Fatih’in ölümü hakkında Âşıkpaşazâde’de yazılanları gördük. Peki, Fatih’e çağdaş veya yakın çağdaş olan diğer Osmanlı kaynakları ne diyor? Baştan belirteyim ki bu kaynakların tarafgir olmak gibi bir durumları vardır. Çoğu Bayezid döneminde yazılmış, Bayezid döneminde yazılmayanları da artık “resmî tarih görüşü” hâline gelen çizgiyi benimsemiş olan Osmanlı anlatısal kaynakları kesinlikle Bayezid tarafındadır. Dolayısıyla, Fatih gerçekten bir zehirlenme sonucu öldüyse ve hele bu zehirlenme Babinger’in ileri sürdüğü gibi Bayezid’den kaynaklanıyor idiyse bu kaynakların, Bayezid’i suçlamak bir yana dursun, bu konuyu yazmalarını bile belki de hiç beklememeliyiz. Öte yandan, elimizdeki kaynaklar bunlar ve her kaynağa olduğu gibi bunlara da eleştirel bir şekilde bakmaktan belki satır arasında bir şey söylemişlerdir düşüncesiyle yakın veya derinlemesine okuma yapmaktan başka bir çaremiz yok.
Önce, Kitab-ı Cihânnümâ adındaki eserini Âşıkpaşazâde’nin kroniğini görerek kaleme alan Neşrî’ye bakalım. Fatih’in son seferinde orduda bulunan Neşrî’nin, Franz Taeschner tarafından neşri yapılan ve Türkiye’de de Sayın Necdet Öztürk tarafından yayına hazırlanan Menzel nüshası, Fatih’in ölümünden sonraki hadiseleri Neşrî’nin şahsen yaşadıklarıyla birlikte verdiği için konumuz açısından daha önemlidir.
Görebildiğim kadarıyla Fatih’in müzmin hastalığının adını nikris olarak veren ilk tarihçi Neşrî’dir. “Nikrîs zahmeti olmağın etıbbaya gayet itibar ederdi. Hatta Hekim Yakub’u ol cihetden vezir edinmişti” diyor. Ona göre, Fatih, son seferinde, “birkaç göç” göçtükten sonra Rebiyülevvel ayının dördüncü Perşembe günü (3 Mayıs 1481) at arabasına girmiş ve “Maltepe’sinin çayırına” konmuş. Bu anlatımdan, Fatih’in seferin başında ata binebilecek durumda olduğu ancak rahatsızlığı artınca at arabasına geçtiği sonucu çıkarılabilir. Neşrî, Fatih’in, Tekfur Çayırı da denen bu çayıra gelinceye kadar tam olarak nerelerde gecelediği veya bir noktada bir geceden daha fazla kalıp kalmadığını kaydetmiyor. Fakat 27 Nisan tarihinde Üsküdar’a geçildiği düşünülürse, Fatih’in bu kısa mesafeyi yavaş ve zahmetli bir şekilde aldığı ve Hünkâr Çayırı’na ulaşmasının neredeyse bir haftayı bulduğu anlaşılıyor.
Öte yandan Fatih, daha başından beri ata hiç binmemiş de olabilir. Neşrî’nin ifadeleri böyle anlamaya da müsait: “Derler ki, İstanbul’dan çıkalı hastaydı. At arabasına girip, sefer etmeğin ecnebi kimse ahvâline vâkıf değildi.” Bu sorgulamanın önemi tabii ki şu noktada: Fatih, İstanbul’dan çıktığında ata binebilecek kadar iyi miydi? Yoksa başından beri hastaydı ve ancak arabayla mı yolculuk yapabiliyordu? Buradan da, Fatih’in son seferinde beklenmedik bir şekilde kötüleşip kötüleşmediği sorusu ortaya atılabilir. Verilecek cevap da yerine göre hem eceliyle ölüm hem de zehirlenme tezini destekleyebilir.
Tabii ki, “O kadar kötüyse neden zahmetli bir sefere çıkmıştır?” sorusu da akla geliyor, dolayısıyla sefere çıkarken sağlığının fena olmadığı görüşüne bir destek oluyor. Ama Kanuni’nin de son seferine, sağlığı hiç iyi değilken ve de üstelik aynı hastalıktan, nikristen, muzdaripken çıktığı, istediğinde binebilmesi için bir at arabasının hazır bulundurulduğu ve bazen de böyle yolculuk ettiği düşünülünce Fatih’in de hasta hasta sefere çıkabileceğini bir ihtimal olarak kabul etmek gerekir.
Neşrî’nin anlatımına geri dönersek, Fatih’in 3 Mayıs Perşembe Maltepe’sinde konakladığını ve ikindi vaktinde hemen vefat ettiğini söylüyor. Sultan, Rab’ın çağrısına uyarak ruhunu teslim etmiş. Evet, bu kadar. Ne padişahın hastalığının nasıl seyrettiğine dair bir bilgi, ne, kimler tarafından nasıl bir tedavi uygulandığı, ne de o tedavinin sonuçlarına dair en ufak bir ima var. Sanırım, Neşrî’nin Fatih’in ölümünden sonrası için anlattıklarına bir şekilde döneceğiz. Şimdilik sadece, Karamanlı Mehmed Paşa’nın, Fatih’in naaşını hemen ertesi Cuma sabahında İstanbul’a getirdiğini ve “Erte divandır. Hünkâr hamama girmeye geldi. Birkaç gün durur, yine gider” diyerek onun ölümünü saklamaya çalıştığını ve yeniçerilerin hemen o gün onu katlettiklerini söylediğini belirtelim. Demek ki Sultan’ın bir haftada ulaştığı yerden naaşının İstanbul’a getirilmesi 12 saat kadar anca almış. Zaten Neşrî de arkadaşlarıyla bir sapa yoldan Üsküdar’a ulaştıklarında Cuma kuşluk vakti olduğunu söylüyor.
Edirneli Oruç Beğ’in (Bkz., Necdet Öztürk neşri) söyledikleri ise çok daha ayrıntısızdır ve aynen şöyledir: “Ve geri Sultan Muhammed merhum Kostantin’den çıkıp Anadolu’ya geçip, Rebiyülevvelin üçüncü gün Pencşenbih gününde Tekür-çayırı derler, ikindi vaktinde saat-i Merihde mağfur, merhum, saîd, şehid ahirete intikal etti.” Rebiyülevvelin üçüncü değil dördüncü gününün Perşembe olduğunu biliyoruz. Bunun haricinde, Fatih’in değil tedavisine, hastalığına bile herhangi bir değinme yoktur. Fatih için “şehit” sıfatının kullanılması ise yanıltıcı olmamalıdır çünkü hastalıktan ölenler için de bu kullanım söz konusudur. Oruç’un bir de tarih düşmek için verdiği şiiri var:
Ecel hamrın içüp Sultân Muhammed
Kodı târîhini âlemde mahmur, sene 886
Fatih devrinde defterdarlığa kadar yükselen Tursun Bey’in, Târîh-i Ebü’l-Feth adlı eserinde (Bkz., Mertol Tulum neşri) Fatih’in vefatına ayırdığı yer çok daha fazla, üslubu iyice süslüdür ama onun da fazla bir şey söylediği söylenemez. Tursun, Fatih’in son seferine çıktığında sağlığının biraz bozuk olduğunu söylüyor. Padişah, yolculuk ve deniz geçmek sırasında hastalığının şiddetinden (marazı sevretinden) incinip ansızın bir ah etmiş ve dilinden şu beyit dökülmüş:
Âh min azmetin bi-gayri iyâb
Âh min hasretin ale’l-ahbâb
(Dönüşü olmayan seferden ah
Dostların hasretinden ah)
Bu söz, kalbine korkunun yol bulmasına, güçsüzlüğünün katlanmasına ve hastalığının şiddetlenmesine ve artmasına neden olmuş (tezâüf-i za‘fa ve izdiyâd-ı iştidâd-ı maraza) neden olmuş. Sadrazam, ıztırabını görerek onu teselli etmeye çalışmış ama akıllı sultan ahiret seferine çıkmasının daha büyük ihtimal olduğunu anlamış ve “Rabbinize dönün” hitabına uyarak gece gündüz dua etmeye, kelime-i tevhidi söylemeye ve istiğfâr etmeye başlamış.
Tursun, Tekûr- Çayırı denen yerde padişahın otağının kurulmasından sonra Fatih’in tabiatındaki hastalığın arttığını ve padişahın bu hastalıktan kurtulamadığını belirtiyor. “Çü za‘f oldı kamu a‘zâsına bast” ifadesinden Fatih’in hastalığının sadece bir noktada (ayağında) olmadığını ve güçsüzlüğün bütün organlarına yayıldığı sonucunu çıkarabiliriz ama Tursun bu hastalığın ne olduğunu açık bir şekilde söylemiyor. Şairane ve hikmet dolu daha pek çok sözü var ama ondan, Fatih’in ölümünün olağandışı olduğuna dair herhangi bir izlenim edinmek imkânsız. Bu arada onun da Fatih’in ölümü üzerine söylenmiş şöyle bir beyti var:
Bir kapudur kabr kim her nefs giriser ana
Bir kadehtür mevt kim her cân içiserdür anı
Burada biraz soluklanalım. Hem Oruç hem de Tursun’da, Fatih’in bir şeyler içerek öldüğü yolunda bazı imalar mı var? Birinde Sultan Mehmed ecel hamrını / şarabını içiyor, diğerinde ölüm bir kadeh olarak geliyor… Yüzde yüz emin olamam ama sanmıyorum. Kaynaklarda, “şehadet şerbetini içti” türünden o kadar çok ifade var ki bu ifade tarzının ölümü anlatan bir metafordan başka bir şey olduğunu düşünmemek eğilimindeyim. Üstelik kökenlerinin İslâm öncesine gittiğini düşündüğüm bir ölümü anlatma metaforu, çok eski bir kültürel ifade tarzı… Köktürk mezar taşlarında elinde bir kadeh ile temsil edilen insan figürlerini düşünelim… Sakın Âşıkpaşazâde de aynı metaforu kullanırken biraz fazla dallandırıp budaklandırmış olmasın? Ama yok… Onu ayırmak gerekiyor. Öte yandan, Oruç ve Tursun, hem bilinen bir metaforu kullanıp hem de bir şeyler söyleyemez mi? Soruların sonu yok…
Fatih öldüğünde 12-13 yaşlarında olan tarihçi İbn Kemal (Bkz. Şerafettin Turan neşri) ise vakayı anlatırken daha ziyade Tursun’a dayanmış görünüyor. Ona göre, Fatih, Üsküdar’dan ayrıldıktan sonra hastalığının artmasından dolayı birkaç gün arabayla gitmiş. Sonra da Tekfur Çayırı’na indiğinde mukadder ecelin habercisi Melik-i Zülcelâl’in emrini getirmiş. İbn Kemal, “Sultân-ı cihânun ki sâhibkırân-ı asr idi, şarâb-ı nâb-ı zindegânîden sagar-ı peykeri hâlî kalub meşreb-i ‘iyşi telh oldu” diyor… Yani sultanın yüzünün kadehi temiz sağlık şarabından boşalınca hayatı acılaşmış… İbn Kemal’de metafor çok, bilmem ki yüzünden kan çekildi, beti benzi soldu mu diyor?
Başka bir yerde ise İbn Kemal, Fatih’in hastalığı konusunda daha çok bilgi verir. Fatih’in gibi bir cihangirin karşısına kimse çıkamazmış, ama takdirin pençesi padişahın yüksek himmetine ayak bağı olmuş ve “ayak zahmetiyle huzurun uçurmuş”. Sonrasını aynen alıntılayayım, belki eski tıp teorisini benden daha iyi bilenler İbn Kemal’in ne demek istediğini anlarlar:
“[N]ikris zahmeti ki maraz-ı mevrusiydi, hudûs bulmuş ve merhuma müstevli olmuşdu; evahir-i ömründe hücum etmiş ve cevher-i mizâcı ol ‘araz ucından fütûr bulmuştu. Meğer ki safrây-i tîz-mizâc ol ateşîn demle imtizaç edip kâr u bârı sıhhatı yakmak için rebât-ı ahlat içine akmıştı; ol muvafık-sûret ve münafık-sîret hekim-i tabiatle ki ilacında hâzık tabibdir, sû-i mizâc-i müstahkem arasına balgam bırakmıştı.”
Yani, Fatih’in ırsî nikris hastalığı varmış, ömrünün sonunda ona hücum etmiş ve sağlığı o hastalık yüzünden bozulmuş. Tez mizaçlı (çabuk gelişen?) safra, ateşli kanla birleşerek eklemler içine akmış, sağlığı bozmuş. Olumlu görünüşlü fakat münafık yapılı tabiat hekimi derken ne demek istiyor acaba? İşte burada, Fatih’in tedavisini yapan hekim veya hekimlere bir dokundurma mı var? Bilmiyorum, belki.
Bir de Türkçe şiir yazmış:
“Öninde balgam uyup tîz-ta‘b-ı safraya
Olup havasına tâbi‘ anınla baş koşmuş
Sonında hiddet-i safraya doymayub balgam
Elinden al beni deyü ayağına düşmüş.”
Buradaki “Doymayub” kelimesinin “döymeyüp” (dayanamayıp) olarak okunmasının anlama daha uygun düştüğü görüşündeyim. Başlangıçta, dört hılttan biri olan balgam, çabuk yapıdaki safraya uymuş, onun etkisine girmiş, beraber ilerlemişler ama sonunda safranın hiddetine dayanamayarak yalvarmış yani hastanın ayağına vurmuş. İbn Kemal sadece nikrisi anlatıyor gibi.
Daha sonraki tarihçilerden İdris-i Bitlisî (Bkz, Muhammed İbrahim Yıldırım neşri) de Fatih’in bozuk sağlığına rağmen seferlerden vazgeçmediğini belirtiyor ve ölümle sonuçlanan hastalığı için, “[E]klem ağrıları ve eskiden var olan nikris rahatsızlığı yeniden şiddetlenerek ecel yağmacısı Sultan’ın ömür ülkesine hücum etti. Bütün hekim ve tabiplerin tedavileri bir netice vermediği gibi, âdeta mizacındaki fesadın maddelerini kuvvetlendiriyordu” diyor. Yalnız Bitlisî, Fatih’in bu son seferinde aklının dağınık olduğundan ama onun bunu hastalığına atfettiğinden de bahsetmektedir.
Mustafa Âli’nin (Bkz, M. Hüdai Şentürk neşri) yazdıkları da bu yoldadır: “[E]mrâz-ı müzmine-i kadimelerinden veca‘-ı mefâsıl ve nikris bazı ‘ilel-i hadisle mizâc-ı şeriflerinde imtizaç edip (…) kuvâdaki kuvvet nev‘â za‘fa, belki zı‘fa mübeddel olup günden güne âyine-i zindegânileri mütekeddir olmağa yüz tutdı. Ve etıbbâ-i hâzikin ne denlü ilaç ü deva kıldılar ise, teskin-i devâ’-i ‘anâ hiçbir veçhile müyesser olmadı.” Görüldüğü gibi Âli’de de herhangi bir zehirlenme iması yok. Yalnız o, eklem ağrısı ve nikrisin bazı yeni illetlerle uyuşup, etkileşerek padişahı zayıf düşürdüğünü söylüyor. E, Babinger zehirlenme görüşünü bu kaynaklardan almadıysa nereden almıştı?