II. Mahmud’un ıslahatçılığı hakkında çok konuşulur ama acaba nasıl bir ıslahatçılıktı bu?
Cmhuriyet dönemi tarih yazımcılığında, fütuhat devrinin padişahlarını hariç tutarsak, olumlu sıfatlarla anılma hususunda III.Selim ve II.Mahmud herhalde başa güreşir. Ancak Selim’in gereğinden fazla yumuşak ve hassas, dolayısıyla da başarısızlıkla malûl olarak sunulduğu noktasını göz önünde bulundurursak, II. Mahmud’a duyulan hayranlığın neden daha büyük olduğunu da kolaylıkla görebiliriz. Sonuçta, Selim’in başarısız olduğu yerde Mahmud’un başarısı su götürmezdi. Selim gibi ikircikli davranmamış ve ıslahata engel olan Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmıştı.
II. Mahmud’un gerçekten de devlet örgütlenmesinde ve toplumsal hayatta pek çok değişikliklere imza attığını, etkisi günümüze kadar gelen önemli dönüşümleri başlattığını, “inhilâl” (çözülme) ve “inhitât” (çöküş) dönemi olarak gösterilen bir dönemde, bir anlamda modern devletin kurucusu olduğunu söyleyebiliriz. Hatta Mahmud ve halefleri devrindeki siyasi merkezileşmeye, Osmanlı periferisindeki yarı bağımsız veya tamamıyla bağımsız oluşumların yeniden veya ilk kez olmak üzere İstanbul’un hükmü altına sokulmasına ve tabii ki modernitenin pek çok kurumunun Osmanlı toplumuyla tanıştırılmasına bakarak bu dönem hakkındaki çözülme yargısını temelinden sorgulayabiliriz ve bilakis, bir derlenme ve toparlanma döneminden bile bahsedebiliriz.
Öte yandan, en geniş anlamıyla “Tanzimat Dönemi” diyebileceğimiz bu döneme, geçmişte ve günümüz Türkiyesi’ndeki çok değişik görüşlere sahip kesimlerin neredeyse aynı denebilecek tuhaf bir indirgemecilikle baktığının ve büyük bir başarısızlık öyküsü olarak gördüğünün tabii ki farkındayım. Öyle düşünmüyorum. Niçin öyle düşünmediğimi de ileride paylaşmak isterim. Şu kadarını söylemekle yetineyim ki Osmanlı İmparatorluğu ve hanedanının sonunu getiren Birinci Dünya Savaşı, modernleşme süreçlerini Osmanlı’ya göre daha az sıkıntılı yaşayan toplumlarda da Romanov, Hapsburg ve Hohenzollern hanedanlarının imparatorluklarını bitirmişti.
Öyle veya böyle, II.Mahmud’un çok önemli bir dönüştürücü olduğunu düşünüyorsam sorun nedir? Birbirleriyle bir şekilde ilintili olarak iki seviyede itirazım var: a- Günümüzdeki pek çok tarih araştırıcısı gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun geçirdiği dönüşümlerin basit bir “ilerici- gerici” ikilemi ekseninde açıklanamayacak kadar karmaşık olduğunu düşünüyorum. Hele hele bu ikilemin dinî düşünceyle ilişkilendirilmesini bütünüyle tarih dışı ve esas olarak siyasî bir tavır olarak görüyorum. Bir tarafta, ilericiler, reformcular, ıslahatçılar, teceddütçüler, seküler olanlar diğer tarafta gericiler, tutucular, yobazlar, dindarlar yok. b- Kavramların da kendilerine ait bir tarihleri vardır. Onlar da değişir, dönüşür. Daha önce kullanıldıkları bağlamlarından çıkarılır ve başka anlamları ifade etmek için kullanılır.
Biraz önce kullandığım bir kelime, teceddüd ve akranları hakkında konuşarak biraz açımlamaya çalışayım. Tabii ki “cedid” yeni demek, “tecdid” yenileme, “teceddüd” ise daha Osmanlı’nın sonları, Cumhuriyet’in başlarından beri bugün kullandığımız anlamıyla “yenileşme” veya modernleşme demek, geç Osmanlı- Türk bağlamlarında seküler bir kavram olarak öne çıkıyor. Eh, müceddid de yenileyen, modernleştiren anlamına gelir o zaman. Belki bile değil kesin ama ne zaman, bu ne zaman olmuştur? 1918’de memleket dışına kaçan İttihatçıların kurdurduğu Teceddüd Fırkası’nın veya Türk edebiyatındaki değişimi ve modernleşmeyi anlatmak için İsmail Habib’in [Sevük] yazdığı Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi adlı eserin adının dinî referans kaygılarıyla konulduğunu söylemeyeceğiz herhalde. Ama o dönemden çok değil bir asır önce, kavramın gayet dinî bir bağlam ve anlamda kullanıldığını söylesem?
II. Mahmud, çağdaşı pek çok kişi için bir müceddid’dir yani her hicrî asrın başında gönderildiği varsayılan ve dini yenilediği, dinî anlamda sorunları giderdiği, fitneyi def ettiği düşünülen ashabı-ı mie’dendir. İzzet Molla gibi bazıları ise müceddidliğin yanına bir de mehdiliği katmıştır:
Hak seninle dini ihyâ etdi
ey İsa-nefes
Mehdi-i mev’ûd sensin
çekmesün halk intizar
Yani, Hz. İsa’nın Lazarus’u diriltme mucizesine telmihen Hak, Mahmud vasıtasıyla dini ihya etmiş, canlandırmıştır. Halk da vaad edilen mehdiyi boşuna beklemesin çünkü o II. Mahmud’dur. Tabii ki Molla’nın, Mahmud’u açıkça müceddid olarak nitelediği dizeleri de var:
İbtidâ mülk-i Arab’da
etdirip talim-i ceng
Eyledi andan müceddid
olduğun Hak âşikâr.
Eh, bu da Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Mısır’da, merkezî Osmanlı devletinden önce düzenli orduyu kurup aynı orduyla Vahhabi hareketini bastırması ve Rum asilerini ciddî yenilgilere uğratmasından kinaye. Ayaklanmaları bastıran Paşa’nın oğulları da olsa müceddidlik tabii ki padişahındır.
Yeniçerilerin kaldırılması için “Oldu tathîr-i bilâd-ı İslâm” diyen ve yeniçeriliğin ilga edilmesini Kâbe’den putların temizlenmesine benzeten bir diğer kronik yazarı, Şirvanlı Fatih Efendi, II. Mahmud’un müceddid olduğunu kanıtlamaya da girişir. Fakat sanırım Esad Efendi kadar hiç kimse padişahın müceddid olduğunu gösterme yolunda çaba harcamamıştır. Mahmud onun için “Müceddid-i din ü devlet ve müşeyyid-i mülk ü millet, âteş-endâz-ı hânuman-ı ussat-ı mülhidîn”dir. Dini ve devleti yenileyendir, devleti ve milleti kurandır, sapkın asilerin ocağını ateşlere boğandır. “İhyâ-yı millet-i hanife-i sümehâ” için temiz niyetlerle ortaya çıkmış, devletin işlerini düzenlemiş, raiyyetin refaha kavuşmasını dilemiş fitne ve fesadı ortadan kaldırmıştır.
Efendi Hazretleri bu ispat işine girişmişken hızını alamaz ve geriye dönüşlü olarak sultanın dedelerinin de müceddid olduğunu keşfeder. Osman Gazi hicrî yediyüzlerin, Fatih sekizyüzlü yılların müceddidleridir. Dokuzyüzün müceddidi ise atadan dededen müceddid olarak Kanuni’dir. Bu noktada biraz duralım. Modernleşme dediğimizde zaman içinde başı ve sonu belli, belirli bir dönemi düşünüyorsak, modern öncesi dönemin bir kişisini, mesela Osman Bey’i bu anlamda bir modernleştirici olarak göremeyiz sanırım.
Öte yandan, II. Mahmud’un kendisinin onayı olmaksızın döneminin uleması ve şairlerinin dinî- mistik referansları olan bir kavramla ondan “müceddid” olarak bahsedebileceğini de düşünmemek gerekir. Bu bağlamda, Esad Efendi’nin ünlü propaganda kitabı Üss-i Zafer’in, basılmadan önce padişahın onayına sunulduğu, bazı kısımlarının çıkarıldığı, bazı bölümlerinin de eklendiğini hatırlamak kâfidir. II. Mahmud, giriştiği modernleşme hareketini dinî temellere oturtmak ve dinî terimlerle açıklamak istemiş olmalıdır. Burada da bir samimiyet testi yapıp II. Mahmud’un “gerçekten” böyle düşünüp düşünmediğini anlayamayız kanaatindeyim. Bunun büyük ihtimalle öngörülemeyen bir sonucu ise “tecdid, teceddüt, müceddid” gibi dinî kavramların anlamlarının kayarak sekülerleşmesi olmuştur. Bu dönüşümün tam ne zaman olduğunu bilmiyorum. Fakat 19. yüzyılın sonuna doğru teceddüd- müceddit dendiğinde Osmanlı dünyasında artık dinî bağlamların dışına da taşabilen bir biçimde yenileşme ve modernleşmenin akla daha önce geldiğini ileri sürebiliriz. Mesela, vekayinüvis Ahmet Lutfi Efendi, kavramın orijinal dinî boyutunu hiç gündeme getirmeksizin II. Mahmud için “Zaman-ı âlileri mebde-i nizâmât ve ıslâhât olduğundan muhassenât-ı asriyye ve mülkiyyeye dâir meydanda bulunan şeylerin çoğu o sultan-ı müceddidin eser-i himmet-i âliyyeleridir” demekteydi. Burada müceddid, açıkça nizama sokan, yenileştiren, modernleştiren anlamında seküler bir bağlamda kullanılmıştır. Öte yandan, öyle görünüyor ki Osmanlı İmparatorluğu’ndaki en kapsamlı modernleşme girişimi dinî düşünceyi dışlamıyor, bilakis ona dayanarak meşruiyet sağlamaya çalışıyordu.