Daha döneminde “İstiklâl Mücadelesi” ve “İstiklâl Harbi” gibi isimler kullanılmıştı ama bu bir koloninin, “Ana Ülkeye” veya kolonizatör ülkeye karşı verdiği bir bağımsızlık savaşı değildi.
açiz yazarınız elbetteki tarih pazarının değnekle dolaşan muhtesibi veya onun antik Yunan dünyasındaki ağabeyi agoranomos değil. Bu agoranın nomos’u başka tarihçilerden ne kadar soruluyorsa tabii ki ondan da ancak o kadar soruluyor. Dolayısıyla bu konuda herhangi bir yanılsamam yok. Üstelik bazıları irtihâl-i dâr-ı beka eylemiş meslek büyüklerimin “Kendi işine baksın” veya “Kendi araştırmasını yapsın” öğütleri de kulaklarımda çınlıyor.
Çeşitli nedenlerle eleştiri kültürü zayıf kalmış, kurallı eleştiriden pek hazzetmeyen ve bunun bir yansıması olarak bilim alanında bile yeterli şüpheci tavırları geliştirmemiş bir toplumda eleştirel olmamak için o kadar çok gerekçe bulunabilir ki… Böyle düşünmüyorum. Düşünmediğimi de bir değil iki kitap yazarak örnekledim sanırım. Münekkitlik olmadan müdekkiklik de olmaz. Öğütlere itirazım da hep bu noktadan oldu: “Ama ben zaten kendi işimi yapıyorum, bu da işimizin bir parçası. Ama bu da kendi araştırmam…”
Bu vadideki en büyük sıkıntı argumentum ad hominem (şahsîyat) yapıyor olarak algılanmak veya o şekilde sunulmak çünkü aslında eleştiri filan istemeyenlerin de en büyük eleştiri-savar silahı bu: “Şahsîyat var… Garezi var…” dediklerinde akan suların duracağını sanıyorlar. Tarih-Lenk’i yazarken çok kıvranmıştım. Yazarların şahsiyetlerine, kimliklerine, inançlarına, dünya görüşlerine, hayat tarzlarına, biyolojik ve/ya sosyal cinsiyetlerine, kurumsal aidiyetlerine bilerek kayıtsız kalmış, sadece ürettikleri metinler ile ilgili olduğumu anlatmaya çalışmıştım. Sayın Ali Birinci’ye gönderme yaparak söyleyeyim, ne yaptıysam bu hususta hepsi Tarih Uğrunda…
Neyse ki bu kez takıldığım iki kısa metnin ikisinde de bu sıkıntı yok. Birinci metin benim yazılarıma ilişkin yapılmış anonim bir okuyucu yorumu; ortada şahsiyet yok ki şahsiyat yapabileyim! Diğeri ise hiç tanışmadığımız bir köşe yazarının, Verda Özer’in 6 Aralık tarihli yazısının bir kısmı. Bu iki alakasız ve kabil-i kıyas olmayan metni benim zihnimde beraber değerlendirmemi sağlayan ise geçmişe ve daha spesifik olarak İstiklâl/Kurtuluş Savaşı’na ilişkin hükümleri.
Okurumun dedikleri, imlâsına dokunmaksızın şöyle: “Yazılarınızı dikkatle takip edince çıkartılabilecek direk idda edilmesede öne sürülen tez kurtuluş savaşını ingilizlere sığınarak geçici olarak ülke dışına çıkan bir padişahın organize ettiği gizli direniş hareketi olarak görmek.” Düşüncelerimi çekinmeden söylememi, bu fikirlerin tartışılmasında fayda olduğunu söylüyor. “Böylece resmi tarih diye tamamı ile red ettiğimiz tarih anlayışının ne kadar yanlışlarla dolu olduğunu açıkça ve sanki o tarihin yanlışlarla dolu olduğunu söylemeyi engelleyen yerleşik düzen varmış gibi konuşmayız” diyor ve olduğumuz gibi görünmenin erdeminden bahsediyor.
Türkiye’de resmî tarihin tahrifatları ve geliştirmiş olduğu tuhaf tarih tezlerinin geniş kesimlerin geçmiş algısını etkilediğini, dahası okullarda öğretilen tarihe karşı toplumda büyük bir güvensizliğe neden olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama madalyonun bir de diğer yüzü var. “Alternatif tarih” yaklaşımlarının gerekli olarak daha doğru olduğunu kim söylüyor ki? Yağmurdan kaçarken sakın doluya tutulmayalım? “Tarihin resmî tarihin dediği gibi değil de böyle” olduğu temel tezini işleyen ve tarihî olgular, gerçeklikler ve vesikalardan bağımsız olarak üretilmiş ve genelde komplo teorileri fasilesine sokabileceğimiz ucubelerin bu kadar rağbet görmesi de sanırım resmî tarihin yarattığı tahribat kadar büyük bir sorundur.
Okurumun söylediklerine gelirsem; birincisi, etik durum; burası kolay, şimdiye kadar asla “Şu veya bu canib ne der?” türü kaygılarla düşüncelerimi gizleyerek yazmadım. Yazdıklarımda ne görüyorsanız, o. Neyi, niçin düşündüğümü açıkça yazdım ve bana bunları düşündürten belgeleri, kayıtları ve referansları okuyanla paylaştım. Ben de naçizane, ahlâk olmadığında ilmin de olmayacağını düşünenlerdenim. Okurumuz o açıdan müsterih olsun. İkincisi ise okurumun İstiklâl Harbi, Kurtuluş Savaşı veya Milli Mücadele gibi değişik isimlerle andığımız tarihî olaylar silsilesi hakkındaki düşünceleri. Üstelik bu düşünceleri dikkatli bir okumayla benim yazılarımdan çıkardığını söylüyor ki sırtıma bir sorumluluk yükü binmiş gibi hissediyorum.
Bakın, sosyal bilim filan diyoruz ama tarihin de sunduğu sınanabilirlik ve dolayısıyla yanlışlama imkânları var. Millî Mücadele’nin bütün temel olguları biliniyor. Bunlar hakkında farklı yorumlar yapmak elbette ki mümkündür. Ayrıca, yeni araştırmalar sayesinde yeni verilerin de gün yüzüne çıkması her zaman için muhtemeldir ama değişmeyeceği kesin olan temel olgulardan söz ediyorum. Herhangi bir tarih tezini götürüp kendileriyle çakıştıracağımız ve sınayacağımız olgulardan…
Kimmiş o İngilizlere sığınarak yurtdışından gizli direniş organize eden padişah? Fantastik ama ters bir şeyler yok mu bu kurguda? İngilizler de işgalcilerden olduğuna göre bir padişah nasıl hem onlara sığınıp hem direniş organize edebiliyor? Dahası bu dışarıya çıkışın “geçici” olduğu söylendiğine göre, Kurtuluş’tan sonra geri dönmüş olması gereken bir padişah bu. Okurumuz söylemiyor ama Vahideddin’den başka bu portresi çizilen padişahı uzaktan yakından andırır kimse yok. Onun İngilizler’e sığındığı tarih ise belli: 17 Kasım 1922. Yani, Millî Mücadele’nin bütün çatışmalarının sona erdiği, TBMM ordusunun İstanbul’da bulunduğu, İsmet Paşa’nın görüşmeler için artık Lozan’da olduğu ve tabii ki saltanatın da ilga edildiği bir tarihtir bu. Vahdeddin’in Millî Mücadele’deki rolünü tartışırsınız, o ayrı konu, ama onun yurtdışındayken, sona ermiş bir Kurtuluş Savaşı’nı hem de “gizli direniş” şeklinde örgütlediğini söyleyemezsiniz. En azından ben, yerleşik düzen değil, tarih disiplini izin vermediği için bunları söyleyemem. Okuruma, bir umutla, bu kez de yazılarımı dikkatsizce okumasını salık vermekten başka çare yok.
Özer’in yazısına gelince; Özer, bir seyahat sonunda Türkiye ve Meksika arasında bir karşılaştırma yaparak pek çok benzerlikler buluyor. Askerî darbelerden çekmeleri, her ikisinin de köprü ülke konumunda bulunmaları gibi.
“Vakti zamanında her iki ülke de birer imparatorluktu (Osmanlı/Aztek). Önce yabancı güçlerce istila edildiler (Müttefik Güçler/İspanyollar). Sonra da bağımsızlıklarını kazanıp ulus devlete evrildiler.
İki ülkenin de kendi özüne yaklaşımı ikircikli. Bir yanda Türk kimliği inşasında Ortadoğu ve Osmanlı’ya karşı konan mesafe. Meksikalıların da kendi özleri olan Mayalara yukarıdan bakışı. Türklerin ‘Ortadoğulu muyuz, yoksa Avrupalı mı’, Meksikalıların da ‘Latin Amerikalı mı, Amerikalı mı yoksa Maya mıyız’ sorusunun oluşturduğu kimlik krizi…
(…) İki ülkede de bağımsızlık sonrası devrimle yukarıdan aşağıya aşılanan değerler, halk tabanında tam anlamıyla özümsenmedi. Ve orduları demokratikleşme karşısında direnç gösterdi.”
Özer’in Türkiye-Meksika kıyaslamaları bu kadar değil ama benim asıl takıldıklarım tarihle ilgili yargılar. Elbette ki Özer’in bir tarihçi olmadığını biliyorum ayrıca başka disiplinlerden profesyonellerin de tarih tartışmaları yapmalarına itirazım yok fakat tarih disiplininin bu kadar yıllık birikimine asgarî seviyede bir uygunluk da beklememeli miyiz acaba?
Özer’in geliştirdiği tezlerin çok ayrıntılı bir eleştirisi yapılabilir ama kısaca söyleyeyim: Osmanlı-Türk modernleşme tarihini öğretirken Osmanlıların, kolonileştirilerek değil, kolonyal olmayan bir patikadan, kendi yöneticilerinin tasarrufuyla moderniteye ulaştıklarını söyleriz. Özer’de ise bu ayrım yok. Bilâkis, Meksika’nın kolonileştiricileri olan İspanyollar ile Müttefik Güçler eşitlenmiş görünüyor. Bir yanda Cortés ve 1519’dan itibaren başlayan bir süreç ile Meksika’nın kolonileştirilmesi ve Yeni İspanya hâline gelişi, diğer yanda Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra mağlup Osmanlı’nın kısmî işgali… Ama her iki ülke de bu “yabancı güçlere” direniyor ve “bağımsızlıklarını kazanıp ulus devlete” evriliyorlar. Bu anlatımda “Müttefik Güçler”e kolonyal güç statüsü verildiğini ve bağımsızlığın da herhalde onlardan kazanıldığını düşünmek durumundayız.
Evet, daha gününde “İstiklâl Mücadelesi”, “İstiklâl Harbi” isimleri kullanılmıştı ama bu bir koloninin, “Ana Ülkeye” veya kolonizatör ülkeye karşı verdiği bir bağımsızlık savaşı değil, Eski Dünya’nın eski imparatorluklarından biri olan Osmanlı’nın bağımsızlığına halel geldiği/geleceği görüşüyle girişilen bir mücadeleydi. Bir ülkenin işgalden kurtuluşu ile bir koloninin bağımsızlığı arasında herhalde fark olmalıdır. Kısacası, Türkiye’nin durumunda “bağımsızlık kazanmak” veya “bağımsızlık sonrası” denebilecek bir durum yok. Muhakkak ki imparatorluktan ulus-devlete dönüşüm ve rejim değişikliği vardı ama bir imparatorluk iken savaştaki yenilgiden sonra cumhuriyetlere dönüşen Avusturya-Macaristan’ın durumu neydi ki?
Bu işin bir de Meksika cephesi var. İspanya’ya karşı Bağımsızlık Savaşı’nı, siyasî bir grup olarak çoktan silinmiş olan Aztek’ler veya yerli nüfusun göreli olarak küçük bir kısmı olan Mayalar değil, İspanyol soylu Meksikalılar gerçekleştirmişti. 19. Yüzyılda İspanya yabancı bir güç değil, Meksika’nın Ana Ülke’siydi. Bugün de ortada bir Aztek veya onlara karşı İspanyol conquistador’lar (fatihler) ile işbirliği yapan Mayalar’ın kurduğu bir ulus-devlet yok. İspanyol kolonizasyonunun tüm mirası bütün Latin Amerika’da sadece diliyle, kültürüyle ve kalabalık İspanyol kökenli toplulukları ile değil çeşitli olumsuzluklarıyla birlikte yaşıyor. Yerli halklar ve Avrupa soylu göçmenlerin torunları arasında büyük uçurumlar var. Türkiye’de ise memleketin kovboyu ile kızılderilisi aynı olduğu için hiç olmazsa böylesi dertler yok.