Osmanlı tarihçisi Şânizâde, Fransız Devrimi’nin etkisiyle İslâmî bir milliyetçilik tasavvur etmişti.
Osmanlı modern tıbbının ve tıp dilinin kurucularından Şânizâde Mehmed Atâullah Efendi aynı zamanda tarihçiydi. Hem de, üstlendiği resmî vakanüvislik görevinin gerektirmediği kadar eleştirel ve analitik bir tarihçiydi. Ne var ki muhtemelen, bir disiplin olarak tarihe duyduğu sadakat ile siyasî güç arasındaki sıkışmışlığını perdelemek için kullandığı seci‘li, musanna ve yer yer kapalı, kinayeli dil, kendi adıyla anılan tarihinin anlaşılmasını güçleştirmektedir.
Şânizâde’nin ilgileri aslında tıp ve tarihin çok ötesine gidiyordu. Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn’da ve Süleymaniye Tıp Medresesi’nde eğitim görmüştü. Arapça, Farsça, İtalyanca, Fransızca, Rumca ve Latince bildiği kaydedilmektedir. Çeşitli müderrisliklerde bulundu. Vakanüvisliği 1819- 1825 yılları arasındadır. Aynı zamanda Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi adıyla anılan topluluğun üyesiydi.
II. Mahmud’un yeniçerileri kaldırmasıyla birlikte Bektaşi tarikatını da yasaklamasından Şânizâde de etkilendi. Bektaşilik suçlamasıyla Tire’ye sürgüne gönderildi ve oradan geri dönemedi. Onun için af fermanını getiren görevlinin, “ıtlak” (serbest bırakma) yerine yanlışlıkla “itlâf” diyerek Efendi’nin yere yığılmasına ve kısa bir süre sonra da ölümüne (5 Ağustos 1826) yol açtığı yolunda bir rivayet vardır. Astronomi, astroloji, matematik, şiir diğer uğraşları arasındaymış. Ayrıca tambur çalar, resim ve hattatlık ile ilgilenir, saat yaparmış ve maalesef diyeyim, avcılığı da varmış. (Bkz. Ziya Yılmazer, “Şânizâde Mehmed Atâullah Efendi”, TDV İslâm Ansiklopedisi)
1867-1874 yılları arasında basılan Şânizâde Tarihi bugün Sayın Ziya Yılmazer tarafından hazırlanmış mükemmel bir yayın olarak okuyucusunu bekliyor. Şânizâde’ye göre tarih, ya gerçekten olmuş olayların veya hiç gerçekleşmemiş uydurma hikâyelerin kayda geçirilip aktarılmasından ibaretmiş ve bazı tarihler sadece zanlara dayandığı için bir değer ifade etmezmiş. Bunlar insan aklının hatalarından ve olmamış, gerçek dışı olayların tasavvur edilmesinden dolayı güvenilmez bir durumdaymış. Ona göre; eski tarihlerdeki bazı konuların doğru olup olmadığını olabildiğince araştırmanın ancak tek bir yolu vardır, bu da bazı inkâr edilemez kanıt ve izlerin kalıp kalmadığına bakmaktır. (Tevârih-i ‘atîkada bazı husûsâtın oldukça sıhhatini tahkik etmek içün ancak bir tarik vardır ve tarik-i mezbûr: Bazı mümteni‘ü’l-inkâr delâil ü âsâr kalmışlar mıdır?) Daha sonraki pasajda ünlü Arundel mermerlerinden söz ettiğine göre Şânizâde’nin buradaki “âsâr” kelimesini maddî tarihî eserler anlamında kullandığını da söyleyebiliriz.
Şânizâde Mehmed Atâullah Efendi
Şânizâde’nin gerçeği söylemeyi tarihçilik mesleğinin bir ilkesi ve gereği olarak kabul ettiği görülüyor fakat tarihe faydacı bir bakışla baktığını ve bu faydayı da devlet ve milletin faydası olarak tarif etmekten dolayı birtakım ikilemler içinde kaldığını belirtelim. Bir gerçeğin açıklanmasında devlet ve millet için bir yarar bekleniyorsa orada susmak tarihçi için bir tür töhmetmiş. E, burada herhalde büyük bir sıkıntı olmazdı… Aksi durumlar içinse ortaya bir soru atıyor: “Bir tarihçinin işinin gerektirdiği, bir devlet ve milletin egemenlik namusunun gerektirdiğinden daha büyük, daha geçerli ve tercih edilir midir?” ([B]ir müverrihin vâcibe-i zimmet-i sanatı, bir devlet ve milletin lâzime-i nâmûs-ı saltanatından a‘zam ve andan ziyâde mer‘i ve mültezim midir?)
Çok ilginç, bir padişahın değil, bir devlet ve milletin egemenliğinden bahsediyor ama retorik soruların cevabını beklememeliyiz değil mi? Şu kadarı var ki, sonraki kuşaklara tecrübe ve ibret olacak ve devletin devamını sağlamaya yarayacak gerçekleri söylemekten kaçınarak kâğıt ve mürekkep israfıyla tarihi de bozmamak gerekirmiş. Başka bir deyişle, eğer her şart altında gerçek söylenemiyorsa anlamsız övgü ve avuntularla tarih kitapları doldurulmamalıdır!
Şânizâde’nin sahte tarihçiler dediği tarih yazıcıları içinse gerçekten de sert eleştirileri vardır. Bu “fenn-i celil-i tarihin ne olduğundan henüz haberdar değil iken, müverrih geçinen müteverrihlerin” yazdıklarını meddah hikâyelerine benzetiyor. Bunlar, kamusal tarihini (tevârih-i ammesini) yazmaya soyundukları devlet ve milletin hukukunu, kanunlarını, göreneklerini, ahlâk ve huyunu ve bunlarda olan değişiklik ve dönüşümlerin sebeplerini (esbâb-ı inkilâbâtını) yazacaklarına günlük olayların az bir kısmını yazmakla yetinmiş ve tarihlerini şahısların hikâyeleriyle doldurmuşlarmış.
Anlatımını II. Mahmud’un tahta çıktığı 28 Temmuz 1808’den başlatan Şanizâde, III.Selim döneminin sonundan başlayıp Alemdar vakasıyla sonuçlanan olaylar serisini “fitne” olarak görmekte, kendince bir tahlilini yapmakta, dönemin çeşitli aktörleriyle ve bu arada selefi Asım Efendi’yle bir hesaplaşmaya girişmektedir. Bu bağlamda, her kavmin bir yaradılışı ve her grubun bir seciye ve âdeti olduğunu belirterek söyledikleri ilginçtir. Açıkça kimleri kast ettiğini söylemiyor ama “gafil ve bî-şuurlar” diye tarif ettiklerinin yeniçerileri ve onların ittifak hâlinde olduğu daha geniş bir kesimi işaret ettiğini sanıyorum.
Bunların “terbiye ve ıslahına” tam olarak dikkat edilmemiş, istihdam şekillerine ve kanunları ile nizamlarının tamamlanmasına ihtimam gösterilmemiş. Onlar da galibiyet ile övünmeği bilmiyor ve vatan sevgisinin erdemleri ve millî gayretten (fezail-i hubb-i vatan ve gayret-i milliyeden âtıl) uzak, başıboş geziyorlarmış. Hiç olmazsa, memleketin bolca bulunan boş topraklarında çiftçilik ve ziraatla uğraşarak kardeşlik hakkını yerine getire (ifây-ı hakk-ı uhuvvet) veya ticaret gibi servet biriktirmeye yarayacak faydalı bir iş yapaymışlar. Güya devlet başka, “güzel ittifaklar” (ittifakat-ı hasene) ve toplum (cemiyet) başka gibi düşünerek halkın bütün işlerini ve ülkenin korunmasını devlete ihale edip, sanki “bu millet-i zişân-ı İslâm’a” ve padişaha yardımı başka bir kavim edecek gibi davranıyor ve padişahın emirlerine itaat etmiyorlarmış. Padişah önce şefkat ve adaletle yaklaşmış ama sonunda siyaset kılıcıyla epeyini temizlemiş. İkide bir muhalefet bayrağını açan bu tür kişilerin önde gelenleri, varlıklarının sermayesi olan devleti zayıf düşürecek işlere cesaret ediyor ve devlet içinde devlet (devlet-der-devlet) kurmaya eğilim gösteriyormuş. Onları da devlet dairelerinden dereceli bir şekilde çıkarmadan ve yerlerine sadık ve liyakatli kişiler getirmeden küçük büyük, kimsede gayret gösterecek güç olmazmış.
Sekban-ı Cedid adı altında canlandırılan yeni ordu kurma girişiminin temelsizliğini eleştirirken söylediklerinden Şanizâde’nin memleket sevgisi ve millî gayret (mahabbet-i memleket ve gayret-i milliye) gibi duyguların insanlarda yaradılış eseri olduğunu düşündüğünü anlıyoruz. Fakat eğitim eksikliğinin (noksân-ı terbiyet) getirdiği basiretsizlik ve gafletten dolayı milletlerin çoğunda dağınıklık ve rehavet oluşurmuş. Bu da onları insanlık erdemlerinde kendilerine üstün olan eğitilmiş diğer kavimlere her zaman yenik ve mahkûm bir hâle getirirmiş (anları fazilet-i insâniyyede kendülere faik olan akvam-ı sâire-i mûniseye alelıtlak mahkûm u zebun eylediği). Yapılacak şey “erbâb-ı gabâveti” iyiyi kötüyü anlayacak kadar “erbâb-ı basiret” hâline getirmekmiş ki bu da uzun sürecek eğitimle olurmuş. Osmanlı devletinde ise halk ordunun düzenlenmesi gereği bir yana dursun kendinden bile haberdar değilmiş.
Alemdar Mustafa Paşa’nın ölümüyle sonuçlanan ayaklanmayı anlatmadan önce yeniçeriler için söylediklerinde bu temalara geri dönüyor. Yeniçeriler kendi zamanlarının düzenli, terbiye ve talim görmüş askerleriymiş. Kendilerine benzer talimli ve düzenli askerlere rastlayıncaya kadar kimseye yenilmemişler. Bunda düzenlerinin değişmesinin rolü varmış. “Ehl-i zimmet reâyâdan memluk” olmaları hasebiyle kolayca terbiye edilebilen devşirme çocukların alınması bırakılmış ve “İslâm evlâdından devşirme” alınmış. Fakat serbestliğe alışmış olan Müslümanlara zabitandan kul muamelesi görmek ters gelmiş…
Dolayısıyla yeni bir düzenin gereği herkese açık ama nasıl yapılacağı henüz bilinmiyormuş. Yeniçerilerin ilga edilmesinden kısa bir süre önce yazan Şânizâde’nin önerileri daha uzun vadeli olup eğitime / endoktrinasyona dayalıdır. Onlara insanlık ve Müslümanlığın vecibeleri öğretilmeli, İslâm kardeşliğindeki (uhuvvet-i İslâmiye) erdem ve ulu’l-emre itaatteki menfaat anlatılmalıymış. Bölünme ve nifak bıraktırılarak, “haslet-i gayret-i Millet-i İslâmiyye’deki menfaat” ve imanın özelliği olarak Müslüman vatanı sevgisindeki fayda (hubb-i vatan-ı Müslimin’deki faide) düşündürtülmeliymiş. Padişahın sayesinde emniyet ve serbestiyetin bir ulu nimet olduğu ve bazı İslâm ülkeleri halklarının bir süredir başka milletlerin yönetime altına düşmesinin ne büyük bir musibet olduğu bildirilmeliymiş. Böylece Müslümanların yaradılıştan gelen gayret ve cesaretleri harekete geçirilir ve galip gelmenin koşulu olan itaat ve intizam sağlanmış olurmuş.
Örnekleri çoğaltmak çok mümkün ve Şânizâde “düzenli devletler” (düvel-i muntazama) dediği devletlerin, çeşitli milletlerden oluşan (milel-i mütenevviadan ibaret) devletlerde taraftarlar peyda ederek onları perişan etmeyi bir sanat hâline getirdikleri yolunda çok ilginç başka şeyler de söylüyor. Halklarını eğitemeyen ve “insanlık erdemlerini” harekete geçiremeyen düzensiz devletler ise bunlar karşısında başarılı olamıyormuş…
Burada belki sorulması gereken bir soru, Şanizâde’nin çok vurgulu bir şekilde kullandığı “millet gayreti”, “vatan / memleket sevgisi”, “kardeşlik”, “özgürlük” gibi kavramlardan ne anladığıdır. Ben, çoğu, Osmanlı dünyasının tanıdık kelimeleriyle ifade edilmiş olsa da bunların, Fransız Devrimi’yle yayılması çok hızlanan milliyetçilik çağı düşüncelerinden etkilenerek ve onlara cevaben kullanıldığı kanısındayım. Buna Fransız Devrimi etkisiyle şekillendirmeye çalıştığı bir İslâm milliyetçiliği çabası da diyebiliriz. Başka bir deyişle kelime eskidir ama modern bir bağlamda kullanılmıştır. Mesela, bütün Müslümanlar aynı köy veya kentte doğmuş olamayacaklarına göre “vatan” kelimesini kesinlikle birinin doğduğu yer şeklindeki eski ve dar anlamıyla kullanmamıştır.
Bu noktada Şânizâde’nin doğrudan Fransız Devrimi’nin yaydığı düşünceleri hangi kelimelerle aktardığına bakmak yararlı olabilir:
“Filhakika bu esnalarda Fransız Milleti gibi, ittifâk-ı milliye sebebiyle istikmâl-i sanâyî‘-i harbiyyesi semeresi olarak, mukaddemce gayetde rehâvetlenmiş iken, şimdi fevka’l-memûl kuvvetlenüp, mahabbet-i memleket ve uhuvvet ü müsâvât ve serbesiyyet da‘vâlarıyla: ‘el-Hürriyetü ve’l-mevtü!’ kelâmıyla şedidü’s-savle olmuş bir kavmin, sâir düvel-i müttefika-i meşhûrenin muntazam ve cesim ordularına külliyen hebâ etmek derecelerinde irâs eylediği zarar-ı ‘azimde…”
Yani millî birliklerini kuran Fransızlar, askerî sanayileri sonucu çok güçlenmiş, memleket sevgisi, kardeşlik, eşitlik ve özgürlük davalarıyla ve “Ya özgürlük, ya ölüm” diyerek şiddetle saldırmış ve diğer düzenli devletlerin ordularını bütünüyle yok edecek kadar zarar vermişler. Şânizâde’nin bulaşıcı etkilerinden dolayı Fransız devrimi düşüncelerini aslında pek beğenmese de bir milleti seferber edebilme özelliklerine imrenerek baktığı ve Osmanlı dünyası için birtakım uyarlamalara giriştiği anlaşılıyor da uyarlamaya hiç kalkışmadığı devrimci ilkenin “müsavat” (eşitlik) olmasına ne demeli?