Kurgusal özellikleri ağır bassa da, Şikârî’nin Karamannâme’si, geçmişe Karamanlı bakış açısıyla bakarak yazılmış bir metin olmasından dolayı çok önemlidir.
Osmanlı kuruluş döneminin problemlerine ışık tutacak Osmanlı dışı yerli kaynaklara sahip olmuş olsaydık belki de bugün sormakta olduğumuz bazı soruların cevaplarını alabilirdik. Ne var ki, bu döneme ilişkin Anadolu Selçuklularından ve beyliklerden kalma hiçbir çağdaş kaynak yoktur. 15. Yüzyıl müellifi Yazıcızâde Ali’nin, Selçuklu tarihçisi İbn Bibi’nin El-Evâmirü’l- Alâiyye fi’l-Umûri’l-Alâiyye adlı eserini çevirirken orijinalinde olmayan Osmanlı ataları, Oğuz, Kayı gibi referanslar eklemesini tabii ki saymıyoruz.
Osmanlıların, Anadolu’yu diğer Müslüman- Türk devletleriyle paylaştıkları ve bazı durumlarda iki yüz yıla yaklaşan süre için de, birkaç istisna dışında, Osmanlı dışı kaynaklara sahip değiliz. Anadolu tarihi için muhakkak ki önemli olan Akkoyunlu tarihçisi Ebubekir Tihranî’nin Kitâb-ı Diyarbekriyye’sini ve Esterâbâdî’nin, Kadı Burhaneddin’in isteğiyle kaleme aldığı Bezm ü Rezm’ini şimdilik işin içine karıştırmayalım. Osmanlının komşuları olan Anadolu beyliklerinden neredeyse hiçbir tarihî anlatım veya kronik kalmamış durumdadır.
Bunlardan Karesi Beyliği gibi Anadolu’nun eski kültür merkezlerinden uzaklarda gelişen bazılarının, ilk Osmanlıda hangi sebeplerle bir kronik geleneği oluşmadıysa o nedenlerle kendi tarihlerini yazmadıklarını belki ileri sürebiliriz. Fakat mesela, Germiyan Beyliği’nin durumunu nasıl açıklayacağız? Bahusus, Germiyan, Şeyhoğlu Mustafa ve Ahmedî gibi entelektüelleri komşusu Osmanlıya “ihraç” edebilecek bir birikime sahipken ve bunlardan Ahmedî, ilk Osmanlı kroniğini manzum olarak kaleme almışken?
Anadolu beyliklerinin kendi tarihlerini yazdırmaya girişmemesini, hele ki bu beyliklerden tıp, fıkıh, astronomi, edebiyat gibi başka alanlarda eserler kaldığını dikkate alırsak hep tuhaf bulmuşumdur. Mesele, bir patronaj meselesi miydi, Anadolu bey hanedanları başka konulardaki himaye ve teşviklerini tarihten esirgediler mi? Hiç mi tarih temalı kitaplar yazılmadı? Yoksa böyle kronikler yazıldı, ama bazı örneklerde 600 yıla varan Osmanlı egemenliği döneminde bir şekilde sakıncalı bulunarak ortadan mı kaldırıldı? Sanırım, bilgimizin şu anki durumundan dolayı bu soruya cevap verebilecek durumda değiliz.
14. yüzyılda, Osmanlılar ile Anadolu’da egemenlik mücadelesine girişen ve 15. Yüzyıl sonuna kadar direnişini sürdüren Karamanoğlu’ndan bu rekabeti yazı ve kâğıt dünyasına taşımasını beklemek çok yersiz olmazdı. Nitekim Osmanlının kuruluş dönemiyle çağdaş olmasa da, komşu beyliklerden kalma ve Osmanlılar hakkında gayet aykırı sözleri olan tek metin Karamanoğlu Alaeddin Bey (1361-1398) dönemine tarihlenmektedir.
Bu metin, Osmanlı döneminde yaşayan Şikârî mahlaslı bir yazarın, Yârcânî / Yâricânî adlı bir şairin, 14. Yüzyılda Alaeddin Bey adına “Şehnâme” tarzında kaleme aldığı ve Karaman-nâme olarak anılan Farsça manzum eserini Türkçeye çevirmesi ve genişletmesi yoluyla oluşturulmuştur. Şikârî’nin verdiği en son bilgi Şah İsmail’in 1511’de Özbeklere karşı yaptığı “Horasan savaşı” hakkında olduğuna göre metin 16. Yüzyılda hazırlanmış olmalıdır. Belki de son hâlini alması Sara Nur Yıldız’ın işaret ettiği gibi 16. Yüzyıl ortalarını bulmuştur.
1946’da merhum Mesut Koman tarafından, 2005’te de Necdet Sakaoğlu ve Metin Sözen tarafından yayımlanan elimizdeki tek Karamanlı “tarihi” budur ve fevkalade büyük yanlışlıklar içermektedir. Mesela, Şikârî, 1386’da, aynı zamanda kayınpederi de olan Osmanlı sultanı I. Murad ile mücadeleye başlayan Alaeddin Bey’in, 1398’de Yıldırım Bayezid tarafından idam ettirilmesi hususunu bile doğru olarak verememekte, onun, Kadı Burhaneddin’le savaşırken aldığı bir “kurşun” yarasından dolayı, ama olaydan bir yıl dört ay sonra Lârende’de öldüğünü söylemektedir.
Maalesef, ne Karaman-nâme’nin yazarı Yâricânî’nin ne de Şikâri’nin kimlikleri hakkında bilgi vardır. Ayrıca, Şikâri’nin çevirmeksizin bıraktığı ve Yâricânî’ye ait olduğunu söylediği bazı Farsça şiirler dışında Karaman-nâme’nin aslı da kayıptır. Dolayısıyla, Şikârî’nin, Yâricânî’nin eserini kullanış şeklini ve metne ne kadar sadık kaldığını bilebilmemize imkân yoktur. Sadece, onun, Yâricânî’nin yanı sıra “râvi” (rivayet eden) diye andığı başka kaynakları olduğunu kolayca söyleyebiliyoruz. Bunların bazıları yazılı olsa bile Şikâri’nin halk arasında dolaşmakta olan sözlü hikâyeleri de derlemesine aldığı söylenebilir.
Çok sayıda hayalî kişilik ve olaya yer vermesinden dolayı kaynak olarak her türlü sorununa rağmen Şikârî’nin metninin Karamanlı için bir kuruluş hikâyesi anlatması ve tabii ki geçmişe Karamanlı bakış açısıyla bakarak bizlere bir “tarih” sunmasından dolayı değeri yüksektir. Kaldı ki, Şikârî’nin Karamanlı kuruluşu öyküsünde, Osmanlı menkıbe / tevârih geleneği ile karşılaştırma yapmamıza elverecek pek çok örtüşmeler de mevcuttur. Dolayısıyla hem eserin yazılışı hem de Karamanoğlu Beyliği’nin kuruluşu hikâyelerine biraz daha yakından bakmak faydalı olabilir.
Şikârî’nin kurgusunda İran’daki karışıklıklardan dolayı Anadolu’ya ilk gelen padişahın adı Melikşah’tır ama nedense Selçuklu hanedanından değildir. Melikşah, “cümle kabilesini” alarak gelir, Aksaray ve Larende’yi yurt edinir. Ölünce yerine oğlu Abdullah geçer. Ondan sonra da onun oğlu Nizamşah… Nizamşah büyük bir gazidir. Taşili’ni fetheder. Ereğli’yi alır. Boş ve harap olsa gerek ki, Konya’nın etrafındaki toprakları sürüp şehri imar eder! Oraya yerleşir.
Bu kurguda Selçukluların sahne alışı da ilginçtir. “Belh diyarından Âl-i Selçuk’tan Ertuğrul, cümle kabilesiyle Rum’a çıkup, Nizamşah’a gelüp” Larende’de onunla buluşur. Nizamşah, gelenleri hoş karşılar, onlara Aksaray’ı verir. Oğlu olmadığı için Ertuğrul’un Kılıç Arslan adındaki oğlunu, oğul edinir ve kızıyla evlendirir. Öldüğünde Kılıç Arslan sultan olur ve sonraki padişahlar hep onun ve Nizamşah’ın kızının soyundan gelir. Kılıç Arslan, Frenklerle savaşta ölür. Yerine oğlu Keyhüsrev, sonra Keykubat ve onun oğlu Alaeddin geçer. Bu sonuncusunun 26 yıl padişahlık yapıp ölmesinden sonra saltanat Selçuklularda kesintiye uğrar. Kaynağımız, Osmanlı tarihçisi Neşrî’yi çağrıştırır bir şekilde, Karamanlıların ancak Selçuklu ortadan kalktıktan sonra, meşru bir şekilde padişah olduklarını göstermek kaygısıyla, “Râvi eydür; Saltanat Alâeddin’de münkati oldu. Karamanîlere değdi. İki yüz yıl zapteylediler. Anlar dahi kalmadı” diyerek hikâyesinin sonunu en başta söyleyiverir.
Karamanoğlu Alâeddin Bey döneminde yaşamış olan ve eserini ona sunan bir kişi, Karamanlıların iki yüz yıl saltanatı ellerinde bulundurduktan sonra ortadan kalktıklarını söyleyemeyeceği için, Şikârî’nin buradaki kaynağının, Yâricânî olmadığı aşikârdır. Ayrıca sunduğu resim içinde mevcut tarih bilgimize göre doğru olan tek bir bilgi parçası bile yoktur. Oğuzların, Büyük Selçukluya ilk isyan ettiği yöre olan Belh’den, “Ertuğrul” adında ama Selçuklu sülalesinden birini Anadolu’ya getirmesi belki Osmanlıların, Anadolu’ya geliş rivayetleriyle karışmış veya onlardan mülhem olabilir ama işte, o kadar. Bu isimde bir Selçuklu şehzadesinin Anadolu’ya göç ettiğini ve dahası, onun oğlunun önceki hükümdar ailesine (!) damat olarak Anadolu Selçuklu hanedanını başlattığını tabii ki başka bir yerden hiç duymadık, bilmiyoruz.
Dolayısıyla Şikârî’den bir şeyler çıkarma çabasını bugünkü kurgusal eserlerden tarih öğrenmeye çalışmaya veya anı mı roman mı olduğu belli olmayan romanlaştırılmış hatıratları okuyarak keçiboynuzundan bal kabilinden birkaç gerçek bilgi parçası süzmeye benzetip daha baştan havlu da atabiliriz. Günümüzde olgu ile kurguyu harmanlayıp romanlaştıran veya üzerinde “anı roman” uyarısı bulunan bir kitabı ben şahsen kitapçı rafına geri koyuyorum. Fakat sonuçta yegâne bir eski metinden, Karamanoğlu açısından yazılmış tek “tarih” kitabından bahsettiğimiz için böylesi lükslerimiz olamazmış gibime geliyor. Ayrıca, eşyanın tabiatı uyarınca genel olarak kronik türünde ve tabii ki Osmanlı kronik geleneğinde de epeyce bir kurgusal unsur bulunduğu için, o açıdan da Şikârî’yi çöpe atamayız.
Şikârî’ye göre, Karamanoğlu Alâeddin Bey “Ebulfeth” lâkabıyla tanınırmış ve Alâeddin-i Evvel’in (I. Alâeddin Keykubad) yönettiğinden on iki sancaklık fazlası olan bir ülkenin hükümdarıymış. Karamanoğlu Alâeddin, genelde şairler ile sohbet edermiş. Bir gün, Firdevsî’nin Sultan Mahmud (Gazneli) adına yazdığı şehnameyi okumuşlar. Meğerse Sultan Alâeddin Keykubat için de yazılmış böyle bir şehname varmış. 20.000 beyitlik bu şehnamenin yazarı da “Dehhanî üstâd-ı namdar” (Hoca Dehhanî) imiş.
Karamanoğlu Alâeddin, Yâricânî’den şöyle bir talepte bulunmuş:
“Dehhanî şehnamesin, Keykubad Sultan Alâeddin namına tamam idüp, Karamanlılar namına dahi altı yüz beyit söyleyip, itmamı müyesser olmayup, Allah emrine gitti, altını da sen tamam eyle.”
Selçuklu ve Karamanlı arasında öyle bir devamlılık ortamı olmalıydı ki Dehhanî, Alâeddin Keykubad adına yazmaya başladığı şehnameyi bitirsin ve Karamanlıların hikâyesini anlatmaya başlasın ama ömrü vefa etmediği için tamamlayamasın! Eh, bu iş de Yâricânî’ye düşmüş. Benzersiz bir şehname yazmış.
Yine Şikârî’ye kulak verelim:
“Felek-i dûnperverde bu dürr bahasın bulmayup, nadan elinde kalmış. Elhasıl Farisî olmağla, şöhret bulmayup, rağbetten dûr olmuş. Ben biçare ve derdmend-i avare, Türkî’ye tercüme eyledim ki, okumağa Ruşen ola.”
Yani, düşük kalite şeyleri seven felek dolayısıyla bu inci değerini bulamayıp cahiller elinde kalmış ve Farsça olduğu için rağbet görmemiş ve tanınamamış. Şikârî kendi rolünü, bu emsalsiz eseri Türkçeye çevirip anlaşılmasını sağlamak olarak gösteriyor. Fakat burada bir an duralım, ortada Yâricânî’nin Karamanlılar adına yazdığı şehname ve onun tarafından yazılmış herhangi başka bir eser olmadığı gibi Hoca Dehhanî’nin, “Alâeddin-i Evvel” veya III. Alâeddin için yazdığı Farsça şehname de yok. Merhum Ömer Faruk Akün’ün işaret ettiği gibi Dehhanî eğer 1361’de hayatta idiyse, bu sultanların ilki adına bir şehname yazması bütünüyle imkânsız, ikincisi içinse imkânsıza yakın görünüyor. Velev ki ölümlerinden sonra yazmış olsun. Dolayısıyla, Rudi Lindner’in, Şikârî’nin kendi yazdıklarını sahih kılmak için Yârıcânî adlı bir şehnameci uydurduğu yolundaki görüşünün ihtimal dâhilinde olduğunu söylemeliyiz.
Karamanlı orijinlerine gelince, yine bir alıntı yapalım:
“Kâlhan oğullarından Şirvan Han neslinden, Oğuz taifesi beylerinden, Sadeddin derler bir bey var idi. Şirvan vilayetinden gelüp çıkmış idi. Çok kabile idi. Rast on bin oba idi. Konar göçerler idi. Yazın Sivas ve Kayseriye yaylakları idi. Kışın, diyar-ı Acem’e giderler idi. Bunlara Oğuz taifesi derler idi. Ekseriya Ermeni kâfirleriyle cenk ederlerdi.”
Oğuz olmak, han soyundan gelmek, yaylak- kışlak göçebeliği yapmak, İran’daki karışıklıklardan dolayı kalabalık hâlde Anadolu’ya gelmek, bir uca yerleşmek ve yerli gayrimüslimlerle savaş gibi unsurların karşılıklarının kendi kronik geleneklerinde, erken Osmanlılar için de aynen mevcut olduğunu hemen söyleyelim.
Dahası da var tabii ki… Mesela, hem ilk Karamanlıların hem de ilk Osmanlıların Vefaî- Babaî bağlantıları gibi… Osman Bey’in Köse Mihal’i varsa, Şikâri’ye göre Sadeddin Bey’den sonra Karamanlıların başına geçen Nureddin Bey’in (Nure Sufî) de Kosun’u var. Önce Hıristiyan imiş ve savaşlarda Karamanlıları zorluyormuş, sonra Müslüman olmuş ve Turgut Bey’in kızını almış. Şikârî, “Her cenk ve gazâda bunlar bile seğirtti” diyor.
Selçuklu ile dostluk da eksik değil. Nureddin, Ermenek ve Mut’u aldığı zaman anahtarlarını sultana gönderir. O da “şad” olur, bütün fethedilen diyarı Nureddin’e bağışlar ve tahmin edilebileceği gibi “hil’at, kılıç, tabl ve âlem” gönderir. Yalnız, aralar bozulunca Şikârî, Karamanoğlu Mehmed Bey’e şunları söyletmeden de edemez:
“Ey Alâeddin sen Keykubad bin Keyhüsrev bin Kılıç Arslan bin Ertuğrul bin Âl-i Selçuk isen, ben dahi Mehmed Han bin Karaman bin Nureddin bin Sadeddin bin İbrahim bin Alp Arslan bin Gelencan bin Şirvan Han bin Oğuz Han’ım, han oğlu hanım. Benim aslım olan Şirvan, Kuh-ı Elbruz’dan gelmiş idi. Cümle Moğol, Kürd ve Türkmen benimledir. Varırım vaktına hazır olasın”.
Sultanlığa karşı hanlık, Selçuk soyuna karşı Oğuz Han… Bilmem yeterince tanıdık geliyor mu? Karaman’daki bu aynadan Osmanlıların nasıl yansıdığına da sonra bakalım.