Belge tek başına tarih değildir. Ancak gerekli eleştiri süreçlerinden geçirdikten sonra kullanılabilir. O zaman da mevcut bilgimize nasıl eklemlendiğine ve neyi değiştirdiğine bakmak durumundayız.
Tarihçilik biraz da iz sürme, ipuçlarını yakalama ve bazen alakasız da görünebilen veri parçalarını bir araya getirme çabası. Bu anlamda dedektiflik ile bir örtüşme olduğu söylenebilir. Hatta tam da bu konuda, Anglosakson dünyasında detektif olarak tarihçiyi konu edinen kitaplar yazılmıştır. Bunların en eskisi ve meşhuru ta 1969’da Robin W.Winks’in editörlüğünde yayımlanan makaleler derlemesidir (Bkz, The Historian as Detective: Essays on Evidence). Yalnız hemen söylemeliyim ki, tarihçi kendisini ne denli bir Holmes, Poirot veya onların karikatür kardeşi Hafiyesi Mahmut olarak kurgularsa kurgulasın; gerçek detektif hikâyelerindeki kesin çözümle gelen “vaka kapanmıştır” mutluluğunu pek tadamaz çünkü ulaştığı sonuç da yeni sorular uyandırmaktadır. Uzun lâfın kısası; bizde temelli olarak rafa kalkan dosya olmaz. Şahsen bir şikâyetim yok, çabanın kendisini sevdiğim için eğlenceli bile buluyorum.
Bu yazıyı neden kaleme aldığıma gelince, Derin Tarih dergisinin şehitler hakkında olan son özel sayısını okuyordum Recep Çelik’in “Parka ve Pazara Teslim Edilen Fethin İlk Şehitliği” başlıklı makalesinin bir noktasında “Aa!” dedim. Rumeli Hisarı Şehitliği ve içinde bulunan dergâh hakkındaki bu yazının tamamını burada konu edinmek niyetinde değilim. Sadece, Günay Kut ve Edhem Eldem’in Rumelihisarı Şehitlik Dergâhı Mezar Taşları ismindeki mufassal ve yetkin çalışmasına müracaat edilirse hem tek tek bütün mezar taşları, hem de dergâh ve onun kurucusu olduğu rivayet edilen Seyyid Bedreddin’in kimliği hakkındaki sorgulama ve tartışmaların topluca görülmesinin mümkün olduğunu belirtmekle yetineyim.
Beni şaşırtan kısım ise Çelik’in yazısında “Şehit Düşen Şehzade Kimdi?” başlığı altında ayrı bir çerçeve olarak verilmiş. Çelik, burada merhum İbrahim Hakkı Konyalı’nın notlarındaki bir kaydı aktarıyor. Notu şöyle okumuş:
“Rumeli Hisarı Şehitliğinde mezar taşı kitabesi: Tarih-i Sultan Mehmed Han Gazi Hazretlerinin Hisar Kal’ası yürüyüşünde şehid olan Şehzade hazretlerinin ruhu içün ve etrafda medfun şüheda ervahı içün. Fatiha Sene 857.”
Yan tarafta aslının görüntüsü de verildiği için karşılaştırma imkânı var. Sultan kelimesinden önce “tarih” kelimesinin yazılması tuhaf ve bunun “tarih-i sultan…” denerek sonraki kelime grubuna bağlı bir şekilde okunmasında ciddice şüphem var ama sonuçta kaydın ilk kelimesini “tarih” olarak okumak mümkündür. Bunun haricinde bir de bir büyük “düzeltme” var ama onu sonraya bırakıp Çelik’in dediklerine dönelim:
“Konyalı’nın yaşadığı zamanda görüp kitâbesini kaydettiği tarihî mezar taşı henüz bulunamadı. Fakat şehit düşen şehzade acaba kimdi?” diye soran Çelik, Şehitliğin molozlardan temizlenmesi sırasında bulunan kırık bir mezar taşında “El-mâsum Şâh Mehemmed…” yazıldığına dikkat çekiyor ve şöyle devam ediyor:
“Bu bir ipucuydu ama tamamı bulunamadığı için yeterli olmadı. Bu şehzade acaba Sultan II. Mahmud’un 1812’de Rumelihisarı’nda ziyaret ettiği türbedeki zat mıydı? (Ömer Câbi tarihinde, ‘türbesinde medfûn zâtı ba’de’z-ziyare’ şeklinde geçmektedir.) Bu türbe şehzadenin miydi, yoksa Şehitlik Dergâhı’nın bânisi Seyyid Bedreddin Efendi’nin kabri miydi yahut Şüheda Kuyusu muydu veya hepsi birden miydi? Dergâhın hikâyesi kadar garip, halka halka büyüyen sorular…”
Filvaki sorular halka halka büyüyor ama Câbi’deki ifadelerin türbede yatan kişinin bir şehzade olduğunu düşündürtmeyeceği görüşündeyim. Her hâlükârda, önemli olan Konyalı’nın böyle bir not tutması ve bu notun da Şehitlik Dergâhı’da yatan bir şehzadeden bahsetmesi. O taş da bugün kayıpmış. Ama belki de kayıp değildir veya o kayıptır da bir benzerinin nerede olduğu biliniyordur.
Yazımın kalanı bu konu hakkında ama önce Çelik’in “düzeltmesine” eğilmemiz gerekiyor. Konyalı’nın, kitabenin tarihini çok net bir şekilde 847 olarak yazdığı görülüyor. Bu milâdî 1443-44’e karşılık geliyor. İstanbul’un alınışı ise tam on yıl sonra, 857’de. 1443’te fetih de olmaz, Fatih de. Öyle görünüyor ki Konyalı’nın kayda geçirdiği kitabedeki tarihin 847 olmasının ancak bir zühul eseri olduğunu düşünen Çelik bu tarihin doğrusu olan 857’yi vermiş. Oysa Konyalı’nın yaptığı gibi belgede ne varsa onu vermeliydi. Tarihten öte bir de içerik meselemiz var tabii ki. Onu ne yapacağız? “Hisar Kalesi” dediği neresi ola ki? Fatih’in bu kaleyi fethi esnasında bir Osmanlı şehzadesi şehit düşmüş… Öyle diyor kitabe. Hangi kale, hangi şehzade?
Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi, 2003- 2004’te önemli bir sergiye ev sahipliği yapmıştı: Medicilerden Savoylara. Floransa Saraylarında Osmanlı Görkemi. Bilim Komitesi’nde yer aldığım bu serginin hazırlanışına karınca kararınca ben de bir katkıda bulunmaya çabalamıştım. Herhangi bir şekilde başarılı olduğumu ileri süremem. Sebebi de yukarıda yazdıklarımla doğrudan ilgili.
Serginin direktörlerinden Selmin Kangal, hazırlıklar esnasında bana bir kitabenin görüntüsünü göndererek görüş rica etmişti. Floransa’daki Uffizi Galerisi’nden gelecek olan bu mermer kitabede, sene satırı hariç birbirlerinden net çizgilerle ayrılmış dört satır bulunmaktaydı. Sol üst köşesinde okumayı engellemeyen küçük bir kırık bulunan kitabe şöyleydi:
“Fatih Sultan Mehmed Han Gazi Hazretleri’nin
Hisar Kal’esi yürüyüşünde şehid olan
Şehzâde Hazretlerinin ruhu içün
Ve etrafında medfun şehidan ruhuçün fatiha
Sene 847”
Kısa bir raporla görüşlerimi açıkladım. Her şeyden önce kitabe, Fatih döneminde değil çok daha sonra yazılmış gibi duruyordu. İçerik ise daha büyük problemler arz ediyordu. Hisar Kalesi’nin Rumeli Hisar olmaması gerektiğini çünkü Sultanın bu kaleyi 1452’de yaptırdığını ve kalenin hiçbir zaman Bizans egemenliğine girmediğini söyledim. Dolayısıyla “Hisar Kalesi” ibaresinin burada ancak Konstantinopolis surları için kullanılabileceği akla geliyordu.
Şehit şehzadeye gelince, II. Mehmed’den başka Osmanlı tarafında savaşan bir Osmanoğlu yoktu. Öte yandan Orhan adında bir Osmanlı şehzadesi vardı ve savaşta hayatını kaybetmişti ama o da Bizanslıların tarafında savaşmıştı! Kitabe ona niye “şehit” desin? Tarihi ise biliyorsunuz, 847 yılı 1443-1444’e karşılık geliyor. Burada, II. Mehmed’in ilk kez tahta çıkış yılının 1444 olması ve kitabede anlatılan hücumun bu ilk saltanata rastlamış olması düşünülebilirdi ama daha İstanbul’un fethine on yıl varken Şehzade Mehmed’e kim “Fatih” derdi? Dolayısıyla bu kitabenin sahte olduğunu düşündüğümü söyleyerek raporumu bitirmiştim.
Sergi açıldığındaysa ufak çaplı bir burukluk yaşadığımı hatırlıyorum. Bizim kitabe başköşedeydi. Sahte olduğuna dair açık bir uyarı da taşımıyordu. Müzenin müdiresi Nazan Ölçer Hanım’a gittiğimde “Biliyorum, ben de söyledim ama İtalyanlar çok önem veriyorlar, sergilenmesini çok arzu ettiler” cevabını aldım ve uluslararası sergi düzenlemenin de uluslararası diplomasi gibi kendine mahsus birtakım kuralları olduğunu anladım.
Şimdi bakıyorum da Mario Scalini tarafından yazılmış olan katalog girişi aslında o kadar fena değilmiş. Evet, kitabenin sahte olduğu açıkça söylenmiyor ve sergiye gelenler gerçek bir tarihî eser olarak gördüler ama hiç olmazsa katalogda “1. Kitabe. İstanbul, 1453 sonrası (18-19. yüzyıl). Mermer, yeşil zemin üzerine altın harflerle yazılmış. 48.5 x 63 x 3.5 cm. Floransa, Galleria degli Uffizi, env. 1914, no. 622” şeklinde tanımlanmış. Ayrıca, “Epigrafik açıdan bakıldığında, yazıların daha sonraki bir dönemin özelliklerini taşıdığı (…) ve hatta, kentin fethi sırasında Hisar kalesinin Bizans yönetimi altında olmadığı belirtilmektedir (Nazan Ölçer’in bilgilendirmesi)” ifadeleri de mevcut.
Öte yandan İtalyanların gerçekten de sevgili kitabelerinden vazgeçemedikleri görülüyor ve birtakım yanlış bilgiler de bu girişte yerlerini almış. Mesela 847 tarihi için “Bu tarih 1453’e tekabül etmektedir ve bu da, Kostantinopolis’in II. Mehmed tarafından fethinin arifesinde, Boğaz’ın Avrupa yakasındaki Rumeli Hisarı’nın inşa edildiği tarihtir” açıklaması (!) var. Bu katalog girişinden öğreniyoruz ki, bu kitabe Toskana elçilik kâtibi Baron Ignazio de Testa tarafından Floransa galerilerine bağışlanmış. Burası çok önemli, kitabe, 1825-1848 envanterinde de kayıtlı imiş! Aslında kalanı çok önemli değil artık, diplomatımız kitabenin “yerinden çıkarıldıktan sonra yok olacağı kaygısıyla eseri kurtarmış”mış; eser, İstanbul’un alınışı sırasındaki olaylara tanıklık etmişmiş, bunları geçiyorum.
Bugün Uffizi’de olan kitabenin, Konyalı tarafından kaydı alınan kitabeyle neredeyse aynı olduğu görülüyor. “Tarih Sultan Mehmed” diye bir şey olamayacağına göre Konyalı’nın notunda “tarih” olarak okunabilecek kelime de “Fatih”tir. Bunun haricinde benim “şehidan” diye okuduğum kelime Konyalı’da “şüheda”, “ruhuçün” diye okuduğum kelime de yine çoğul olarak “ervahı içün” şeklinde okunmuş. Bu ufak farklılıkları önemsiyorum çünkü Konyalı’nın Şehitlik Dergâhında gördüğü kitabenin, Uffizi’de olandan bir başkası olduğuna işaret ediyor. Dolayısıyla aynı sahte kitabenin biri 19.Yüzyılda İtalya’ya götürülmüş diğeri ise Şehitlikte kalmış en az iki varyantı olduğunu kesinleştirmiş oluyoruz. Daha şehid kelimesinin aynı kitabede iki ayrı “h” harfi ile yazılmış olması gibi hoşluklar var ama bu kadarı kâfidir.
Bu durumda “şehit düşen şehzade kimdi?” sorusuna da gerek kalmıyor. Kitabeleri 19.Yüzyılda yazan her kimse, Hisar Kalesi’nin (Rumeli Hisarı), Osmanlı yapısı olduğunu bilmiyor ve hücumla alındığını sanıyordu. Üstelik bu hayalî fethin tarihini İstanbul’un alınışından on sene öncesine koymuştu. II. Mehmed’e ise İstanbul’un fethinden sonra verilen unvanını vermekte herhangi bir sakınca görmemişti. Şimdi bu durumu nasıl açıklamalıyız?
Soru büyük, yazının da sonuna geldim. Sadece Şehitlik Dergâhı çıkışlı, birden fazla kopyası olan ve sonradan yazılmış tek kitabenin bu makam taşı olmadığını söylemekte fayda görüyorum. Çelik, yazısını, 1950’li yıllarda kaybolan bir mezar taşını zikrederek tamamlıyor. Bu taşın şâhidesinde “Şehidü’l-feth Mahmud Çelebi ruhuna fatiha” yazıyormuş. Güzel haberi hemen vereyim ki bu taş kayıp değildir. Daha doğrusu iki kopyası kayıpsa da, Kut ve Eldem’in çalışmasından öğreniyoruz ki bir kopyası kavuğu kopmuş bir hâlde günümüze ulaşmıştır. Kut ve Eldem, “Mahmud Çelebi muamması” başlığı altında Mahmud Çelebi’nin kimliğini ve bu taşları etraflıca tartışıyorlar. En kolayca bertaraf ettikleri görüş, Süheyl Ünver’in, Sultan Abdülmecid zamanında Ebubekir Feyzi’nin yazdığı Hülâsatu Ahvâlü’l-Buldan adlı esere dayanarak ileri sürdüğü Mahmud Çelebi’nin II. Mehmed’in oğlu olduğu görüşü. Burada, “…Vakt-i feth-i İslâmbol’da defnolunan şâhzâde-i şehid Sultan Mahmud ibni Fatih Sultan Mehemmed Han” deniyormuş. O sırada 21 yaşında olan II. Mehmed’in İstanbul fethinde şehit düşen bir oğlu mu varmış? Sakın bizim şehzade olmasın bu?
Mahmud Çelebi için dikilen mezar taşlarının ikisini (birini fotoğraftan) inceleme imkânları olan Kut ve Eldem, her iki taşın da Fatih dönemine değil, en erken on beşinci asrın sonu veya on altıncı asrın başlarına tarihlenebileceği kanısındadırlar. Bir de Baltalimanı’na giderken yol kenarında, bir zamanlar, “Mahmud Çelebi 855” ibaresiyle bir üçüncüsü varmış. Daha fazlası da var, “dergâhın kurucu mitosunda” yer alan Şeyh Bedreddin’in mezar taşının da 19. Yüzyılda dikildiğini düşünüyorlar. Kut ve Eldem’den bir alıntıyla bitireyim: “[B]ir dergâhın çoğu zaman unutulmaya yüz tutan ‘gerçek’ tarihçesinin yanında, belirli dönemlerde bazı meşruiyet ve kök arayışlarından doğan kurguların nasıl baskın çıkabildiği kendi başına incelenmeye değer bir süreç olarak ortaya çıkmaktadır.” Benim de naçizane varsayımım, 19.Yüzyıldaki bu makam ve mezar taşı üretiminin Bektaşiliğin 1826’daki yasaklanması ve sonrasıyla ilgili olduğudur.