Musul üzerindeki “Osmanlı egemenliği”, bir anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisinden bile daha uzun ömürlü olmuştu.
Osmanlı İmparatorluğu ve İtilâf Devletleri arasındaki mütareke 30 Ekim 1918’de Mondros’ta imzalandığında Musul kent merkezi ve Musul vilâyetinin büyük kısmı hâlâ Osmanlı askerî kontrolü altındaydı. Sadece, Musul’a bağlı olan Kerkük 26 Ekim tarihinde İngiliz ordusunca işgal edilmişti ki bu da, Musul’daki 6. Ordu komutanı Ali İhsan [Sâbis] Paşa’nın verdiği çekilme emrinin sonucunda olmuş, İngilizler, boşaltılmış şehre direnme görmeksizin girmişlerdi.
Ali İhsan Paşa, asıl amacının, mütarekenin her an beklendiği bir ortamda, “tedricî oyalama ve çekilme” savaşları yaparak Musul’u elde tutmak olduğunu hatıratında etraflıca anlatır. Askerî vaziyetin iyice kötüleştiği bir anda İstanbul’dan “ferahlatıcı” bir telgraf alır, mütarekenin imzalandığını bildiren telgraf “yıldırım” gibi yetişmiştir. Böylece, İngilizler, en stratejik hedeflerine, Kayyara’daki petrol kuyularına ulaşamadan ateşkes imzalanmış olur.
Ne var ki, Ali İhsan Paşa’nın protestolarına rağmen Britanya ordusu ileri harekâtına devam etmiş ve 4 Kasım günü süngülü bir vaziyette kentin önünde bekleyen Osmanlı birlikleriyle yüz yüze gelmişti. Bu sıkışık durumdayken İstanbul ile yazışan Ali İhsan Paşa’ya Sadrazam ve Harbiye Nazırı İzzet Paşa çatışmaya girmemesini ve mecburiyet durumunda çekilmesini bildirince aslında yapacak bir şey kalmamıştı.
Ali İhsan Paşa yine de 6 Kasım günü İngilizlerin Irak Komutanı William Marshall ile bizzat görüştü ve Musul’un işgalinin meşru olmadığını anlatmaya çalıştı. Marshall ise önce Mondros’un 16. Maddesi uyarınca tüm 6. Ordu’nun teslimini istedi, bu kabul edilmeyince de İtilâf Devletlerinin her müşkül durumunda imdadına koşan meşhur ve sihirli 7. Madde’yi öne sürdü. Musul, stratejik açıdan önemli olduğu için işgal edilecekti. General Marshall, İngiliz filosunun İstanbul’u işgalinin de aynı maddeye dayandığını ve bunun Osmanlı hükümetince kabul edildiğine dikkat çekti. Ali İhsan Paşa, “Bu doğru lâkırdı ve mantık mucebince biz de Musul’u terk zaruretini kabul etmiştik” diyor ama hemen belirtelim ki askerî bir işgal, Musul üzerindeki Osmanlı egemenlik hakkının devredilmesi gibi bir anlama gelmiyordu aynen İstanbul’da gelmediği gibi...
Nitekim 10 Kasım’da başlayan fiilî işgale karşın Musul üzerindeki “Osmanlı egemenliği”, bir anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisinden bile daha uzun ömürlü oldu. Şöyle ki, bu egemenlik, saltanatın 1922’deki ilgasıyla önce TBMM Hükümeti’ne, Cumhuriyet’in ilânıyla da Türkiye Cumhuriyeti’ne geçmiş ve ancak 1926 Ankara Antlaşması’yla Britanya mandası altındaki Irak’a devredilerek son bulmuştur.
Tabii ki o noktaya da çok kolay gelinmemişti. Türkiye’nin ısrarlı plebisit isteklerini ve Musul’un kaderinin Musul ahalisi tarafından belirlenmesi tekliflerini Britanya’nın reddetmesi üzerine Lozan Konferansı’nın tümden tıkanma tehlikesi belirmiş, dolayısıyla “dostane” bir çözüme ulaşmaları tavsiyesiyle mesele Britanya ve Türkiye’ye havale edilmişti. Haziran 1924’te Haliç Konferansı denen toplantılar sonuçsuz kalınca dokuz aylık bu süre zarfında çözüm gelmedi ve sorun, kararlaştırıldığı gibi Milletler Cemiyeti’ne götürüldü.
Milletler Cemiyet’i, 29 Eylül 1924’te sonradan kullanılacak olan bir sınır tesbitinde bulunarak Irak ve Türkiye arasında bir “statüko hattı” çizdi ama sorunu çözemedi. Tarafsız ülke temsilcilerinden bir komisyon oluşturulmuştu ama Britanya’nın Milletler Cemiyeti’nde tartışılmaz bir ağırlığı vardı. Dolayısıyla eski Macar Başbakanı Kont Teleki’nin başkanlığındaki komisyon şeklen tarafsızlığını korusa ve yasal olarak Türkiye vazgeçinceye kadar bölgenin Türkiye egemenliğinde olduğunu kabul etse de esas olarak, özellikle de sınır konusunda, Britanya’nın tezlerine yakın duran 93 sayfalık bir rapor yazdı. Rapor bölgenin bölünmeksizin Irak’a bırakılmasının daha yerinde olacağı yönündeydi ve eğer bir bölünme olacaksa Küçük Zap suyunun çizdiği hattın sınır olmasını ve sulama meselesinin çözümü için Diyale yöresinin kesinlikle Irak’a bırakılmasını tavsiye ediyordu.
Kısaca komisyonun önerdiği şartlı bir devirden başka bir şey değildi. Bu şartların Irak’a yönelik olduğu ve Irak’ı daha uzun yıllar Britanya mandası altında tutmak için tasarlanmış bulunduğunu söyleyelim. Bunlara göre Irak 25 yıl daha Milletler Cemiyeti, pratikte, Britanya mandası altında kalmalıydı. Bölgedeki Kürt nüfusun kendi dillerini kullanabilmelerine ve Kürt memurların tayinine imkân tanınmalıydı. Burada hemen not edeyim ki raporda Türkçe’nin geçmemesi Türkiye’nin hâlâ egemen devlet olarak görülmesinden kaynaklanıyordu. Komisyona göre, o sırada yürürlükte olan Britanya- Irak antlaşması 4 yıl sonra sona erdirilirse ve bundan dolayı Milletler Cemiyeti kontrolü ortadan kalkarsa ve Kürtlere belirli yerel yönetim garantileri verilmezse, halkın çoğunluğu Arap değil Türk egemenliğini isterdi. Böyle bir durumda “tartışmalı arazinin” Türkiye egemenliğinde kalması çok daha avantajlı olurdu.
Milletler Cemiyeti Konseyi 16 Aralık 1925’te toplandı ve bu raporu dikkate alarak Irak lehine karar verdi. Burada ilginç olan nokta ise, uzmanlığı Musul meselesi üzerine olan Uğur Sipahioğlu dostumuzun dikkat çektiği gibi Türkiye, raporu protesto etmiş ve bu toplantıya katılmamıştı. Raporda, Türkiye’nin egemenlik hakkı teslim edildiği ve Türkiye devredinceye kadar Musul’un yasal açıdan Türkiye’nin egemenliğinde kalacağı belirtildiği için Milletler Cemiyeti kararı kadük kalmaya mahkûmdu. Britanya’nın Irak adına tekrar müzakere masasına oturmasının nedeni tam da buydu.
Türkiye kamuoyunun Musul’u o sıralarda tam bir “millî mesele” olarak gördüğünü de not edeyim. Meselâ, 8 Ağustos 1925’te Karagöz’de çıkan meşhur bir karikatürde, Cemiyet-i Akvam kapısına ilerleyen ve sağrısında “İngiliz Mandası” yazısını ve sırtında “Musul” kızını taşıyan insanımsı yüzlü bir manda gösterilmiş. (Bu tipin adı Kikirik’tir) Gazi de kızın elini tutarak engellemeye çalışıyor. Alt yazı, “İngiliz Mandası O kapıdan Giremez!” şeklinde. Karagöz ise “Nafile çalışmayın efendiler, bu kız üzerinde iken bu manda o kapıya giremez. Verin bize kızı o gitsin gideceği yere!” demekte.
Hamaset seviyesi yüksek bir yazı için de 18 Ekim 1925 tarihli Resimli Gazete’ye bakalım; başlık “(Musul) u Yeni Bir (Mısır) Hâlinde Bırakmayacağız!” şeklinde. Yazısı ise şöyle: “Osmanlı İmparatorluğu zamanında halkımızın asabı gevşetilmiş, hisleri uyuşturulmuştu. Bu zaaftan istifade ederek Mısır’a senelerden beri hâkim olan İngilizler aynı siyaseti şimdi Musul hakkında tatbik etmek istiyorlar. Fakat mayası türlü felâket hamuruyla yoğrulmuş yalçın bir kaya gibi yekpare bir millet hâline giren Türkler saltanatın pelte kıvamındaki idaresini atmış ve kendi iradesine hâkim olmuştur.” İlginç bir nokta ise resmi yayınlanan Cevat [Çobanlı] Paşa’nın bu geç tarihte bile “Musul ve havalisi kumandanı” olarak anılmasıdır. “Musul’a icabında ilk girecek olan şanlı süvarilerimiz” ise temsili çizimde gösterilmiş…
5 Haziran 1926’da Türkiye ile Birleşik Krallık ve Irak arasında imzalanan Ankara Antlaşması’na gelince; bugün hakkında görüş beyan edenler ve yazılar yazanlar metnini açıp okuyorlar mı çok kuşkuluyum. Şöyle ki, Ankara Antlaşması’nın, Musul’daki Türkmen ve Kürtlerin azınlık haklarını, dillerini, kültürlerini ve özel mülkiyet haklarını Milletler Cemiyeti’nin raporu doğrultusunda koruma altına aldığı yaygın olarak tedavülde dolaşıyor, bir yazar diğerinden bu noktayı aynen alıyor ve Türkiye’nin bugün Musul’da uluslararası hukuktan kaynaklanan hakları olduğu konusunda delil olarak kullanıyor. Aynı şekilde, Ankara Antlaşması’nda sınırın bir çizgi olarak değil, 75 kilometre derinliğinde bir sınır bölgesi olarak tarif edildiği yazılıp çiziliyor.
Maalesef Ankara Antlaşması’nda Türkmenler veya Kürtlerin azınlık hakları konusunda tek bir kelime bile yok. Türkmenler, yukarıda değindiğim sebepten ötürü Teleki raporunun sonuçlar kısmında da anılmıyor. Sınır tabii ki iyi belirlenmiş bir çizgi olarak gayet ayrıntılı tarif edilmiş. Antlaşmanın 1. Maddesi, Milletler Cemiyeti’nin 29 Ekim 1924 tarihli kararında kabul ettiği ve “Brüksel hattı” olarak bilinen sınırı esas alıyor. Yalnız Alamun ve Aşuta (bugün isimleri farklı) arasındaki yolun Türkiye tarafına bırakılmasıyla Türkiye lehinde ufak bir düzeltme var. Öte yandan, sınırın sadece bir tarafında değil her iki yanında 75 kilometre olmak üzere 150 kilometre derinliğinde bir “hudut bölgesi” tanımlanması söz konusu. Antlaşmanın 2. Kısmında, 6. ve 13. maddeler, Türkiye ve Irak’ın komşuluk ilişkilerini nasıl düzenleyecekleri ve bu özel hudut bölgesinde hangi kuralların geçerli olacağı hakkında.
Bu maddelerin, Türkiye’nin meşru müdafaa hakkını kullanırken uluslararası hukuk alanında elini güçlendireceği olgusu başka bir konu ve müstakilen ele almak gerekir ama Ankara Antlaşması’nın ta 1918 yılından beri sürüncemede olan Musul meselesini “bir şekilde” çözdüğüne ve tam bir egemenlikten vazgeçme antlaşması olduğuna herhalde şüphe yoktur. Türkiye’nin, Britanya’nın tüm tezlerini niçin olduğu gibi kabul ettiği, ondan da öte Musul’daki Türkmenler ve Kürtler için niye hiçbir özel düzenleme yaptırmadığı da muhakkak ki üzerinde düşünmeye değer. Kesin olan bir şey var ki, Ankara Antlaşması, uluslararası hukukun tanıdığı bir belge olmak hasebiyle, 1920’de hiç de iyi formüle edilmemiş ve Osmanlı Parlamentosu’nun tek taraflı bir beyannamesi niteliğinde olan Misâk-ı Millî ile de, Milletler Cemiyeti’nin, Türkiye’nin itirazlarından ötürü uygulamaya konmamış kararıyla da kıyas edilemeyecek kadar önemlidir.