş Veli’nin evladından ve onun postunda oturan birinin zamanın kutbu olduğunu haber alınca onu Anadolu’dan getirtip, yenilgi hâlini anlatmış ve Müslümanların galip gelmesi için ocağı kurduğunu söylemiş. Ocaklara yazılan askerlerin kaçmaması ve sebat etmesi için dua talebinde bulunmuş. O zat da ocağa giderek dua edince, yeniçeriler “Bizler Hacı Bektaş köçekleri olduk” demiş ve artık ocaktan kaçmamışlar. “Böyle başı bağlı ve o vakte göre nizamlı asker” ile düşman üzerine gidilince zaferler kazanılmış. Düşman kralları da vaziyeti görüp, akıllı adamlarını belli bir yerde meşveret ettirmişler. Meselenin Osmanlı askerini ordularına sokmamak olduğunu anlamış ve çare olarak ateş gücü yüksek düzenli ordular kurma yoluna gitmişler.
Hikâyenin tabii ki arkası var ama bu kadarı kâfidir. Halkın anlayacağı şekilde herhâlde şu mesajlar verilmek isteniyordu: Kanuni gibi bir padişah, Avusturyalılara karşı sürekli yenildiğine göre şimdilerde yenilenlere o kadar kabahat bulmayalım. O, çareyi, kendi döneminin düzenli ordusu olan Yeniçeri Ocağı’nı kurmakta gördüyse şimdi de aynısı olmalıdır. Halkın gönlünü Nizam-ı Cedid’e ısındırmak gibi yüce bir amaç söz konusu olduğunda tarihî gerçeklerin kurban edilmesine de kimseler itiraz etmezdi herhâlde.